Category Archives: Edebik Fantastik Sanatsal

Sanatsal olaylara, edebi eserlere bakış açım, kendi yazdıklarım bu kategoridedir.

Chaos Magazine 11. ve 12. Sayılar

Aylar önce Chaos Magazine’in geri dönüş sayısının haberini yaptıktan sonra, yıl bitmeden bir yeni sayı ve devamında da yepyeni bir 12. sayı daha yayımladı LainmeunMurat Chaos Gökbulut. Derginin 10. sayısıyla birlikte başlayan renkli ve ciltli bookazin formatı öylesine sevildi ki geriye dönüp yıllar önce siyah beyaz çıkan 9. sayıyı bile “yalandan renkli” bastı. Dolayısıyla bu yepyeni renkli ve ciltli olarak yayımlanan bookazin formatlı sayılar artık bir Chaos standardı haline geldi. Chaos Magazine, ülkenin yerinde sayan ve kendini bir türlü aşamayan fanzin piyasasına müthiş bir hareket getirmiş oldu. Bu son yazdığım iddialı gelmiş olabilir ancak 11. ve 12. sayıların henüz baskıya girerken sipariş yöntemiyle tükenmiş olduğunu, bu ivmeyle birlikte derginin yıllar önce çıkan 9. sayısının bile yeni baskı yaptığı ve tükendiğini dikkate almak gerekiyor. Derginin yazar, çizer, editör ve büdütörü Murat Gökbulut, Chaos ismiyle ne yayımlasa kelimenin tam anlamıyla kapışılıyor.

Kasım-Aralık 2023 tarihinde yayımlanan 11. sayı 130 sayfadan oluşuyor. Kapağı çevirir çevirmez editörümüzün mesajıyla Chaos’a girmiş oluyoruz. Derginin kapağında Urgehal var ve bana göre Chaos tarihindeki en güzel kapaklardan birisi olmuş bu. Arka kapakta ise Sabhankra’nın Rotting Helios albümünün kapağına yer verilmiş. Sınırlı sayıda basılan derginin #052 no.lu kopyası bende. Derginin son sayfasında ise yıllardır uyguladığı “içindekiler koymama” kuralına biraz nazire yaparak “içinde içindekiler vardır” mesajıyla bir indeks yer alıyor ve bu 130 sayfalık dev eser “cemiyete hapsolmuş adamlardan olmama savaşı sürecek” mesajıyla son buluyor. Derginin arkasındaki isim, her şeyi, frontmani, beyin takımı, emektarı, EYT’lisi, editörü, büdütörü Murat Gökbulut iken çevirilerde Serkan Kaya’nın ve çizer olarak da Zeynep Özkazanç’ın desteğini görüyoruz.

Dergi muhtemelen yazarının da tahmininin ötesinde çok ilgi gördü. Basılan kopyalar çok kısa sürede tükendi. Dolayısıyla artık bu sayıları bulmak için çok şanslı olmak ya da eşten dosttan ricacı olmak gerekiyor. Yazarın bu konuda hiçbir kaygısı yok. Fotokopi çekin, basın, dağıtın, yeter ki okuyun! Ben de bu yazıda he Chaos’un bugün geldiği nokta ve ülkemizdeki metal piyasası bakımından kazandığı öneme değineceğim, hem de bu son iki sayıdan ufak notlar vereceğim. 11. sayıyla başlayalım.

  • Convocation’ın Ashes Coalesce albüm kapağını çizen grup elemanı Lauri’ye, “albüm kapağı çiziminde Caravaggio etkisi var” deyince eleman hem şaşırıyor hem de mutlu oluyor. “Fark ettiğiniz için tebrikler” diyor. Röportaj ve enteresan sorular için de teşekkür ediyor.
  • Yine aynı sayıda 10. ve 11. sayfalarda arka plandan dolayı, GRA röportajının büyük kısmı okunamıyor.
  • Bir başka bomba detay: Afterbirth röportajında Murat Gökbulut, grubun Four Dimensional Flesh albümünün kapağında ressam Maurits Cornellis Escher’e saygı duruşunda bulunduklarını söylüyor. Grubun gitaristi Cody ise şaşırarak “bunu anlamana hayran kaldım” diyor. Gerçekten de grubun albüm kapağını yapan sanatçı, bu eseri üretirken Escher’den ilham almış. Cody röportajı “iyi bir sanatseversin dostum, detayı yakaladığın için tebrik ederim” diyerek tamamlıyor.
  • Dergideki röportajların büyük kısmında Türkiye denilince akıllara Cenotaph geliyor. Ayrıca Enfulged ve Diabolizer de uluslararası tanınırlığı yüksek gruplarımız.
  • 11. sayının en uzun röportajı Forgetten Tomb’un tam 6 sayfalık ilgi çekici röportajı. Bu adamın da Türkiye deyince aklına Galatasaray geliyormuş.
  • Acherontas röportajı, sorulara verdiği birbirinden ilginç cevaplarla Chaos tarihinin çevirmesi en zor röportajı olmuş.
  • Peki, Omnium Gatherum grubundan Markus’un Öztürk Serengil’in oğluyla Wolitrap isimli bir grubunun olmasına ne diyorsunuz? (Jussi I. Cengizhan Serengil, Finlandiya’da yaşıyor, annesi Seija Mirja, ablası Seren Serengil)
  • Cruciamentum grubundan D.L.’nin, Türk-Fransız progressive rock grubu Asia Minor’ı ve özellikle grubun ikinci albümü Between Flesh and Divine’ı çok sevmesini ben de çok sevdim.
  • Dergideki en özel röportaj Urgehal’inki. Editörün heyecanı grubun kurucu üyesi Enzifer’le yaptığı röportajdan anlaşılıyor.
  • Lainmeun’un dergiye yazdığı konser kritikleri, aslında bir mizah dergisinde yayımlansa büyük ses getirir ve epey taraftarı olur. Mizah dozu fazla, yerinde göndermeleri ve bolca müzik kültürüyle harmanlanmış bu kritikler bile ayrı bir dergi olarak yayımlanmayı hak ediyor bence. Üstelik derginin son yayımlanan üç sayısı ve gelecek sayısı sayesinde ülkenin bu dönemde İstanbul’da gerçekleşmiş neredeyse tüm ekstrem müzik konserlerine gitmiş kadar oluyoruz. Bu noktada bir tavsiye verebilirim. Chaos Magazine, yayımlandığı dönemdeki konserler hakkında farklı ilerden belli sayıda konuk yazarı davet edebilir. Bu sayede örneğin Ankara’da yapılan ve ses getiren bir konseri de derginin sayfalarında hem okuma hem de ölümsüzleştirme imkânı bulmuş oluruz.
  • Editörün konser kritiklerinde ısrarla bahsettiği, kâh güldüğü, kâh eğlendiği, kâh gözlerinin aradığı “metalarchives dayı” isimli kişi kimdir?
  • Yine dergide yer alan tam altı sayfalık bir Agathodaimon röportajı var ki eski dostların buluşması tadında. Sadece bu içeriği okuyarak grup hakkında hatır sayılır oranda bilgi sahibi olabilirsiniz. Grubun ülkemize ilk gelişinde yaşadıklarıyla ilgili dikkat çekici detaylar var.

Her sayıda olduğu gibi 11. sayıda da röportajlar haricinde ciddi bir sinema içeriği mevcut. Lainmeun, bu dergi için pek çok şey olmanın yanı sıra esasen iyi de bir sinefildir. (Zebra var, o ayrı 🙂 Chaos’ta, popüler akım sinema dergilerinde asla okuyamayacağınız sinema içerikleri yer alıyor. Filmler, sadece yönetmenleri değil, temsilcisi olduğu akımlar ve içerikleri semboller bakımından da ele alınıyor. Derginin son kısmında, bir önceki sayıdan devamla “Metalciler Kitapsız Değildir Vol. II” yer alıyor. Bu seride ülkemizdeki ünlü/az ünlü pek çok metalci yazarın kaleme aldığı eserler tanıtılıyor.

Evet, 11. sayı böyleydi. Gelelim 12. sayıya. Chaos tarihinin en kapsamlı ve hacimli yayınıyla baş başayız. Yalnızca dört aylık bir sürede hazırlanan bu sayı tam 200 sayfa! Kapakta Paradise Lost var. İçeriği, mizanpajı, dizgisi ve baskı kalitesiyle en kurumsal Chaos Magazine açık ara 12. sayıdır. Bu sayıyla Chaos, artık yavaş yavaş yeraltından çıkmaya başlamış gibi görünüyor. Murat Gökbulut, kendisine 11. Sayıyı okuduktan sonra ilettiğim sertifika önerisini de beğenmiş olacak ki bu sayıdan bir sertifika çıktı. Sınırlı üretilen derginin alıcısına ve ismen yazılmış bu sertifika çok kıymetli. Sayfa tasarımları önceki sayılara göre çok daha iyi. Sayfa arka plan nedeniyle okunamayan röportaj yok.

