Yalnızlık bana bunları yazdırıyor, başımı güçlükle doğrultabiliyorum ve çok yalnızım. Ölecek olmak değil de yalnız olmak canımı sıkıyor.
“Bu son görev olacak” dediklerinde aslında demek istedikleri bunun benim sonum olacağıydı. Yıllarca böyle olduğu gördüm, duydum; ama insan kendi başına gelenleri bir türlü idrak edemiyor ilk anda. İtalya’da son bir görev olacaktı. Daha önce defalarca yaptığımız gibi özel bölgede yer alan gizli bir siteden, önemli bir ismi güvenle tahliye edip İtalyanlara farkettirmeden yurda dönecektik. Tahliyesini sağlayacağım adamın bilgilerini büyükçe bir zarf içerisinde uzatan Albay, klasik tavrını bir kenara bıraktı ve “Kendine dikkat et olur mu?” diye üsteledi. O zaman bu üsteleyişi anlayamamıştım. İşte, şimdi bu sessizlik bana, her şeyi en başından düşünme fırsatı veriyor. Göz göre göre bu ateşin içerisinde nasıl düştüm ben? Nasıl da kör oldum?
Sabahları evden ayrılışım hep güneş doğmadan olur. Biricik aşkımı sıcacık yatağımızda bırakır, parmaklarım yanaklarına, dudaklarına ve nihayet o çok sevdiğim gözlerinin kapaklarına dokunur; dayanamaz öperim bir de. Küçük kızımın da uyuduğundan emin olur, annesine bu kadar çok benzediği için şükürlerimi sunarım Tanrı’ya. Sessizce çıkarım evden. O sabah da bu rutin tekrarlandı ve karargaha geldim.
Bu son görev olacak, artık riskli operasyonları gerçekleştirmek için değil, planlamak için sana ihtiyacımız olacak. Kısa sürede ekip toparlandı ve yola çıktık. İtalyanlarla başımız dertteydi. Avrupa’nın bu birbirine en çok benzeyen iki milleti, içinde bulunduğumuz zamanda birden bire düşman kesilmiş, karşılıklı olarak önemli bürokratlara suikastler düzenlenmiş, baskınlarla elçilik çalışanları rehin alınmış, katledilmiş, kaçırılmış ve iki ülke savaşın eşiğine gelmişti. Neyse ki arabulucular sayesinde savaş engellenmiş ancak iki ülke artık diplomatik ilişkilerini kesmişti.
Bünyesinde çalıştığım birim, sadece askeri güce değil, çok güçlü ve zeki diplomatlara da sahip özel bir birimdi. Kaçırılmış, ancak kaçırılması Dünya basınına yansımayan kişilerin, varlıkları dahi devlet sırrı olan eski diplomatların kurtarılması ya da susturulması gibi “değişik” görevlere sahipti. Ben, bu teşkilatta orta sınıf bir askerdim. Geleceğimi çok parlak olarak anıyorlardı.
Bir askerdim. Harp Okulu’ndan sonra, dünyalar güzeli eşimle ortalama bir hayat yaşıyorduk. Bir süre sonra bu birim kurulduğunda, bünyesinde görev yapacak kişilere istek hakkı sunulmadı, doğrudan üstlerimizin tavsiyeleri ile seçildik. Bu göreve seçildiğimde hayattaki tek düşüncem, tek önem verdiğim şey eşimdi. Onun desteğiyle bu işi benimsedim ve kısa sürede kendi timine sahip en genç komutan oldum. Ancak bir kızımın olacağını öğrendiğimde bu işi yapmak artık beni korkutmaya başlamıştı. Hayatımın değeri, önemi, amacı artık iki candı: eşim ve kızım.
