Tag Archives: volkan

Fujifilm Etkinlikleri: Serkan Tuna Konser Fotoğrafçılığı

Fujifilm Eskişehir tarafından 1 Aralık Cuma günü güzel bir etkinlik daha düzenlendi. Türkiye’nin profesyonel olarak çalışan az sayıdaki konser fotoğrafçılarından olan Serkan Tuna, yaklaşık 30 kişinin katılım sağladığı güzel bir etkinlikte hem tecrübelerinden hem de fotoğrafa olan bakış açısından bahsetti.

Geçtiğimiz hafta Instagram’da etkinliğin haberini görünce hemen tıklayıp kayıt yaptırdım. Fujifilm Eskişehir’in bu şekilde bir sistemi var. Etkinliğe çevrimiçi kaydoluyorsunuz. Eğer etkinliğe kayıt yaptırdığınız halde teşrif edip katılmazsanız da sizi bir süreliğine diğer etkinliklerden banlıyorlar. Yani bir süre boyunca düzenlenecek etkinliklere isteseniz dahi artık katılamıyorsunuz. O açıdan planımı programımı yapıp kaydımı tamamladım.

Konser Fotoğrafçılığı, 2000’li yılların ikinci yarısında özellikle Volkan sayesinde dikkatimi çeken ve yaptığımız organizasyonlarda da hayli ekmeğini yediğimiz bir fotoğrafçılık türüydü. Elbette aradan geçen zamanda, Eskişehir’de katıldığım neredeyse her konserde fotoğraf çekmeye devam ettim. Blogdaki pek çok konser kritiğinde de bu kareleri okuyucularla paylaştım.

Serkan Tuna, Ankara’da bir kuruluşta uzman biyolog olarak çalışıyor. Aslında fotoğrafçılık hikayesinde ikimizin de kesiştiği noktalar var. O da konuya ilgi duyunca benim gibi Açık Öğretim Fakültesi’nde Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümü bitirmiş ve bu işi tıpkı benim gibi hobi ve “üretmek kaygısıyla” yapıyor. Fotoğrafa benim de kullandığım Canon markasının makineleriyle başlayıp 450D, 550D ve 70D ile devam etmiş. Ancak an itibariyle, aynasız sistem makinelerden olan Fujifilm XH-1 kullanıyor. 2016 yılından beri konserler hariç hiçbir şey çekmiyor. Elbette ki onun ulaştığı profesyonellik seviyesi oldukça farklı ve hatırı sayılır bir düzeyde.

Özellikle sosyal medya üzerinden paylaştığı çalışmalarının kolaj yapılmasında Özer isminde 16 yaşında bir grafikerle çalışıyormuş. Bunu etkinliğin en başında söyledi ve bu genç arkadaşımızın müthiş potansiyelini vurguladı.

Serkan Tuna’nın anlatımlarından derlediğim ufak tefek notlarım var. Bu notları hem faydalanmak isteyenler için hem de ileriye dönük olarak kendime bir arşiv olması bakımından burada paylaşacağım.

Tuna’ya göre hemen her fotoğrafçının sahip olduğu evrensel krizleri var. Bunlar aşamalar halinde gerçekleşiyor ve fotoğrafçının nihayetinde kendisiyle ilgili bir sonuca ulaşmasını ve olgunlaşmasını sağlıyor:

  • Temel Bilgiler ve Kompozisyon: Bu aşama fotoğraf tekniğinin öğrenilmesiyle geçen sancılı bir süreci içeriyor. Elimize aldığımız makinedeki tüm o temel ve detay ayarların ne işe yaradığını ve kareye ne şekilde etki edeceğini öğrendiğimiz süreçtir bu. Bu sürecin karmaşık ve zor olduğunu düşünen yeni başlayanlar, daha bu aşamada makinelerini bir kenara bırakıyorlar. Ancak bu krizi aşmayı başaranlar ise kendilerini dahi sanıyorlar. Gerçekten de bu durum böyle.
  • Teknik İlerleme, Ekipman Yenileme, Işık Kullanımı: Bu aşamada fotoğrafçı, yeni farkına vardığı “dehasının” etkisiyle, her gördüğünü çekmeye başlar. Aslında bu aşamada kendini, yapmak istediğini bulmaya çalışıyordur.
  • Sanat, Ticari, Haber, Belge İşleri: Bu son kriz, artık fotoğrafçının kendisini bulduğu aşamadır. Fotoğrafçı artık ne yapmak istediğinin farkına varmış ve bakış açısını buna göre şekillendirmiştir.

Serkan Tuna’nın haberi var mıydı bilmiyorum ama yine aynı mekânda dinleme şansı yakaladığımız Haluk Çobanoğlu’nun bir kitabının da ismi olan “Biz Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz?” sorusunu yineledi ve bu sorulara kendi bulabildiği cevapları paylaştı bizlerle. Neden?