Yine 12. sayıda da derginin her şeyi, yazarı, çevirmeni, editörü ve büdütörü Murat Gökbulut. Çizerlere ise Zeynep Özkazanç’a destek olarak bu sayıda Berk Balkaç eklenmiş. Sınırlı sayıda basılan bu sayının da #052 no.lu kopyası bende

Röportaj yapmayı, müzik yazıları yazmayı öğrendiğim Chaos’a, bu konuda elbette tavsiye verecek değilim. Ancak özellikle derginin şekilsel ve görsel tasarımına ilişkin ufak tavsiyeler vermek, iyi bir Chaos fanı olarak hakkımdır diye düşünüyorum. Bookazin formatındaki bu yayında, kapağı çevirir çevirmez editör notuyla karşılaşmak yerine, belki bir iç kapağa da artık yer verilebilir. Bir de virgülden sonra boşluk bırakılmadığı için bazı kelimeler bitişik duruyor. Bu hata sürüm farkından da kaynaklanmış olabilir. Ve bir minik tavsiye de paragraf içerisinde kullanılan görsellerin yerleşime dikkat etmek gerekli. Bazı yerlerde görseller paragrafları tam ortadan ikiye böldüğü için cümleyi okurken gözlerimiz bir sola bir sağa zıplamak zorunda kalıyor. Bu da biraz zorlayıcı oluyor.

Şimdi dergiden öne çıkan, ilgi çeken bazı notlara yer vereceğim.

  • Alman Convictive grubunun röportajında Türkiye’den Sabhankra övülüyor.
  • Singapurlu Infernal Execrator grubundan Lord Ashir’in ülkemizden dinlediği grupların ancak yarısını biliyor olmamdan utandım.
  • Lainmeun’un röportajlarında bir klasiktir. Röportaj yaptığı gruptan, kendi ülkelerindeki metal piyasasından tavsiye isimler ister. Manbryne grubunun vokalisti Sonnelion, Polonya black metal sahnesinden hiçbir grubu tavsiye etmiyor. Şaka gibi!
  • Tam beş sayfayı kaplayan Persecutory röportajı yerli piyasamıza da dair pek çok detayı barındırıyor. Çağatay’la yapılan röportajda çok önemli bir detay yakaladım. Tayland’da yayımlanan Darkest Against Light Zine isimli bir fanzinde “Kadıköy Metal Sahnesi” isimli oldukça geniş bir yazı yayımlanmış.
  • Derginin kapak grubu olan Paradise Lost ile yapılan röportaj, belki de röportajın kendisinden çok, öncesinde ve sonrasında yaşanan kaotik durumlarla birlikte hem komik hem de sinir bozucu. Biz bu durumu derginin yayımlanmasından çok önce Murat Gökbulut’un sosyal medya hesaplarından an be an takip edebilmiştik. Yapılan röportaj, derginin adına yakışır bir kaosun sonunda bizlerle buluşabilmiş. Ancak bana göre dergideki en zayıf röportaj da bu. Çünkü ancak 15 dakikalık bir vakitte Zoom üzerinden yapılmış ve grup pek çok noktayı kısıtlamış.
  • Ancient grubunun frontman’i Magnus, “desteği ve ayırt edici soruları” için Chaos’a teşekkür etmiş.
  • Blind Guardian konserinin kritiği hayatımda okuduğum en komik konser kritik yazısı olabilir. Yine benzer şekilde Rotting Christ konseri kritiği de ne beklerken ne buldum temalı, tam bir Gökbulut klasiği olmuş.
  • Pantheis grubuyla yapılan röportajda grup Closer to God isimli albümleri için “bu albümde Ennio Morricone’nun hayaleti dolaşıyor” diyor.
  • Bu sayıda pek çok grup ülkemizden Mezarkabul’u (Pentagram) tanıdığını söylüyor. Shade Empire grubundan Eero, Anatolia albümünü çok sevdiğini ekliyor.
  • Grabak ve Antrisch gruplarına sorduğu soruların iki üç tanesi aynı sorular. Ben Antrisch’in cevaplarını daha çok beğendim. Ancak Maurice’in ülkemizle ilgili verdiği cevaplarda, darbe yapan orduyu “heyecan verici” bulmasına anlam veremedim. Yine, ülkemiz piyasasından İlkim Oulanem’den etkilendiğini söylüyor Maurice. Oulanem için “Black Metal’e sahip çıkıyor” diyor. Ancak anlaşılan bilmiyor ki aynı sanatçı önce adından Oulanem ismini atıp rock müziğe, sonra ise tamamen piyasan çıkıp klasik müziğe (orkestra şefi olarak) yöneldi. Üstelik eski kariyerine dair tüm izleri de kaldırarak. Dolayısıyla ortada sahip çıkılan bir şey de sahip çıkan biri de yok artık. Maurice, “özen gösterilmiş ve ilginç soruları için” teşekkür etmiş. İşte bir müzik dergisi için bundan daha kıymetli bir şey var mıdır bilemiyorum.
  • Yıllardır ilk defa bir müzisyenin (Vomitory’den Tobias) ülkemizden bahsederken Türk zillerini övdüğüne şahit oldum. Tobias, Meinl zillerinin el yapımı olarak Türkiye’de üretildiğinden bahsetmiş. Normalde bu markanın zilleri makine baskısıdır. Ancak bir araştırma yapınca Alman menşeili firmanın gerçekten de ülkemizde 30 kişinin çalıştığı bir atölye kurduğunu ve Samsun’da Amisos markasıyla üretim yaptığını öğrendim.
  • Dergide Agathodaimon konser kritiği yer alıyor. Bu kritikte Lainmeun, 11. sayıya atıf yaparak Agathodaimon’ın ülkemize ilk defa geldiğinde yaşadığı müthiş olaylı konsere değiniyor. Hatta grubun da o dönemki organizatöre hiç acımadan nasıl sövüp saydığını anlatıyor.
  • Tıpkı önceki sayılar gibi bu sayıda da sinema içeriği önemli yer tutuyor. Darren Aronofsky’nin 2017 tarihli Mother filmi için Türkçe’de yazılmış en kapsamlı kritik kaleme alınmış.
  • Koleksiyonerler için harika özel baskı film (bluray, DVD ve box set) tavsiyeleri yer alıyor. Benim en ilgimi çeken Hitchcok Tin Box seti oldu.
  • Yine bu sayıda da son iki sayıda olduğu gibi, “Metalciler Kitapsız Değildir” dizisinin 3. bölümü yer alıyor. Ancak bu bölümde Altay Öktem ve Orkide Ünsür’e daha çok yer verilmiş.

Evet, Chaos Magazine dopdolu içeriklerle piyasaya çıktı ve hatta tükendi. Ee sen bu yazıyı neden yazdın o zaman? Tarihe not düşmek için ve olur da bir yerde karşınıza çıkarsa mutlak suretle arşivinize katın diye. Yukarıda da yazdığım gibi, Chaos’un artık yavaş yavaş yeraltından çıkıp (çok da şımarmadan) bir yayıneviyle anlaşıp ülke çapında dağıtılır hale gelmesi lazım. Tek bir dergiyle bu kadar yoğun içeriği sunabilen başka bir mecra yok. Ellerine sağlık Lainmeun – Murat Gökbulut ve doğum günün kutlu olsun. Nice mutlu yaşlarında müzikle ve bizlerle olman dileğiyle.

Nisan Dolunayı ve Köşe Başındakiler

Yerel seçimlerden sonra, günler şaşırılacak şekilde durgun ve bir birinin aynısı geçmeye başladı işyerinde. Mutluyuz, işimizi yapıyoruz. Öyle çok fazla da son dakika kaosları yaşamıyoruz. Bu sayede tam da olması gerektiği ruh haliyle evlerimize dönüyoruz.

Arada sürprizler yapsa da özellikle bayram tatilinden sonra Eskişehir’e bahar geldi diyebiliyorum, havalar ısındı. Bu da benim açımdan heyecan verici bir gelişme demek: Bisiklet sürmeye başladım. Artık işe bisikletle gidip geldiğim günler başladı ve o kadar mutluyum ki! Bazen dönüş yolunda, güneşin batmaya yöneldiği doğrultuda bakışlarımı tam da karşıya dikerek sürüyorum. Bisikletim caddeler, sokaklar ve insanların arasından süzülüyor. Kesişim noktamız lastiklerimin değdiği toprak ve ciğerime dolan hava onlar binlerce suretin arasından…

Ve çok daha özel bir kitle ise sabahçı arkadaşlarım. Arkadaş diyorum ama bakışlarındaki umursamazlık ve sabırsızlıktan başka hiçbir şeylerini bilmiyorum. Adları nedir? Yaşları nedir? Neden her sabah bu köşe başında oturup o buz gibi taşlara bekliyorlar? Ve nasıl oluyor da hepsi aynı aynı boya şişesinden çıkmış gibi karanlık kimseler? Tekinsiz muhabbetler dönüyor olmalı aralarında. Neden sonra dolunaydan birkaç gün evvel, bir minibüsün yanaştığını ve bu köşe başındakilerin üşüştüğünü gördüm. Minibüsün önünde minik bir tabela asılıydı. İşte bu tabelada yazan birkaç kelime aradığımı cevabı veriyordu bize.

Şaşırarak bakıyorum,
Nasıl da birbirimize benziyoruz.
İşte ben ayağımda yarım yamalak bir kundura,
Cebimde yarısı bitmiş sigara paketi,
Belki diğerinde yeni paketin parası, birkaç kuruş.

Birkaç kuruş,
Düşünüyorum ancak bir çorba parası,
Bir çorbayla doyar mı insan?
Yine en güzeli çay sigara diyorum,
Açlığı değil ama düşüncelerimi bastırmak için.
Susmayan, belki hak diyen, belki kader.

İşte şimdi şu saatte,
Bizler birbirimize bakıyoruz ve benziyoruz.
Bir imzanın uğruna, aynı yorgun gözlerle bakıyoruz,
Bir gün daha yorulup ellerimizi iki yana açabilmek için.

