İhsan Oktay Anar – Tiamat (2022) İnceleme

Geçtiğimiz haftalarda İhsan Oktay Anar’ın tam 8 yıl sonra yayımlayacağı yeni romanı Tiamat’ın müjdesini vermiştim. Sayılı gün çabuk geçti. Everest Yayınları sözünü tuttu ve yeni roman Tiamat, hem karton kapaklı hem de çok şık ciltli kapağıyla yayımlandı.

Belki de sonda söylenecek yorumu başta yazmakta fayda olabilir. Karşımızda İhsan Oktay’ın en güzel eseri yok. Hatta biraz daha bol keseden konuşup, ilk üçe bile giremeyecek bir eser olduğunu söyleyebilirim. Ancak okur lütfen yanlış anlamasın. Tiamat, kesinlikle kötü bir roman değil. Postmodern Türk Edebiyatı’nın ağababalarından İhsan Oktay’ın, büyülü gerçeklikle bezeli, ustalığının tüm izlerini taşıyan bir roman. Sekiz yıllık bir aradan sonra ve hatta “artık yazmayacak” dedikodularından sonra, gelen olabilecek en güzel sürpriz üstelik. Tabii söz konusu İhsan Oktay romanları olunca ilk okumanın ardından, ikinci bir okuma ve hatta didikleme yapmak gerekiyor.

Bu inceleme yazısında Tiamat’ı edebi değerinin yanında, biraz da popüler kültür/tarihsel izleri bakımından incelemeye çalışacağım. Türkiye’nin en çok İhsan Oktay Anar yazan blogu Proofhead My Resort’te, sekiz yıl sonra yepyeni bir roman incelemesi başlıyor.

Her romanında olduğu gibi, bu romanın da son noktası İzmir Karşıyaka’da, 5 Aralık 2021’de konulmuş. Üstat, Aralık ayında son halini verdiği eserini iki ay gibi kısa bir sürede baskıya hazır hale getirebilmiş. Bu noktada Everest Yayınları’na teşekkür etmek lazım. Ayrıca pek çok yayınevinin yaptığı gibi ilk baskıyı karton, ikinci baskıyı ciltli kapak yapmak yerine, aynı anda hem karton kapaklı hem de ciltli olarak piyasaya sürdüler romanı. 156 sayfalık romanın ciltli baskısı koleksiyoncular için çok kıymetli. Bez sıvama cilde yaldızlı baskılı bir şömiz eşlik ediyor. Ciltli kapakta, Jules Verne’nin Natilius çizimlerini anımsatan, balık formunda inşa edilmiş bir tahtelbahir (denizaltı) resmi yer alıyor. Kapak tasarımını Kardelen Akçam yapmış. Karton kapak baskıda ise aynı tahtelbahiri bu sefer tuğra formunda görüyoruz. Bu resmi Ali Yaycıoğlu bu kitaba özel olarak çizmiş.

Kitabın ilk cümlesinde ve basın bülteninde de yer alan “boş ve anlamsızdı” ibaresi çok ilgimi çekti. Anar, bir felsefeci. “Boşluğu”, genellikle “hiçlikle” eş tutup “karanlıkla” ilişkilendiririz. Ancak “anlamsız” olabilmek için yine de orada bir “şeyin” olması gerekmez mi? Anlamlı ya da anlamsız diye nitelendirebileceğimiz durumun her şeyden önce “var” olması gerekmez mi? Bu yüzden, “boş ve anlamsızdı” kalıbı çok ama çok kıymetli bir ifade olmuş.