  • Saf bencillik: Öznel bir bakış açısıyla çekmek
  • Estetik coşku: Üretmenin hazzıyla çekmek
  • Tarihsel dürtü: Belge üretebilmek amacıyla çekmek
  • Politik gaye: Tarafını belli etmek amacıyla çekmek. Sanatçı bu noktada, Ankara’da meşhur bir grubun daha önceden fotoğraflarını çektiğini, ancak sonrasında vokalistinin yaptığı açıklamalar sebebiyle o grubun fotoğrafını çekmeyi bıraktığından bahsetti.

Beklediğimin aksine, etkinlikte fotoğraf tekniğinden pek bahsedilmedi. Zira Fujifilm’in blogunda bizzat Serkan Tuna tarafından kaleme alınmış şu yazıda konser fotoğrafçılığı için teknik tüyolara yer veriliyor. Merak edenler için oldukça faydalı bir içerik. Yine de aralarda bahsettiği bazı teknik gerekliler, ISO’nun mümkün olduğunca yüksek olması ve diyaframın da olabildiğince açık olması gibi koşullardı. Şu anda kullandığı Fujifilm marka makinede de oldukça yüksek bir ISO performansının yanı sıra netleme hızının da yüksek olduğundan bahsetti. Bunun yanı sıra aynı konuyu tam 6 sayı boyunca Fotoğraf isimli dergide de kaleme almış. Etkinliğe katılanlara özel olarak bu altı sayının derlemesini tek bir dosya halinde paylaştı.

Serkan Tuna, konser fotoğrafçılığının aslında biraz da olsa spor fotoğrafçılığına benzediğini söyledi. Çünkü kameranın önünde sürekli hareket halinde olan objeler var ve şarkının trafiğine göre onları en kritik anlarda çekebilmek gerekiyor. Spor fotoğrafçılığında genellikle bir ışık problemi yokken işte konser fotoğrafçılığının en büyük handikabı özellikle mekanlarda ciddi ışık sıkıntısı olması.

Konser fotoğrafçılığının Serkan Tuna’nın tabiriyle “kaymağı” turnelermiş. Tuna ise daha ziyade festivalleri fotoğraflıyor.

Etkinlik boyunca ülkemizin ve Dünya’nın bazı önemli konser fotoğrafçılarının isimleri zikredildi. Bu isimler şu şekilde:

  • Muhsin Akgün: Türkiye’nin en iyi konser fotoğrafçılarından ve Türkiye’deki en büyük konser arşivi de kendisindedir. Bu konuda yazılmış 2 kitabı (Söz ve Müzik: İstanbul 1 ve 2) vardır ve ülkemizde çalışmadığı gazete, dergi, yayınevi, yapım şirketi neredeyse yok denilecek kadar azdır. Kişisel sergileri, uluslararası basında çokça kullanılan eserleriyle bu alanda ülkemizin yüz akı denilebilecek seviyededir sanatçı.
  • Todd Owyoung: New York’lu sanatçı aynı zamanda bir Nikon fotoğrafçısı. Müzik fotoğrafçısı olarak yalnızca konserlerde değil tüm prodüksiyon süreçlerinde çalışmalarına devam ediyor.

Konser fotoğrafçılarını da bazı alt gruplara ve stereotiplere ayırmış Serkan Tuna. Yıllardır gittiği, gördüğü konserlerde tanıştığı onlarca fotoğrafçıyı gözlemledikten sonra kendi kendine şöyle güzel bir sınıflandırma yapmış:

  • Belgeselciler
  • Keskinciler
  • Reklamcılar
  • Undergroundcular
  • Kavramsalcılar
  • Hikaye anlatıcılar

Bu sınıflandırma esasında fotoğrafçılık eğitiminde de değinilen ve literatürde kısmen kendine yer bulan bir sınıflandırma. Burada belgeselciler, fotoğrafın belge niteliği üzerine çalışmalarını dayandıran fotoğrafçılardır. Örneğin yıllar önce dağılmış bir müzik grubu, yıllar sonra tek bir özel gösteri için bir araya geldiğinde belgeselci yaklaşıma sahip bir fotoğrafçı, bu özel gösteriyi asla kaçırmaz. Çünkü bu özel olay bir tekrarı daha olmayacak ve “belgelenmesi” gereken bir durumdur. Ya da örneğin keskinci denilen gruptakiler, “mükemmel kareyi” arayan kişilerdir. Her şeyin net ve kusursuz olduğu tek bir kare onlar için yeterlidir. Bir örnek olarak hikâye anlatıcılar ise başlı başına o etkinliğin hikayesini anlatmanın peşindedirler. Sanatçının mekâna gelişiyle başlayıp son ışık kapatılana kadar oradadırlar. Burada belgeselcilerle karıştırmamak gerekir çünkü belgeselci bunu çok özel bir etkinlik için planlar. Hikayeci ise bu bakış açısına katıldığı her etkinlik için sahip olabilir.