Bu sabahçı taife, denetimli serbestlikten yararlanan eski mahkumlardan ibaretti. Anlaşılan her gün aynı saatte, bir yerlere imza vermeye gidiyorlardı. Peki rastlaştığım her sabah, bu yüzleri çok az gülen kimseler neler konuşuyorlardı? Daha önce denetimli serbestlikten yararlanan eski mahkumlarla bir arada bulunmuş, hatta bu kişilere eğitim bile vermiştim. İnsanın ardını görmeye çalışıyor gibi bakıyorlardı bana. Sadece bakışlarını yönetmeyi becerebilirseniz, kitleyi de yönetiyordunuz.

Beni bilirsin. Böyle kıyıda köşede kalmış hikayelere bayılırım. Sana bu yönümü pek sevdiremedim. Seninle olmanın cehennemde olmaya benzer bir yanı varsa o da beni anlamadığın anlardır. Utanıp sıkılıp kaçıp kurtulmak istediğim anlar. Bu garip, oldukça garip bir hissiyat olmuştur benim için. Çok az defa, sen yokken, böyle hissettim.

Gökyüzünde Dolunay: Bu Romanı Kimse Okumasın

Bugün dolunay var. O yüzden çok daha önemli bu gece. Baharın ilk ayı bitiyor. Ancak havalar bir türlü ısınmadı. Hatta kar bile yağdı Eskişehir’de! Soğuk canımızdan bezdirdi. Artık Nisan ayı başlıyor. Umarım Nisan ayında özlediğimiz bahar havalarını yaşarız. İşyerine bisikletle gitmeyi özledim.

Alper’in tavsiyesiyle bu ay müthiş bir sanatçı keşfettim: Mark Maggiori. Western temalı ve aşırı gerçekçi çizimleriyle emsallerinden çok başka bir yerde duruyor. Bizim gibi sıkı bir Western hayranıysanız da çizdiği dünyalarda kendinize yer bulabiliyorsunuz. 2017 yılında çizdiği Moonlight Solitaire isimli şu eserine hayran oldum.

Gürkan Candan

Önceki ay yazmaya fırsat kalmadı ancak Gürkan Candan‘ın çok hoşuma giden bir öyküsünü, Tek Okuru Olan Efsane Roman, okumuştum. Gürkan Abi’nin -nam-ı diğer Gorki– bu öyküsünde, adını ve yaşını bilmediğimiz kahramanımız bir zamanlar dedesine ait olan eski bir dükkanda, bizzat dedesi tarafından yazılmış bir roman buluyor. Dedesinin, küçük bir kasabada, öyle kendince bir hayat yaşayıp ölen birinin böylesine müthiş bir romanı nasıl yazabildiğine anlam vermeye çalışıyor. Gorki’nin kurgusu kahramanımızın o eski dükkanda romanı bulmasıyla başlıyordu ve günümüzde bitiyordu. Peki ya öncesi?

Günlerdir aklımı bu soru kurcalıyordu. Güzel bir fikir üzerinden kurgulanan bu öykünün öncesi nasıl olabilirdi? Olaylar tam olarak nerede başlamıştı? Bu zamansız, neredeyse mekânsız ve kahramanlarının isimlerini dahi bilmediğimiz olaylar nasıl gelişmişti? Ne zamandır Gorki ile ortak bir iş yapmak hevesinde olduğum için bu öyküye bir “ön öykü” yazma fırsatı olabilirdi. Öyle de oldu.

İşte karşınızda, Tek Okuru Olan Efsane Roman isimli öyküde bahsedilen olayların öncesini anlatan ön öykü (prequel): Bu Romanı Kimse Okumasın. Çok uzakta olanlara benden bir hediye.

—ooo—

Dükkânın tozunu kirini muazzam bir gayretle, hemen her gün temizlerim. Manifatura işi böyledir. Kestikçe kumaştan kalkan toz, bir süre sonra adeta tutunur bulduğu her zeminde. Temizlenmezse gide gele dükkânın her köşesinden nefes aldıkça insanın boğazını acıtan, keyfini kaçıran ufak yığınlara dönüşürler. Temizlik bittiğinde, eğer müşteri de gelmemişse en keyif aldığım vakit gelmiştir artık: Okumak zamanı.

Kasabamızda ilk ve ortayı bitirip nihayet aklım ermeye başladığından beri elimden gazeteyi, kitabı ve okumaya layık bulabildiğim ne varsa düşürmedim. Burası ufak bir yerdir. Bağda, bahçede elinde çapa, kürek olmalı derler insanın. Elinde kitapla görürlerse yadırgarlar ve tembellikle suçlarlar. Böyle böyle kâh gizliden, kâh açıktan bir okuma hevesiyle geçti çocukluğum. Bir vakit babam da vefat edip dünya değiştirdiğinde, artık kaçacak başka bir yerim kalmadı. Dükkânın başına geçtim. Yığınlar dolusu kumaş bana baktı, ben onlara. Yıllarım geçti renklerin ve desenlerin içerisinde. Müşteriler gelir, seçer beğenir. Üç metre, beş metre… Makası kumaşın kenarına dayayıp çabuk bir el hareketiyle “cırt” diye çıkan o sesi duyarım hep. Sonra müşteriyi uğurlar, elimdeki makası da bir kenara bırakıp yine sözcüklerle bezeli kendi dünyama dalarım.

Bir müddet sonra evlendim. Karım iyi huylu, beni seven, sayan ve geçinmeyi hayatının vazifesi haline getirmiş birisiydi. Pek nadir dükkâna uğrar, elimde makasla görürse işim var addedip seslenmeden giderdi. Ancak elimde kitap ya da gazete görürse elimde iş olmadığına kanaat getirip tezgâhın arkasına geçerdi. “İyi bari, müşteri yokken sen de boşsun, şöyle bir oturayım.” Gülümserdim. Bilmezdi, ben aslında okuduklarımın muhakemesiyle meşguldüm. Elimde tuttuğum şey ister bir gazete ister bir kitap olsun… Okuduklarım zihnimde canlanır, kendimi onların yerine koyar ve hep o memleketlerde düşlerdim.

Kasabaya genç bir öğretmen atandı o yıllarda. Oğlumun da öğretmeniydi. Bir akşamüzeri dükkâna uğradı. Yanında da benim oğlan. “Babam kumaş satıyor” demiş. Kadın da merak etmiş, belki kendime göre bir şeyler de bulabilirim diye düşünerek. İçeri girdiklerinde gözleri önce tezgâhın arkasında dizili top top kumaşın üzerinde kaydı. Uzun boylu, siyah saçlı ve parlayan gözleriyle bakışları neden sonra gelip tezgâhın üzerinde duran romana takıldı. Bana bakarak sordu. “Amca sen mi okuyorsun?” “Evet”, dedim. Hem şaşkın hem mutlu oldu. “Ben de birkaç sene oluyor okuyalı. Ancak sonunda bence olaylar pek bir tatsız sonuçlanıyor, ben yazacak olsaydım böyle bitirmeye elim varmazdı.” Başka da bir şey demedi. Gülümsedi ve dükkândan ayrıldı.

Okumaya devam et

İhsan Oktay Anar Külliyatı – 2024

Türkiye’de İhsan Oktay Anar ve külliyatı denilince akla gelen, bu üstada dair ülkede en çok yazıyı yazan blog bu blogdur. Google’a “İhsan Oktay Anar Külliyatı” yazdığınızda yazarın resmi künye sayfasından sonra ilk sırada benim taa 2017 yılında yazdığım şu yazı çıkıyor.

Bu yazıyı yazdığım günden bu yana, altı yıldan daha uzun bir süre geçti. Yazıyı yazdığım tarihte, kütüphanemde bulunan tüm kitaplarını baskı yılları ve sahip olduğum baskılarına göre listelemiştim. Kitaplar hakkında kısa bilgiler verip her bir eserin bende hissettirdiklerinden bahsetmişim.

Esasen blogda oldukça güncel bir İhsan Oktay akışı var. Yazarın her yeni adımını haber veriyorum. Ancak yine de bu parça parça duyurduğum işlerin ve kitapların derli toplu ve meraklıları için bir referans olması amacıyla yeni bir tablo oluşturmaya karar verdim.

Yıllar önce yazdığım yazıyı biraz daha güncelleyerek yeniden kaleme aldım. Güzel haber ise bu içeriği gönderi olarak blogda yayımladıktan sonra podcast olarak da kaydedip bloğun podcast kanalında yayımlayacağım.

Yolculuğumuz 1995’te başlıyor. Puslu Kıtalar Atlası yayımlandığında, herhalde o dönemin edebiyat eleştirmenleri oldukça şaşırmışlardır. Zira ilk defa bir yazar fanteziyi tarihle iç içe ve “büyülü bir gerçeklikle” yorumluyor, kendi kurguladığı bir paralel evrende adeta mucizeler yaratıyordu. Üstelik bunu yaparken bilimin olanca gizemini de kullanıyordu ki okuyucuların beyinlerinde şerareler ardı ardına beliriyordu. Gerçekle düşü ayıran çizgiyi neredeyse yok ediyordu.

Puslu Kıtalar Atlası’nın ilk kez yayımlandığı tarihten bugüne kadar yaklaşık 29 sene geçti ve bu eser adını Türk Edebiyatı’nın kült eserleri arasına çoktan yazdırdı bile. Hatta yirminci yıl özel baskısı bile yapıldı çok güzel bir cilt ve şömizle birlikte. Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay’ın yayımlanmış olan yedi romanı içerisinde en çok okunan, en çok bilinen ve ne yazık ki popüler kültüre en çok çerez yapılmaya çalışılan romanıdır. Oysaki hemen her sayfasında bambaşka bir lezzet, bambaşka bir sır ve kim bilir ucu nerelere uzanan bambaşka atıflar vardır. Ve çok az okuyucu kitaplardaki göndermelerin farkındadır.