Romanımız, süre olarak diğer tüm romanların aksine yalnızca iki gecelik bir macerayı anlatıyor. (Efrasiyab’ın Hikayeleri de Cezzar Dede’nin bir gecesini anlatıyor ancak paralel olarak ilerleyen öykülerle bu zaman dilimi genişlemiş oluyor.) Kahramanlarımız bir grup denizciler, denizaltı askerleri. Everest, yeni romanı tanıttığında “Tiamat” adını ilk defa duyan ortalama okurların bir kısmı, “Bu romanın daha önce yayımlanan Amat romanıyla alakalı” olacağı gibi yorumlar/tahminler yazmışlardı. Gerçekte ise Tiamat, mitolojik bir karaktertir. Babil’in meşhur Enuma Eliş destanında adı geçen, denizde yaşayan ve kaosun sembolü olan Tanrıça. Tüm bu saptamalardan sonra yine bir denizcilik romanıyla karşılaşınca şaşırdım. Amat’ta bir Osmanlı kalyonuyla fantastik bir yolculuğa çıkmıştık. Bu sefer yine bir Osmanlı denizaltısıyla denizin dibinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Gemimizin MORS’ta telsiz kodu T1AMAT. Yine o müthiş lezzetti Osmanlı denizcilik terimleriyle bezeli bir yolculuk başlıyor. 1915 yılının kış mevsiminin sonunda Mısır’ın Port Said kıyılarına yakın bir yerde, Kıbrıs’ın tam güneyinde bir yerlerde gezinen “Abdülhamit sınıfı” bir tahtelbahirin içerisindeyiz. Kahramanlarımız denizde başıboş dolaşan bir İngiliz savaş gemisine bordalıyorlar. Gemide buldukları ve altından olduğuna hükmettikleri bir sandığı denizaltına ganimet olarak taşıyorlar ve o sırada İngiliz gemisindeki onlarca cesedin “neden o halde” olduklarını pek de umursamıyorlar. Bu gizemli sandık, sonradan tanımladıkları üzere bir “teserakt”. Yani içi dışı, dışı da içi. Dört boyutlu bir cisim. “Onun hem içindeyiz, hem dışında.” Bu sandık ve olayın cereyan ettiği Port Said mevki göz önüne alındığında (İsrailoğulları Mısır’dan bu liman civarından göç etmiştir), bu sandığın Tevrat’ta bahsedilen ahit sandığına bir gönderme olduğu çok açıktır.

Kitapta, MORS alfabesiyle dönemin askeri şartlarına uygun olarak pek çok şifreli mesajlaşmaya yer veriliyor. Bunların bir kısmı çözüme ulaşsa da şu aşağıdaki şifreli kısmı halen çözemedim:

JOWGC – PNGPC – ONBYM – FZABY – VASMJ – JYQGX – AGSDF

Büyülü gerçeklikle devam edelim. İhsan Oktay Tiamat’ta, 1. Dünya Savaşı’nın başlarında, Çanakkale Deniz Muhabereleri’nin devam ettiği bir dönemde, farklı bir bölgede kurguladığı olaylar zincirinde, anlatımı desteklemek için var olan pek çok gerçek kişi ve nesneden güç almış. Macera boyunca ismi geçen ve Osmanlı denizcileri tarafından batırılan üç tane İngiliz gemisi var: HMS Quail, HMS Lynx ve HMS Maori. Bu gemiler gerçekten de olayların var oldukları dönemde İngiliz donanmasına ait ve var olan gemiler. Üstelik kitapta anlatılanla uyumlu olarak Lynx ve Maori gemileri 1915 yılında batmış gemiler. Ancak batma sebepleri ve konumları farklı. Lynx İskoçya’da; Maori ise Kuzey Denizi’nde mayına çarparak batmışlar. Quail ise 1895’te ilk defa suya indirilmiş, 1913’te yeniden sınıflandırılarak Tiamat’ta da yer aldığı şekilde “B-sınıfı destroyer” olarak sınıflandırılmış. Akıbeti ise 1919 yılında hurda olarak satılmak olmuş.