Mevsim yazdı, ekip çok kalabalık değildi. Kendimize güvenimiz tamdı. Hele ki ben! Son görevim olacak diye o kadar heyecanlıydım ki anlatamam. Gerçi bu heyecan, beni beklediğini sanığım güzel günlerin heyecanıydı. Yoksa iş disiplinimde en ufak bir değişiklik dahi olamazdı. Ben böyleydim, ancak o gün ekibin geri kalanında alışık olmadığım bir rahatlık vardı. Kendi kendime gururlandım, iyi yetiştirmişim bunları, diye geçirdim içimden. Pilota döndüm ve daha ne için bekliyorsun, gidelim haydi, dedim. Bana dönen yüzü tanımıyordum. Pilot değişmiş olmalıydı. Önemsemedim. Ray-Ban gözlüklerin arkasında gizlenen gözlerdeki alaycı ifadeyi umursamadım. Sırıtan suratına da tahammül edebildim. Bu benim son görevim olacaktı. Karargahta çok daha rahat olacaktım.
Havalandık ve süzülerek hava sahamızdan çıktık. İçeride ekibe kısaca işi anlattım. İçeri girecekleri, güvenliğe alacakları, tahliye sonrası temizliği yapacakları belirledikten sonra arkama yaslandım ve İtalyan hava sahasına girdiğimizi belirten sinyali beklemeye başladım. Sinyal beklediğimden de çabuk geldi. Sessiz uçuş moduna geçtik. Hava kararmış, milyonlarca İtalyan evinde “Derby della Madonnina“ı izliyordu. Operasyon için bugün özellikle seçilmişti.
Herşeyin yolunda gitmesi halinde altı saat sonra küçük kızımı yatağına yatırabilecek ve eşimin saçlarına bulanmış bir halde uykuya dalacaktım. İtalya’yı, gerçekten Türkiye’ye çok benzetirim. İnsanların simalarından, alışkanlıklarından mahallelerinin düzensizliklerine kadar bizim ülkeye benzer yönü çoktur. Varış sireni çaldığında neden bilmiyorum, işe ilk başladığım günleri hatırladım. “Dikkat! Bizim işimizin dini imanı dikkattir. Dışarıda, evde, her yerde dikkati elden bırakma. Gözlerini dört aç, detayları sakın kaçırma. Seviştiğin kadın gerçekten senin karın mı? Dikkat et, noktaları say.” Elimizdeki rehbere büyük puntolarla yazmışlardı bu uyarıları.
Yavaşça ipleri saldık, önden iki kişi ve ardından ben ipin üzerinden kayarcasına indik. Ayaklarımız yere bastığında burnumda keskin bir tezek kokusu vardı. Siteler genellikle böyle varoş mahallerinde kurulurdu dikkat çekmemeleri için. Tahliye edilecek adam önemli görevler üstlenmiş ve emekliliğe ayrıldıktan sonra durağan istihbarat sağlamak için yurt dışına yerleştirilmiş eski bir bürokrattı. Her nasılsa İtalyanlar adamı sepetlemişlerdi. Tüm Dünya’nın önünde iki ülke devlet başkanları el sıkışıp ateşkes ilan ettikleri için, tarafların birbirlerine olan tepkileri sadece “ultimatomlar” ile sınırlıydı. Yani görünen buydu. Ancak nasıl ki biz gizli işler çeviriyorsak, zaman zaman İtalyanlar da bizde kalan ajanlarını veya askerlerini kurtarmak için operasyonlara girişmiyor değillerdi.
Avluya üç kişi indikten sonra krokide gösterilen duvara seğirttim. Bu esnada çatıda olması gereken dört adamdan sadece ikisini görebildim. Benimle birlikte yere inen diğer iki adama göz kırptım ve yanıma gelmelerini işaret ettim. Onlardan gelecek cevabı beklemeden, aslında peşime takılacaklarına emin olarak, duvarın sonunda yer alan kapıya doğru koştum ve bir tekme ile kapıyı açtım! İçeride görmeyi beklediğim şey, daha önce onlarca farklı türünü gördüğüm bir sorgu odası ya da aklımda hayalimde yer alan yüzlerce binlerce diğer olasılıktan biriydi. Ama esas başıma gelen şey değildi. Kesinlikle değildi.