Bu noktada bazen isyan ediyorum. Keşke, İhsan Oktay Anar, bu kitapla tıpkı Tolkien gibi, George R. R. Martin gibi yepyeni bir evren kurgulasaydı ve tüm eserlerinde bu evreni kullanıp geliştirseydi. Gerçi evet, kısmen, yaptığı iş buna benziyor biraz. İkisi hariç, tüm kitaplarındaki olaylar Osmanlı döneminde geçiyor. Ancak Efrasiyab’ın Hikayeleri ve Galiz Kahraman’da Osmanlı sonrası genç Cumhuriyet dönemini anlatıyor.

Yolculuğun bir sonraki adımı ise Kitab’ül Hiyel. 1996 yılında, “Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri” alt başlığıyla yayımlandı. Bu romanda, bir öncekinin aksine, öykülerde anlatılan icatların çizimleri de yer almaktadır. İhsan Hoca, bu çizimleri de bizzat kendisi yapmıştır. Her biri, birbirine bağlı olan öyküleri tam 94 farklı ağızdan nakletmiş, okurken bu kişilerin lakapları bile kahkaha krizine sokmaya yetiyor okuyucuyu. Mizah, İhsan Oktay’ın kitaplarında hep vardır. Bu öyküde de dozunu ustalıkla tutturmuştur. Kitap, 144 sayfa olmasına rağmen, yapılan atıfları tek tek araştırıp bulmaya kalktığınızda okuması iki üç gün sürebiliyor. Puslu Kıtalar, yola çıkmak için olmazsa olmazdır. Kitab’ül Hiyel ise yola çıkarken alınacak en leziz yolluktur. Kitab’ül Hiyel, 2018 yılında Gregory Key tarafından İngilizceye çevrilerek The Book of Devices ismiyle Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Türkiye’de yayımlanan tek İngilizce İhsan Oktay Anar kitabı da halen bu kitaptır. Bu kitabın Oliver Dolbeau tarafından tasarlanan kapağı tek kelimeyle muhteşem. Aynı yayınevi belki birkaç kitabı daha çevirip yayımlar diye düşündüm ancak geçen yıllar içerisinde ne yazık ki bu olmadı.

Efrasiyab’ın Hikayeleri, 1998 yılında yayımlandığında, İhsan Oktay’ın üçüncü kitabı olmasının yanı sıra, Puslu Kıtalar Atlası’nda sürekli bahsedilen Efrasiyab isimli kahramanın hikayelerinin de nihayet yayımlandığı düşüncesiyle büyük heyecan yaratmıştı. Ancak, Puslu Kıtalar Atlası’nda bahsedilen Efrasiyab ile kitapta bahsedilen Cezzar Dede’nin pek de alakaları yoktu. Üstelik kitaptaki olaylar tahminen 1950-1970 arası dönemde geçiyordu. Eh, önceki kitaplardaki o tarihi ögelerle iç içe geçmiş fantastik kurguları bulamayan okurların gözünde Efrasiyab’ın Hikayeleri, en zayıf eser olarak kendine yer edindi. Ancak bu haksızlık bence. Bu kitabın benim için bir önemi de annemin de okuduğu ilk ve tek İhsan Oktay kitabı olmasıdır. Ayrıca bu kitapta blogda ve podcast kanalımda yer verdiğim Gehinnom kavramına da bir atıf vardır.

Yaklaşık 7 yıllık bir aradan sonra, 2005’te, üstelik aynı yıl içinde tam dört baskı yaparak, Amat yayımlandı. Aman yarabbi o ne kitaptı öyle! Seval’in doğum günü hediyesi olarak aldığı bu kırmızı kapaklı kitabı, evden okula, okuldan eve giderken dolmuşlarda ve otobüslerde okudum. O nasıl bir kurgu, o nasıl bir ters köşe etmektir öyle! Evet, Puslu Kıtalar Atlasını ilk defa bitirip başımı kaldırdığımda gözlerim sevinçle parlıyordu. Hayatımın en önemli yazarlarından birini bulmuştum ve üstelik yıl 2007 idi. Ancak Amat’ı bitirdiğimde gözlerimde oluşan parıltıyı, dehşete düşmüşlük, şaşkınlık ve hayranlığın bir karışımı olarak tanımlayabilirim. Puslu Kıtalar Atlası’ndan sonra en sevdiğim ikinci kitaptır. Kitabın adında dahi bir gönderme, bir oyun var. Dahası okudukça denizcilikle ilgili bu kadar çok Osmanlıca terimi nasıl da ustalıkla kullanmış bu adam diye mest oluyorsunuz.

Çok bekletmemiş ve 2007’de Suskunlar’ı patlatmış bu sefer de hoca. Eflatun rengi bir roman bu. İletişim Yayınları’nın da yeni tek tip kapak baskılarından önce yayımladığı son İhsan Oktay Anar romanı. 2007’de yayımlandığında özellikle Amat’ın getirdiği başarı ve aldığı ödüller sayesinde Suskunlar, Puslu Kıtalar Atlası’ndan sonra, hocanın en çok bilinen romanı olmuş. Benim şansım, 2007’de Puslu Kıtalar Atlası’nı keşfedip bu dünyaya dalınca, karşımda okuyabileceğim bir tanesi de yeni yayımlanmış tam dört tane roman olmasıydı. Dolayısıyla o yıl benim için İhsan Oktay Anar yılı oldu. Hayatım, düzenim, hayal gücüm ve hatta blogum bile, o dönem onun etkisine girdi. Suskunlar’ın bendeki baskılarından bir tanesini birkaç yıl sonra bir arkadaşıma hediye ettim, belki o da bu dünyaya ilgi duyar diye. Bir de unutmadan, benim İhsan Oktay Anar kitaplarım notlarla, işaretlerle ve çevirilerle doludur. Özellikle ilk eserlerini benim kitaplarımdan okumak, alçak gönüllü olamayacağım, bir ayrıcalıktır. Çünkü kitaplardaki hemen her göndermenin açıklaması vardır. Bunları bulmak, araştırmak için saatlerim ve günlerim gitti. Suskunlar, diğer tüm kitaplar arasında beni ilk defa biraz korkutan kitap oldu. Kitaptaki bir sahne, okuduğum gece rüyama girmişti hiç unutmuyorum. Tıpkı öncekiler gibi, bu kitapta da müzik ya da onun ifadesiyle musikîye dair tüm terminoloji Osmanlıca.

Taa 2012’de yayımlandı Yedinci Gün. Önce İletişim Yayınları’nın yeni kapak tasarımı şaşırttı. 180 dereceyi eşit açılara bölünmüş halde gösteren çizimleri içeren kapağı ve sırtta yapılan renk değişikliklerini güzel buldum. Böylece İletişim Yayınları, İhsan Oktay Anar kitaplarını artık yepyeni bir seri halinde basıyordu. İtiraf edeyim, Yedinci Gün ustanın en az okuduğum kitabıdır. Ortasından dalıp bitirmeleri saymazsak baştan sonra herhalde ancak iki kere okumuşumdur. Ancak burada da hoca boş durmamış, havacılığa ve bugün bile tartışılan birtakım uygulamalara merak salmış. Aşk’ın insana neler yaptırabileceği, tüm diğer eserler arasında en iyi şekilde bence burada tarif edilmiş. Aşk, Döjira, ahh. Yine bu kitabın bir bölümde, blogda ve podcast kanalımda yer verdiğim Gehinnom kavramına ufak bir atıf var.

Geldik 2014’tün ilk aylarına. Galiz Kahraman yayımlandı. Hayatımın belki en unutulmaz yıllarından birisi olan 2014’te, kitabın yarısını yolda, yarısını da rüyalarda okudum. “Mevcude’nin çekilmez hoppalığını” ben biraz “sevimli ve tahrik edici” bulsam da kitaptan süzülenler yalnızca bu tahrikler değildi. İlk defa basında, sağda solda İhsan Hoca’nın bu kitabı birilerini iğnelemek, eleştirmek için yazdığı iddia edildi. Yanılmıyorsam tam da bu dönemde, İhsan Oktay’ın yazmayı bıraktığı iddia edildi. Bizler dehşete düşmüş, hocayı ikna etmek için açılan Facebook gruplarına üye olurken, neyse ki bir açıklama yaptı ve yüreklere su serpti. Galiz Kahraman’da, öykü boyunca İdris Amil Hazretleri’ne gülüyor ve Efgan Bakara zavallısına acıyoruz. Hoca, burada ilk defa kalemi kırıyor ve haykırıyor, aşk acı çekmektir arkadaş! İlginç bir nida ile başlayan kitap bu sefer yerine oturmuş ve gülümseten, aynı nidayla bitiyor: Hüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjt! Nah-ha! Kitabın içerisinde bir kahraman elinden hiç gelmediği halde bir roman yazmaya girişiyor. Ancak bırakın yazı yazmayı, okumayı dahi bilmediğinden o esnada bulunduğu evin kitaplığında bulunan birkaç kitabı alıp rastgele bölümlerini kırparak kendisine “yepyeni” bir roman oluşturuyor. Bu komik formülün tutup tutmadığını kitabı okuyanlar biliyor. Ancak esas yazar, burada bahsettiği romanların isimlerini aslında gerçekte mevcut olan ve Dünya edebiyatının önemli eserlerinden olan romanlardan seçerek küçük esprilerle süslemiş. Bu romanlar kitapta bahsedildiği isim ve yazarlarına kıyasla orijinal isim ve yazarlarıyla şu şekildedir:

  1. Mevcude’nin Çekilmez Hoppalığı – İlhan Kundura (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği – Milan Kundera)
  2. Pederler ve Mahdûmlar – İrfan Turhangil (Babalar ve Oğullar – Ivan Turgenyev)
  3. Cemaziyelevveli Yoklarken – Parsel Pürüz (Kayıp Zamanın İzinde – Marcel Proust)
  4. Sanatkârın Ter Bıyık Olarak Sûreti – Cezmi Coz (Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi – James Joyce)
  5. İstifrâğ – Cankul Serter (Bulantı – Jean Paul Sartre)
  6. Nurdan Cami Kamburu – Fikret Fügo (Notre Dame’ın Kamburu – Viktor Hugo)

Galiz Kahraman’dan sonra tam 8 yıl geçti. Dedikodular gerçekmiş, artık yazmayacak diye düşünüyorduk. Ancak 2022’de Everest Yayınları bombayı patlattı! İhsan Oktay Anar’ın son romanı olan Tiamat, hem karton kapaklı hem de çok şık ciltli kapağıyla yayımlandı. Romanımız, süre olarak diğer tüm romanların aksine yalnızca iki gecelik bir macerayı anlatıyor. Burada bir parantez açmak gerekirse, Efrasiyab’ın Hikayeleri de Cezzar Dede’nin bir gecesini anlatıyor ancak paralel olarak ilerleyen öykülerle bu zaman dilimi genişlemiş oluyor. Tiamat romanında kahramanlarımız bir grup denizciden, denizaltı askerlerinden oluşuyor. Everest Yayınları, yeni romanı tanıttığında “Tiamat” adını ilk defa duyan ortalama okurların bir kısmı, “Bu romanın daha önce yayımlanan Amat romanıyla alakalı” olacağı gibi yorumlar/tahminler yazmışlardı. Gerçekte ise Tiamat, mitolojik bir karakterdir. Babil’in meşhur Enuma Eliş destanında adı geçen, denizde yaşayan ve kaosun sembolü olan Tanrıçadır. Tüm bu saptamalardan sonra yine bir denizcilik romanıyla karşılaşınca şaşırdım. Amat’ta bir Osmanlı kalyonuyla fantastik bir yolculuğa çıkmıştık. Bu sefer yine bir Osmanlı denizaltısıyla denizin dibinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Ve bu geminin MORS’ta telsiz kodu T1AMAT. Bu kitapla ilgili olarak o dönem blogda yazdığım yazıya ilave olarak bir de podcast kaydetmiştim.

İlk okumada biraz zayıf bulduğum eseri 2023 yılı içerisinde bir kere daha okudum ve ilk okumanın heyecanıyla kaçırdığım bazı detaylar yakaladım. Kitap bitince de İhsan Oktay Anar’ın sanatının büyüklüğüne şapka çıkardım.

Bu çizimler İstanbul’da yapılan bir sergiden. 1-Suskunlar (Eflatun sesi arıyor), 2-Amat, 3-Puslu Kıtalar Atlası (Uzun İhsan Efendi), 4-Puslu Kıtalar Atlası (Ebrehe), 5-Puslu Kıtalar Atlası (Pazar Sahnesi Resimli Roman), 6-Amat (Kalyon sarayı selamlıyor)

Eveeet, buraya kadar bahsettiğim tüm kitaplar, İhsan Oktay Anar tarafından yazılıp yayımlanan kitaplar. Yalnızca bir tanesinde, Kitab’ül Hiyel’de kısmen de olsa görseller, çizimler görebilmiştik. İstanbul’da yapılan bir sergi haricinde, İhsan Oktay’ın karakterlerinin neye benzediği konusunda kimsenin bir çıkarımı yoktu. Sadık okuyucular, “Uzun İhsan’ı bir görsem, Ebrehe nasıl bir tip?” diyerek romanları okuyor, hayaller beyinlerin en derin kıvrımlarından akıyordu. İşte, 2015’te bir diğer bomba patladı ve usta çizer İlban Ertem, Puslu Kıtalar Atlası’nı resimli roman olarak uyarladı. Ama ne uyarlamak! Her biri olağanüstü güzellikte binlerce görselle bezenmiş, 300 sayfaya yakın ve gerçek bir atlas boyutunda bir kitap! Burada İletişim Yayınları’na biraz kızgınım. Çünkü 2015’te yapılan ilk baskı ince karton kapaklı olarak yayımlandı. Aynı yılın sonlarına doğru ise ikinci baskı bu sefer kalın karton kapaklı ve ciltli olarak, daha bir güzel yayımlandı. Mecburen ikisini de almak zorunda kaldık.

Resimli romanda yer alan ve Efrasiyab’ın bazı maceralarının bahsedildiği kısım

Hocanın birkaç istisna dışında, hemen her kitabında kendine çaktığı bir selamı var. Bazen bizzat kendini yerleştiriyor bazen de düpedüz kendisini tarif ediyor. Her kitapta da bir meslek dalına ait detaylı bilgiler veriyor. Yani kitabın konusunda bizzat o meslek dalı yer alıyor. Şöyle ki;

  • Puslu Kıtalar: lağımcılık, tünel inşa işleri
  • Kitab’ül Hiyel: mühendislik, Makine mühendisliği
  • Amat: denizcilik
  • Suskunlar: Müzik
  • Yedinci Gün: havacılık, mühendislik
  • Galiz Kahraman: kısmen aşçılık
  • Tiamat: denizcilik
Kitapİlk Basım YılıSahip Olduğum Baskılar
Eski Karton Kapak BaskısıYeni Karton Kapak Baskısı
Puslu Kıtalar Atlası19956. ve 29. Baskı54. Baskı
Kitab’ül Hiyel199616. ve 18. Baskı27. Baskı
Efrasiyab’ın Hikâyeleri199815. ve 19. Baskı31. Baskı
Amat20051. ve 5. Baskı15. Baskı
Suskunlar20071. Baskı11. Baskı
Yedinci Gün2012—–1. ve 2. Baskı
Galiz Kahraman2014—–1. Baskı
Puslu Kıtalar Atlası 20. Yıl Özel baskı2015Tek Baskı (Ciltli, Şömizli)
Puslu Kıtalar Atlası (Resimli Roman)20151. Baskı (Karton Kapak)
Puslu Kıtalar Atlası (Resimli Roman)20152. Baskı (Ciltli)
The Book Of Devices20182. Baskı
Tiamat20201. Baskı (Karton Kapak)
Tiamat20201. Baskı (Ciltli, Şömizli)

Evet, elimdeki tüm İhsan Oktay Anar romanları bu şekildeydi. 2017’de yazıdğım ilk yazıya göre epey bir kitap eklendi. İçeriği de güncelledim. Blogumu birazcık kurcalarsanız üstadın sağda solda, dergilerde ve çeşitli yayın organlarında yayımlanmış hikâye ve denemelerine de ulaşabilirsiniz. Türkiye’de İhsan Oktay Anar’ı en çok seven, sayan ve yazan blog My Resort’ten şimdilik bu kadar. Yepyeni romanlarda buluşmak dileğiyle.

2023 Yılımın Özeti

Koskoca bir yılı, büyük bir felaketi, Cumhuriyetimizin bir asrını geride bıraktık. Çok şeyler yaşadık, çok şeyler okuduk, dinledik ve izledik. Çokça ders çıkardık. Dostlarımızdan vazgeçmedik. Blogun artık geleneksel bir hale gelmiş olan 2023 Yılımın Özeti yazısı başlıyor.

Mesleğimde 11. yılı ve Eskişehir’deki işyerimde 6. yılımı geride bıraktım bu yıl. Meslek hayatımın en sıra dışı yıllarından birisiydi bu sene yaşadıklarım, yaşadıklarımız. Şubat ayının henüz ilk günlerinde yaşanan deprem felaketi öyle aylarca konuşulmadı. Genel seçim atmosferiyle ana akım medyada depreme dair hiçbir negatif haber göremez olduk. Diyar diyar Anadolu gezen programların hiçbiri, o taraflara uğramaz oldu. Ülkecek, kaybettiğimiz onbinlerin acısını kolay unuttuk gibi görünüyor. Neyse. Hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza rahmet diliyorum. Geride kalan yakınlarına ise baş sağlığı ve sabırlar diliyorum.

Çalıştığımız kurumun bu büyük afette en önemli görevleri üstlenmesi dolayısıyla, yılın ilk yarısında pek çok arkadaşımız deprem bölgesinde çeşitli zamanlarda görev yaptılar. Benzer şekilde il içindeki çeşitli birimlerde de mesai arkadaşlarımız görevlerini başarıyla yerine getirdiler. Her birine bu fedakarlıkları için teşekkür ederim. Onlar, bu yaraların sarılmasındaki gerçek kahramanlardır.

Bu yılın en önemli gündemlerinden birisi de elbette taşınma sürecimiz oldu. Temmuz 2016’dan beri oturduğumuz evimizden Temmuz 2023’te taşındık. Bu yeni evimize taşınma süreci biraz sancılı oldu ama nihayet birkaç ay içerisinde yerleşme sürecimiz bitti.