Biraz da Osmanlı’daki duruma bakalım. Kitapta bahsedilenin aksine, Osmanlı’da “Abdülhamit Sınıfı” bir denizaltı yok. Bizzat ismi “Abdülhamit” olan bir denizaltı var! Bir de kardeşi olan “Abdülmecit”. Bu iki denizaltı, Osmanlı’nın envantere giren ilk ve son denizaltıları olmuş. Hikayeleri çok ibretlik ve aslında ordu geleneğimizin komik detaylarıyla da örtüşüyor. İngiliz Nordenfelt Şirketi, 1880’li yıllarda ürettiği Nordenfelt isimli denizaltıyı tanıtmak için o dönemin en güçlü ülkelerine birer davetiye yolluyor. Osmanlı’nın da içlerinde bulunduğu temsil heyetinden hiç kimse, şirketin tanıttığı denizaltıyı beğenmiyor. Tanıtım fiyaskoya dönüşüyor. Ancak adamlar pes etmiyor. Bakıyorlar, akıl mantık yoluyla ikna edemeyecekler, bir takım “dış güçleri” devreye sokuyorlar. Basil Zaharof isimli bir tüccar, önce Yunanlılara gidiyor. “Osmanlı tehdidini” anlatıp Yunanistan’a bir denizaltı aldırıyor. Daha sonra aynı adam, bu sefer Osmanlıya gelip konuyu çok da bilmeyen paşalara “Yunan tehdidini” anlatıp iki denizaltı birden almaya ikna ediyor. Akıl almaz değil mi! 1886’da II. Abdülhamit, Nordenfelt II sınıfı iki denizaltının parasını ödeyip siparişi veriyor. Bu gemiler şaşırtıcı bir hızla, bir kısmı da İstanbul tersanelerinde birleştirilerek 1887’de suya indiriliyor. Suya inen gemiye Yüzbaşı Halil ve şirketin bir mühendisi biniyorlar ve başlıyorlar denemeye. Fakat o da ne? Denizaltıda korkunç bir denge sorunu var! Üstelik taahhüt edilen hızın yarısına bile ulaşamıyor. Ne yaparlarsa yapsınlar bu geminin askeri bir amaçla kullanılamayacağını ve verdikleri paranın çöp olduğunu anlıyorlar. Bunun üzerine padişah da 1888’de gemiyi kızağa çektirip kendi personelinin bile gemiye yaklaşmasını yasaklayarak “gemiyi cezalandırıyor”. Tanıdık geldi değil mi 🙂 Personel demişken, İhsan Oktay Anar romanında 15-20 kişilik bir ekibi anlatıyor. Bu modern bir denizaltında bulunan personel sayısının altında. Oysaki yukarıda anlattığım denizaltının mürettebatı sadece 5 kişiden oluşuyor. Dolayısıyla kurguda anlatılanla tarihsel gerçeklik zaman zaman birbiriyle örtüşse de aslında birbirinden oldukça farklı.

İhsan Oktay’a özgü küçük espri elementleri hala mevcut. Örneğin gemide yaşanacak ölümlerden bir tanesi “öd patlaması” sebebiyle oluyor. Ya da askerlerin kendi aralarındaki eğlenceleri… Ölen bir denizcinin MORS alfabesi kullanarak iletişim kurmaya çalışması…

İhsan Oktay, romanlarında başkahramanlarını kolayca harcamaz. Finali muhakkak gördürür. Ancak Tiamat’ta kahramanlarımız biraz kolay harcanıyor. Belki de asker olmalarıyla bu durumu bağdaştırabiliriz. “Biz askeriz. Polis ya da hafiye değiliz. İşimiz yapmak, düşünmek değil.”

Roman sayesinde öğrendiğim bir kelime var: Zugzwang. Bu terim, satrançta hamle sırası gelen oyuncu ne oynarsa oynasın, durumunun çok kötü olması anlamına geliyor. “Satrançtaki zugzwang gibi, ölsek de gebersek de işimizi yapacağız.”

Everest Yayınları, umarım bu kitabı yakın zamanda çizgi roman olarak da yayımlar. Zaten kısa bir öykü olduğundan çizilmesi çok uzun sürmeyecektir. Anlatılan karakterleri bir kere de çizgiler ve renklerle bezeli olarak okumak çok keyifli olacaktır.

Tiamat, İhsan Oktay’ın ikinci deniz romanı. Üstadın halen yayımlanmayan Tamu isimli romanı, belki önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Everest’ten yayımlanır. Sekiz sene sonra gelen bu roman kadar şaşırtmaz herhalde bu durum. Bir diğer beklentim ise İhsan Oktay’ın zaman zaman OT Dergi’de yayımlanan yazılarının derlenip toparlanarak ayrı bir kitap olarak yayımlanmasıdır. Bunu muhtemelen yayın hakları dolayısıyla OT Dergi yapacaktır.

Son olarak bu yazıyı hazırlarken romanın kendisinin yanı sıra Metin Yetkin’in şu yazısı ile Evren Mercan’ın Osmanlı Bahriyesinde İlk Denizaltılar isimli makalesinden faydalandım.  

Yorum bırakın