Kapıya attığım tekmeden sonra açılan odada tam karşımda tek bir asker namlusunu üzerime doğrultmuş bekliyordu. Tekme attığım ayağım yere değmeden omzuma bir kurşun yedim. Arkadam silahlar patlar, bizimkiler askeri indirir diye bekledim ama olmadı. Başka bir ses duymadım. Kalkmak için doğrulduğumda bu sefer başıma bir darbe aldım ve bayıldım.
Uyandım daha doğrusu uyandırıldım, sırılsıklam bir şekilde. Zorla biraz su içirdiler. Omzum uyuşmuştu. Kan pembe pembe sızıyordu. İtalyanca bir şeyler söylemek istedim. Lanet olsun, aklıma “prego“dan başka bir sözcük gelmiyordu. Sürekli prego, prego diye sayıklıyordum. Karşımdaki İtalyanlar ise tek kelime etmiyor ve gülüyorlardı. Adamların üzerinde İtalyan üniformaları ve çeneleri boyunca uzanan çizgi sakalları olmasa tıpkı bizimkilere benziyorlardı. Gerçi tam da seçemiyordum yüzlerini. Omuzlarımdan tutmuş öylece duruyorlardı. Ne yapacaklarsa yapsınlar artık diye bekliyordum. Gözlerim açılmıyordu. Bu esnada anladım ki bana ilaç vermişlerdi. Zorla içirdikleri suyu anımsadım. Bu ilacı atmalıydım.
Odayı dikkatle inceledim. Beynim zonkluyordu, eşimin gülen gözleri, kızımın ürkek bakışları zihnime girip çıkıyordu. Odaya göz gezdirdim. Az ötede bir klozet duruyordu. Bir de kırık lavabo vardı. Duvarlardan birinde bir pencere vardı, ancak üzeri sacla kapatılmıştı. İçeride çok güçlü bir ışık vardı. Bir anlık dalgınlıklarını beklemekten başka çarem olmadığını anladım. Etrafta benden başka Türk yoktu. Ekibin diğer üyeleri galiba benim kadar şanslı değillerdi.
Bağırmaya başladım. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Omuzlarıma bastıran adamlar iyice rahatsız olmuştu sesimden. Küçük, küçücük bir gevşeme anını kolluyordum. Gözlerim iyice kapanmaya başlamıştı. Birazdan bayılıp ya da belki ölüp gidecektim. Devlet sırrı olacaktım. Bir an hissettim, sağ tarafımda duran adam biraz geriye çekilir gibi oldu. Gücümün son zerresiyle ileri atıldım ve klozete yumuldum. Öğretildiği gibi mideme vurdum ve kusmaya başladım. Midemden sapsarı bir akıntı geliyordu. Bu esnada enseme bir darbe aldım ve başımı klozetin içine vurdum, küçük musluk alnımı deldi. Yine bayıldım. Neyse ki ilacı atabildim vücudumdan.
Kendime geldim, işte saatlerdir bunu düşünüyorum. Başıma gelenleri tekrar tekrar yaşıyorum. Yalnızlık bana bunları yazdırıyor, başımı güçlükle doğrultabiliyorum ve çok yalnızım. Ölecek olmak değil de yalnız olmak canımı sıkıyor. Musluğun, taharet musluğunun alnımda açtığı ve omzundan sonra vücudumda açılan bu yeni deliği düşünüyordum. Taharet musluğuyla delinmek… Taharet musluğu?
Beynim uğuldamaya başladı. Bir anda tüm vücudum titredi. Bu nasıl bir oyundu? Bu nasıl bir kurguydu böyle? Ben bunu nasıl anlayamadım? Bağırmaya başladım. Burası Türkiye! Biz hiç İtalya’ya gitmedik! Burası Türkiye! Benden ne istiyorsunuz? Hepiniz Türksünüz! Burası Türkiye! Çıkın ortaya ve anlatın neler oluyor. Burası Türkiye!
Not: Gördüğüm bir rüyadan esinlendim.