Bu yıl blogda 52 yazı yer almış. Bu da hemen hemen her hafta için bir yazı demek. Esasında haftalık iki yazı yazabilmek çok ama çok daha güzel olurdu. Ancak mevcut sorumluluklar bunun önüne geçiyor. Çünkü ailem, iş ve Mert Ekin‘in sorumluluğu şu an için buna izin vermiyor. Yazmış olmak için yazmayı istemiyorum. Hele hele yapay zekaya yazdırmak gibi bir saçmalığı ise asla tercih etmeyeceğim. Çünkü bu blogun, 2008’den beri yayında olmasının sebebi zaten yazmaya olan ilgim ve sevgim. Mert’in ilgi ve oyuna olan ihtiyacı yaşıyla orantılı olarak arttığından, yazmak ancak onun rüya gördüğü zamanlarda mümkün olabiliyor. Üstelik annesinin çalışma koşullarından dolayı hafta sonlarında da yazıp çizmeye pek vakit kalmıyor. Pek çok kişi için blog yazmak artık demode ve zahmetli bir uğraş. Modasının geçtiğini düşünebilirsiniz. Ancak yine de blogların halen “anlatmanın en iyi yolu” olduğunu düşünüyorum. Buna en yakın şey ise podcastler. Özellikle konsept podcastlerin son birkaç yıldır tutkunuyum.

Şimdi birazcık 2023 yılı blog istatistiği verelim. Bu yıl blogda en çok okunan yazılar Madeni Para Koleksiyonum: 1 TL ve Yıl Serileri, İyi Bir Münazara İçin İpuçları ve Avatar – Arayış (Çizgi Roman) oldu. Bu yıl yazdığım yazılar içerisinde en çok okunan ise I. ve II. Dünya Savaşları Kitap ve Film Önerileri isimli yazım oldu. Blogda en çok tıklanan görsel yüksek lisans diplomam olmuş. Ancak ilginç bir şekilde bu görselin yer aldığı yazının okunması sayısı o kadar da yüksek değil.

Bu yıl bloga en çok ziyaretçiyi ilginç bir şekilde Facebook göndermiş. İkinci sırada Instagram yer alıyor. Blogun Instagram hesabı instagram.com/myresortblog/ kişisel hesabımdan daha hareketli bir şekilde yayına devam ediyor. Ancak takipçi sayısının artması için pek bir çalışma yapmadım. Bu sene kendime bir hedef olarak blogun Instagram takipçi sayısını arttırmayı koyuyorum. Bir detay olarak da esasen Whatsapp durumları üzerinden de blogu takip ettiğini bildiğim pek çok arkadaşım olmasına rağmen Whatsapp üzerinden kaç kişinin geldiğini göremiyorum ne yazık ki.

https://www.instagram.com/myresortblog/

Eveet, sıra geldi aylık maceralarımıza. İşyerinde tuttuğum günlükten de destek alarak ay ay yaşadıklarıma olabildiğince kısa notlar halinde yer vereceğim. Belki siz de kendinize rastlayabilirsiniz.

Okumaya devam et

Bu Yılın Jules Verne Eserleri

Bu yıl artık bitiyor. Ben ise halen tam anlamıyla düzene girmemiş bir odada, büyük hayal kırıklıkları içerisinde ve gecenin bir yarısında bu blog gönderisini kaleme alıyorum.

Yıllık iznimin yanmaktan kurtarabildiğim kadarını koparttım ve bu süreçte evde, kitaplarım ve kasetlerimle oturmaktan büyük keyif alıyorum. Evde olunca İrili ufaklı pek çok işimi de hallettim. Eh ekonomik açıdan pek de parlak bir dönemde olmadığımdan, evimde ve odamda olmak, oğlumla vakit geçirmek beni oldukça mutlu ediyor. Hayal kırıklıklarım var, büyük hayal kırıklıkları. Ancak artık inanıyorum ki içinde olduğumuz kısır döngü bir şekilde değişecek ve hayatımızda büyük bir döneme daha gireceğiz. Oturmuş bunu bekliyorum.

Yıl içerisinde yine pek çok sahafın, kitapçının, eşin ve dostun kapısını aşındırdım. Elime de oldukça güzel Jules Verne kitapları geçti. Bir kısmı hediye olan bu kitapların birkaç tanesi de şans eseri keşfettiğim dip köşe sahaflardan elime geçti.

Sevgili Hicri Abi’nin Koridor’unu ilk defa ziyaret ettiğimde Meteor Avı isimli kitabın Tübitak tarafından basılan karton kapaklı bir baskısını buldum. Böylece Tübitak tarafından basılan dört Jules Verne kitabının ciltli ve karton kapaklı baskılarından oluşan sette yalnızca Macellanya isimli kitabın ciltli baskısı eksik kaldı. Bunu da bulacağım.

Tübitak koleksiyonumda durum bu şekilde

Geçtiğimiz aylarda bloguma ulaşarak Jules Verne yazılarıma ilgili gösteren Sebahattin Kuralay’ın müthiş bir desteği oldu. Verne’in kitaplarını toplamaya başlayan bu kıymetli takipçime istediği bazı baskıların bilgilerini vererek yardımcı olmaya çalıştım. Sağ olsun o da bana elimde bulunmayan Gezginci Cambazlar ve Balonla Beş Hafta baskılarını gönderdi. Buda’nın İntikamı isimli kitap ise bende mevcuttu ancak onun gönderdiği baskı bendekinden çok daha iyi durumdaydı. Sağ olsun var olsun.

Şu ya da bu sebeple Ankara’ya gittiğimizde, günlerce evde oturmak yerine kendime bir takım yeni alışkanlıklar edinmeye başladım. Bunların en güzeli Kızılay’da Alper’le buluşmak oldu. Evin yakınından geçen metro sayesinde, Keçiören’den Kızılay’a gitmek son dönemde oldukça kolay oluyor. Alper’le buluşamadığımız bir hafta sonu, Keçiören’de hiç sahaf ziyaret etmediğimi fark ettim. Ufak bir araştırma yaparak eve yakın mesafede bir tane buldum. Şansıma bu sahafın Nadirkitap sitesinde de profili vardı. Böylece elindeki tüm Jules Verne’leri listeleyebildim. Hemen aynı gün dükkâna gittim. Satıcı biraz ilgisiz ve sert mizaçlı olsa da aradığım kitapları ve hatta çok daha fazlasını bulup aldım. “Dünyanın Merkezine İniş” isimli kitabı oradan buldum mesela.

İnkılap Aka Yayınları ve bu yayınevinin Ferid Namık Hansoy tarafından yapılan çevirileri, Verne’nin dilimize kazandırılması noktasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Yukarıdaki fotoğrafta yer alan Robensonlar Okulu kitabı da bu baskılardan birisi. Ancak beni oldukça şaşırtan baskı, 1994 yılında İnkılap Kitabevi tarafından (bu sefer yanında Aka olmadan) basılan ve çevirisi yine Hansoy’a ait olan İki Yıl Okul Tatili isimli roman oldu. Ben böyle bir seri olduğunu, hatta bu baskının bir seri olup olmadığını bile bilmiyorum. Yayınevinin İnkılap Aka iş birliğinde çıkan üç baskısından sonra galiba bu kitap da bir dördüncü seri olarak yayımlanmış. Çünkü önceki baskılarda iki ayrı cilt halinde verilen bu roman, dördüncü baskıda tek cilt içerisinde birinci ve ikinci kitap olarak toplanmış. En arka sayfada kapakta ise serinin diğer baskıları görülüyor.

Fotoğrafta tam ortada bir de Sabit Fikir isimli dergi görülüyor. Derginin Ağustos 2023’te basılan 150. sayısında kapakta Jules Verne yer alıyor. Dergide Ayşe Banu Karadağ’ın “Jules Verne’nin Kahramanları” isimli yazısı yer alıyor. D&R’larda satılan bu dergi, esasında takip ettiğim bir yayın değil. Bu “benim için özel” sayıyı alıp inceledim ve fark ettim ki esasında kapak konusu olan yazıda da “Yeni Başlayanlar İçin Verne” tadında, yazarın Verne ile olan ilk tecrübelerine yer verilmiş. Bu noktada yazarın yaptığı şu tespit gerçekten çok değerli: Verne romanlarındaki kahramanların çoğu bilim insanları. Okuduğum onlarca romanı düşününce “ben bunu nasıl fark etmedim?” dedim. Aynı sayıda Ali Emre Değirmenci‘nin “İnatçı Keraban 140 Yaşında” isimli bir de inceleme yazısı yer alıyor. Bu yazı, kapak konusundan daha çok hoşuma gitti. Verne’nin Osmanlı’da geçen tek romanı olması bakımından zaten oldukça sevdiğim romanın iki sayfaya sığdırılan güzel bir incelemesi kaleme alınmış. Hatta biz bu yıl Ağustos ayında tam da bu romanın ilk cümlesinde belirtilen tarih ve saatte, aynı yerde buluşmuştuk. Dergide başka bir Verne içeriği yok. Dolayısıyla bugün Türkiye’de halen daha, Dünya’nın en meşhur yazarlarından olan Jules Verne hakkında, Kitap-lık Dergisi’nin 2000 yılında yayımlanan 44. sayısından daha iyi ve daha güncel bir edebiyat dergisi yayımlanmadı. Bu açıdan sevgili arkadaşım Uğur Karabürk’ün Neon Nexus için yazdığı yazılar belki ileride çok daha değerli olacaktır.

Büyük fotoğrafta sağ alt tarafta Kiril harfleriyle basılmış bir baskı görüyorsunuz. Bu da çok değerli arkadaşım, bu yıl tanıştığımız stajyerim Sumru’nun Bulgaristan’dan bana getirdiği bir hediye. “Jul Vern – Hubaviyat Jult Dunav” yani “Güzel Sarı Tuna”. Kendisine çok teşekkür ederim. Kitapla birlikte güzel de bir kartpostal getirmişti sağ olsun. Bu kitabı biraz inceleyince aynı Bulgar yayınevinden çıkan Kaptan Nemo isimli kitabı da (ki bu muhtemelen bizim bildiğimiz adıyla Denizler Altında 20000 Fersah) umarım bir gün kendim bulup alırım.

Evet, bu yılın küçük bir Jules Verne özeti oldu bu yazı. Konuya ilgisi olmayanlar için elbette çok bir anlam ifade etmeyebilir ancak var olduğunu bildiğim pek çok koleksiyoncu için de faydalı olacağına inanıyorum. Alfa Yayınları’ndan halen devam eden seride iki yeni kitap daha yayımlandı. Bu seri nihayet yayınevi tarafından tamamlanınca bununla ilgili başlı başına bir yazı yazacağım. Evde de oldukça yer kaplayan bu seriden sonra muhtemelen Verne adına büyük bir boşluk tamamlanmış olacaktır.

Dolunay: Çağıl Duru, Voleybol, Hicri Abi’nin Yeri

Keşke bana bunu hiç dememiş olsaydın, dedi. Üzgünüm ama gerçek bu, dedim. Ben mi sebep oldum peki, diye sordu. Elbette sen, dedim. Suçlamıyorum ve hatta beni “bu duruma” düşürdüğün için teşekkür bile edebilirim. Öylece yüzüme bakmaya devam etti. Hava iyiden iyiye soğumuştu, birlikte yürüdüğümüz patika yer yer çamurla ve çoğunlukla buzla kaplıydı. Düşmemek için büyük çaba sarf ediyor, mecbur kalınca koluma giriyordu. Ancak yol biraz daha açılınca hemen ellerini çekiyordu. Pekâlâ, şimdi ne olacak, nasıl hareket edeceğiz, diye sordu. Bu soru aslında bir ayrılığın ön eki, beklediği cevabın ne mahiyette olacağına dair bir işaretti. Ben artık gideceğim, dedim. Seni görünce dahi heyecandan vücudumu karıncalanmaya başladığı bu yerlerden gideceğim. Zaten beklediğim birkaç haber vardı. En az birinden olumlu dönüş olacak. Böylece gideceğim. Sonra biraz daha yürüdük. Son bir defa sarıldık. Arkamı döndüm ve uzaklaştım. Beklediğim hiçbir haber yoktu.

Merhaba sevgili dostlar, bu ay gökyüzündeki o muazzam güzellikteki dolunayı görmeyen yoktur herhalde. Her dolunay bir müjdedir aslında. Bu ayın müjdesi de sevgili Seçil ve Nezih’ten geldi. Biricik yavrumuz Çağıl Duru Pazartesi akşamı gözlerini dünyaya açtı. Bu minnoş kızımız, bir dolunay gecesi ve Kasım ayında dünyaya gelerek, hayatımdaki en güzel insanların doğum ayı olan Kasım ayına bir doğum günü kutlaması daha eklemiş oldu. Nezih kardeşimi ve Seçil’i tebrik ediyorum. Çağıl Duru’nun da bahtı açık olsun inşallah.

Yaşanan ufak tefek sıkıntıları saymıyorum ve Kasım ayını bu yılın en iyi ilan ediyorum. Bu ay kendime aldığım yeni bilgisayarım, oldukça güzel geçen doğum günleri, Erkin‘in yaptığı müthiş sürpriz (bundan ayrıca bahsederim), Antalya gezimiz derken dolu dolu ve eğlenceli geçti. Bu ay iyiden iyiye tadına vardığımız yepyeni bir etkinliğimiz daha var üstelik: Keyfi Voleybol! Adam Spor‘dan Alper sayesinde dahil olduğumuz bu yeni etkinliğimizde, 6 ya da 12 kişi organize olup ya bir rakibe karşı ya da kendi aramızda oyun oynuyoruz. Instagram’da Keyfi Voleybol hesabının organize ettiği etkinlikte hafta sonları kapalı bir spor salonunda ve hakem eşliğinde oynadığımız oyunlar, beklediğimden çok daha keyifli geçiyor. Hatta bu gün Erhan Hoca sitem etti: Voleybol deyince şartları zorlayıp geliyorsun ama ağırlık deyince salona gelmiyorsun diye. Evet, bu ay açıkçası salonu biraz aksattım. Ancak bu yoğunluğun içerisinde yetişemiyorum ne yapayım 😦 Eğer sizin de voleybol oynamak için altı kişilik bir takımınız varsa lütfen haber verin ve bir voleybol maçı yapalım. Yensek de yenilsek de oyundan büyük keyif alıyoruz!

Önceki gün eve gelirken bir süredir görüşemediğim ancak kendisine yeni bir ofis açan Hicri Abi‘nin yanına uğradım. Ah keşke uğramaz olsaydım! Bu yeni açtığı ofisinde orta halli bir sahaftan hallice, yüzlerce kitap, CD ve kasetle raflarını donatmış. Epey de bir satılık ürünü var. İnsan oturduğu yerde duramıyor! Hemen çayımı yudumlayıp ofisin raflarını kurcalamaya başladım. Yıllardır bir türlü denk gelmediğim bir Jules Verne baskısına denk gelince hemen aldım. Birkaç tane de güzel kaset seçtim raflardan. Güzel haber şu ki Hicri Abi, elindeki materyalleri hem Instagram hem de nadirkitap.com üzerinde açtığı Koridor Kitap ve Müzik dükkanı aracılığıyla satıyor. Listelediği onlarca ürüne bakabilirsiniz.

Hicri Abi’yi ziyaretim esnasında Nur isminde bir de yeni arkadaşla, bir meslektaşımla tanıştık. Nur bizim bölümde son sınıfta okuyor. Hicri Abi sayesinde tanıştığım, bir kaset meraklısı. Önümüzdeki günlerde yeniden görüşeceğimizden şüphem yok 🙂

Bu ay böyle geçti sevgili dolunay. Yetişemediğim, yazamadığım ve kaydedemediğim tüm işler için mahcubum. Hep umarım umarım diyorum ama galiba önümüzdeki birkaç yıl, en azından Mert ilkokula başlayıncaya kadar böyle gidecek gibi görünüyor. Zaman bize, bana ve sana neler gösterir bilmiyorum. Ama vazgeçmeden, koşturmaya devam!

History Of War D-Day Özel Sayısı

Son aylarda elime geçen çok değerli yayınlar var sevgili okur. Bu dergileri böyle ara ara bloga da yazıyorum. Arşivciler ve konunun meraklıları için ufak bir Google araması yapıldığında My Resort’ün ilk sıralarda çıkıyor olması oldukça keyif verici.

Takip ettiğim süreli yayınlardan en güzeli olan History Of War Dergisi’nin 6 no.lu Mart-Nisan-Mayıs 2023 sayısı Özel Koleksiyon Sayısı başlığıyla çıktı ve II. Dünya Savaşı‘nın kaderini değiştiren Overlord Operasyonu‘nun amfibi kısmını oluşturan Normandiya Çıkarması‘nın yani D-Day‘in baştan sona tüm hikayesini anlatıyor. Derginin bu sayısı, D-Day’e dair içerdiği askeri ve tarihi bilgilerin yanı sıra oldukça çarpıcı fotoğraf ve çizimlerle de konuya ilişkin Türkçe yayımlanan en iddialı içeriklerden birisi olduğunu ispatlıyor.

Normandiya Çıkarması, dünya savaş tarihinin o güne dek gördüğü en büyük askeri harekatlardan birisi ve en büyük amfibi deniz çıkarma harekatıdır. Planlanmasında Çanakkale Savaşları‘ndaki çıkarmaların esas alındığı söylenir. Zira D-Day’e kadar, Dünya’nın en büyük askeri çıkarmaları Çanakkale Savaşları boyunca gerçekleştirilmiştir. D-Day çıkarmasının arkasındaki isim Amerikalı General Dwight Eisenhower‘dır. Bu başarı kendisini bir anda Dünya’nın en tanınmış askeri kişiliklerinden birisi haline getirdi. Hem savaşın kazanılmasını sağladı hem de General Ike‘ın yalnızca 9 yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin 34. başkanı olmasını sağladı. General aynı zamanda NATO’nun da ilk komutanıdır.

Eisenhower’ın planladığı operasyonu sahada uygulayan isim ise İngiliz General Bernard Montgomery‘dir. Mareşal unvanı alan General Monty, askeri anlamda Eisenhower kadar popüler olamadı. Bu durumda elbette Normandiya öncesinde, Afrika’daki çatışmalarda Nazi tank dehası Erwin Rommel‘i ancak durdurabilmiş olması da etkili oldu.

Dergide D-Day’in deniz çıkarmasının öncülü olan hava harekatı ele alınarak konuya giriş yapılıyor. Operasyonun gerçekleştiği beş sahilin, çıkarma öncesinde hava kuvvetlerince etkili bir şekilde bombalanarak çıkarma yapan birliklerin, Alman artıklarına karşı rahat bir çıkış yapmaları hedefleniyordu. Ancak dergide de yer verilen çeşitli sebepler ve beceriksizlikler yüzünden bombalamanın bazı sahillerde çok da efektif olmadığı görülüyor. Bu noktada da yıllardır süregelen tartışmalara değiniliyor.

Hatta Er Ryan’ı Kurtarmak filmindeki, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı sahneleri arasına ismini yazdıran Omaha Beach sahnelerinde de hava kuvvetlerinin etkisizliğine oldukça göndermeler mevcuttur. Çıkarmanın neredeyse her aşamasıyla ilgili yapılmış çok kaliteli yapımlar var. Çıkarmanın deniz ayağıyla ilgili Er Ryan’ı Kurtarmak, hava indirme ayağıyla ilgili Kardeşler Takımı, planlanmasıyla ilgili Ike: Çıkarmaya Geri Sayım isimli yapımlar mevcut. Bugün bile savaşın muhatabı olan ülkeler, hemen her alanda bu büyük askeri operasyondan besleniyor ve sürekli yeni yapımlar, kitaplar, filmler, oyunlar üretiyorlar. Bu noktada elimizde Çanakkale Savaşı gibi döneminin en büyük askeri olayı varken, bu savaş topraklarımızda yaşanmış ve büyük fedakarlıklarla kazanılmışken ne yazık ki üretebildiğimiz içeriklerin pek de yeterli ve kaliteli olduğunu söyleyemiyorum. Ülkemizde bu büyük mücadeleyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması için gerekli azmi de içeren bu başarıyı hemen her yönüyle, bütün olarak ya da kısmen anlatabilecek çok iyi yönetmenler, oyuncular ve teknik imkanlar olduğuna inanıyorum.

Dergide verilen harita ve çizimler aslında çerçevelenip saklanacak kadar güzel içerikler. Ancak bu görselleri doğrudan dijital grafik olarak bulabilmek çok zor olsa gerek. Ben de o sebeple tarayarak ayrıca arşivledim.

Dergi her ne kadar D-Day Özel Koleksiyon sayısı olarak yayımlanmış olsa da bu ana temanın haricinde başka içeriklere de yer vermiş editörler. Meşhur Osmanlı-Rus Savaşı‘nın anlatıldığı aşağıdaki yağlı boya tablonun güzelliğine vuruldum. Bu tabloyu 1893 yılında Alexey Popov çizmiş. Biraz araştırarak oldukça yüksek kaliteli orijinal çizimini bulabildim. Tablonun ismi Şıpka Geçidinin Savunması. Osmanlı askerleri Rus askerleriyle çarpışıyorlar. Hakim tepede bulunan Ruslar, Osmanlı askerlerini mağlup ediyorlar.

Evet, History Of War ekibine bir kere daha teşekkür etmek gerekiyor. Sadık bir okuyucu olarak tek isteğim, hem bu dergi için hem de kardeş dergi olan All About History için birer “Dizin Kitapçığı” hediye etmeleri. Bu dizinleri periyodik olarak güncelleyebilirler. Hatta baskı maliyetlerinin artmasından çekiniyorlarsa derginin içerisinde verecekleri bir QR kod ile bu dizinleri sürekli güncellenen çevrimiçi bir formata da kavuşturabilirler. Çünkü her iki derginin de elimizde biriken sayıları giderek artıyor ve oldukça detaylı tarih ansiklopedilerine dönüşmek üzereler. Dizinler sayesinde uzun vadede merak edilen isimler, yerler, olaylar ve ekipmanlar hakkında bilgiye ulaşmak çok daha kolay olacaktır.

“Kayıp Bölük” Öyküm Kat 3 Daire 5 Podcast’te!

Nisan ayının dolunayında müthiş bir haberim var. Bu yıl Ocak ayında blogda yayımladığım ilk öyküm olan Kayıp Bölük, Kat 3 Daire 5 Podcast‘in 6 Nisan 2023 günü yayımlanan 3. Sezon 16. Bölümünde yer aldı! Bu öyküyü yazmaya teşvik eden şey ise Kat 3 Daire 5 Podcast’in en iyi bölümlerinden birisi olan ve Mehmet Berk Yaltırık‘ın da konuk olduğu 2. Sezon 11. Bölümdeki kısacık bir memorat oldu.

Yayını buradan dinleyebilirsiniz.

Yayını Buradan Dinleyebilirsiniz.

Kat 3 Daire 5 kanalından 2022 Yılımın Özeti’nde ve öncesinde pek çok kere blogda bahsetmiştim. En sevdiğim iki podcast kanalından birisidir. Alanında ise Türkiye’deki en iyi podcast kanalı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sevgili Levent Üstünbaş, Furkan Üstünbaş, Onur Korkmaz ve Cem Anıl Gümrükçü tarafından hazırlanan yayın, genellikle doğaüstü olaylar, varlıklar, mitler ve anlatılar üzerine neredeyse referans alınabilecek bir içeriğe sahip.

Aşağı yukarı bir yıl önce yapılan bir yayında, ekip yöresel mitlerden konuşurken Levent de sevgili eşi Setenay‘ın Eskişehir’e bağlı bir köyde çocukken dinlediği “Yunan askerlerinin hortlakları” isimli hatırasına değindi. Hatta bu kısacık çocukluk hatırası, tüm ekibin oldukça ilgisini çekip gülüşmelere de neden olmuştu. İşte o günden beri benim de kafamda yavaş yavaş kurguladığım bir öyküye dönüştü bu hortlak miti. Aklımda zaten tanklar ve zihin yanılsamalarıyla ilgili birkaç şey birikmişti. Böylece askeri bir tatbikat sırasında şahit olduğum olayları birinci ağızdan anlatan bu öykü nihayet bir yıl sonra meydana çıktı.

Yayında oldukları sezonlar boyunca oldukça sevildiler ve bu yıl Kayıp Rıhtım Platformu tarafından 2022 Yılının EN’leri Anketi’nde, “Yılın En İyi Podcast Kanalı” adayları arasında gösterildiler. (Bu oylama halen devam ediyor. Destek olmak isteyenler buraya tıklayarak oylama sayfasına gidebilirler.)

İşte böylece, çok sevdiğim ve zaman zaman ilham aldığım bu kanalda, benim yazdığım bir öykünün konu alınması oldukça mutluluk verici oldu benim için. Düşünsenize, çok sevdiğiniz grup sahnede sizin bir bestenizi çalıyor!

Her programda olduğu gibi, bu hafta da programın girişte Anıl, Kayıp Bölük isimli öykümden bir bölümü, klimeks kısmını seslendirmiş. Öykü biraz uzun olduğu için yayının girişinde tamamını seslendirmeleri mümkün değil zaten. Daha sonra ise Levent ve Furkan bu öyküden yola çıkarak toplumsal hafıza ve korku mitleri ilişkisi üzerinden yaklaşık yarım saatlik bir sohbete tutuşuyorlar. Yayın boyunca aralıklarla dile getirdikleri beğeni ve iltifatları için çok teşekkür ederim. Bu güzel geri dönüşler beni yazmaya, üretmeye daha çok teşvik ediyor.

Kat 3 Daire 5 ekibine çok teşekkürler. Aşağıda Youtube kanallarındaki en son içerik yer alıyor. Bir iki gün içerisinde Kayıp Bölük bölümünü de ekleyeceklerdir. Yepyeni öykülerde buluşmak dileğiyle.

Kingdom Of 3D – Seninle Yeni Portallara Doğru

Çok kızmıştım. Eve her zamankinden daha uzak bir durakta indim. Yürüdükçe öfkem yatışır diye düşündüm. Duyduğum o son lafları, artık tahammül edemediğim boyuttaydı. Biliyordum o da çok öfkeliydi ama belki yarın, belki birkaç gün sonra hatasını anlayacaktı. Ben öfkelendiğim anlarda elimle, dilimle kimseye zarar vermemek için susup uzaklaşmaya çalışıyorum. O ise elindeki körükle ortaya düşen kıvılcımları yakıp yıkan alevlere dönüştürüyordu. İşte şimdi ikimiz de o alevlerle paramparça olmuştuk.

Yürüdükçe yatışmak şöyle dursun, içimdeki her duydu daha bir karmaşıklaşıyor, göze alabileceğim şeylerin sayısı ve büyüklüğü artıyordu. Kapımın önüne geldiğimde bir an durdum ve artık düşünmekten bile korktuğum şeyin kaçınılmaz olduğunu anladım. Aklımdaki o büyük kırmızı düğmeye bastım: Titreyerek ve gözlerim dolarak. Artık bu işin gerçeklerle bir alakası kalmamış, kendimi düşler ve ötesinde kurgulayabileceğim yepyeni bir sensizlik evrenine mahkum etmiştim. Geriye dönüş yoktu ama önümde hayallerle doldurabileceğim sonsuz bir yol uzanıyordu.

—–oo-oo—–

Evet, zihnen ve fikren yeni sonsuzluklara yelken açmak, böyle acı verici tecrübelerin ardından çok daha mümkün olabiliyorken, fiziksel bedenimizi başka evrenlere göndermenin bir yolunu henüz bulamadık. Taa ki Kingdom Of 3D’nin yepyeni şu ürününe kadar!

Her şey geçen hafta Sercan’ın maykıl ceksın grubuna attığı bir video mesajıyla başladı. Videoda izlediğimiz şeyin ne olduğunu anlar anlamaz, Kingdom Of 3D’den Süha ile iletişime geçtim. Çok kısa sürede geri dönerek videoda izlediğimiz üç boyutlu baskı ürününü yapabileceklerini belirtti.

Antik dönemlerden kalma bir kapı şeklinde görünen modelin, üst kısmındaki kapağı açtığınızda içerisine bir telefonun sığabileceği bir kızak çıkıyor. Telefondan Youtube ya da benzeri bir uygulama üzerinden istediğimiz herhangi bir portal videosunu açıp modelin içerisine yerleştiriyoruz. Üst kapağı kapatınca bingo! Tıpkı fantastik filmlerde gördüğümüze benzer bir portal görüntüsü oluşuyor.

Modelin en güzel yanı, içerisine konacak telefonun ebatlarına göre iç kızağın ebatlarının ayarlanabiliyor olması. Buna bir de Kingdom Of 3D’nin çok kaliteli boyama işçiliği de eklenince gerçekten adından söz ettiren bir modele kavuşmuş oluyoruz.

İyi ki var oldun! Şimdi el ele tutuşup bu geçidin ötesine gitme zamanı.