Gelelim Serkan Tuna’nın bizlerle paylaştığı tecrübelere. Kullandığı sunumda yer verdiği onlarca kare fotoğrafta hem yerli hem yabancı sanatçılar üzerinden fotoğraflarının hikayelerini de kısaca anlattı. (Bu fotoğrafların pek çoğu yukarıda bağlantı verdiğim Fujifilm blogundaki yazıda yer alıyor.) Zorlu PSM’nin Türkiye’deki en iyi ve kaliteli konser mekânı olduğunu söyledi. Burada yakın zamanda düzenlenen Blind Guardian konserine çeşitli evrak işleri yüzünden fotoğrafçı pass-card’ı alamamış. Dolayısıyla mekâna da fotoğraf makinesi sokamamış. O da bunun üzerine cep telefonuyla fotoğraflar çekmiş.

Çalışması en zor ismin Teoman olduğunu söylüyor. Etkinliğin öncesi, etkinlik sırası ve sonrasının oldukça tedirgin bir şekilde geçtiğini ifade ediyor. Ne yaparsan yap ama Teoman’ı kızdırma!

Gösterdiği fotoğraflar arasında fotoğrafçıya poz veren sanatçıları ayrıca sevdiğinden bahsetti ve o anda ekranda kim vardı? Eski In Flames, yeni The Halo Effect bass gitaristi Peter! Ah bu adamı çok seviyorum 🙂 Ankara’da oturduğu için, bu şehirde olan konserleri pek atlamamış. Gösterdiği fotoğrafların büyük kısmı Ankara’daki mekanlarda çekilen karelerdi. Eskişehir’de de izlediğimiz sevgili Şef Musa Göçmen’in Senforock konserleri (ki bu işe bu konserlerden birisi sayesinde başlamış), Heavy Stage 8 konserinde Carnophage’ın sahnesi gibi kareler aklımda kalan önemli karelerden bazıları.

Vurulup Düşen Asker

Etkinliğin en güzel yanlarından birisi de dinleyicilerin de aktif olarak katılım sağlayabilmesi oldu. Pek çok diğer sunumun aksine, Serkan Tuna’nın sunumunda bizzat dinleyiciler tarafından cevaplanmak üzere hazırlanmış başlı başına bir bölüm vardı: Fotoğrafçının sıkıntılı soruları. Örneğin bu iş, konser fotoğrafçılığı, bir sanat mı yoksa zanaat mı? Ya da üretilen işler birer belge mi yoksa reklam mı? Pekâlâ ortaya çıkan işleri değerlendirirken içerik mi yoksa biçim mi bizim için önemli olmalı? Bu saydıklarımın kati bir cevabı olmadığının farkına varmışsınızdır. İşte Tuna’nın da varmak istediği sonuç belki de buydu. Zira dinleyiciler olarak hiçbir soruda fikir birliğine varamadık. Bu konuları tartışırken Capa’nın çok meşhur “Vurulup Düşen Asker” fotoğrafına da atıf yaptı Tuna. Bu fotoğrafı kötü çekilmiş ve kısmen flu bir fotoğraf olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa çekildiği iç savaş dönemine dair uyandırdığı fikirler açısından mı ele almalıyız? Burada yine benim de kısa süre önce blogda yer verdiğim Henri Carter Bresson’dan bir alıntı yaptı: “Keskinlik bir burjuva kavramıdır, oysa içerik her şeydir.

Etkinlik sona erdiğinde, o gün salona ilk gelen izleyiciye bir kitap hediye ederek İzbe Prints isimli hesabın, bu yayını yalnızca baskı ve kargo maliyeti karşılığında sunduğunu belirtti. Bu kitap konser fotoğrafçılığı üzerine hazırlanmış ve kolektif bir şekilde oluşturulmuş. Keşke şansıma ben kazansaydım, burada da yer verirdim. Ancak ilgili profilden sipariş edeceğim. Etkinlik bitti, insanlar salondan ayrılmaya başladılar ve ben de nihayet ayağa kalkıp yanına yaklaştım.

Etkinliğin başından beri çalışmalarıyla ve oldukça samimi tavırlarıyla dinleyicilerin beğenisini kazandığını düşündüğüm Serkan Tuna’yla sosyal medyadan takipleşerek bir de hatıra fotoğrafı çektirdik.

Kendisine kendi adıma teşekkür ediyorum. Eline, emeğine ve Eskişehir’e geldiği için ayaklarına sağlık. Umarım bir konserde yeniden karşılaşabiliriz. Fujifilm Eskişehir’e de bu güzel etkinliklere devam ettikleri için teşekkürü borç bilirim.

2022 Yılımın Özeti

Şansa bak, yılın ilk yazısı yılın ilk dolunayına denk geldi. Bir My Resort klasiği haline gelen Yılımın Özeti yazısı başlıyor. Sıkılmadan okumanız dileğiyle.

Refah düzeyimin iyice düştüğü, ekonomik karamsarlıklarla boğuştuğumuz, buna rağmen eşimiz dostumuzla oldukça güzel zamanlar geçirip güzel işler ve ilkler başarabildiğim bir yıl oldu. 2013 yılından sonra, galiba hayatımın en hızlı geçen yıllarından birisi de olduğunu söyleyebilirim. Eskişehir’deki iş yerimde 5. yılımı, mesleğimde ise 10. yılımı geride bıraktım. Eskişehir’de geçirdiğim süre, artık Bilecik’te geçirdiğim süreyi geride bıraktı. Eskişehir’de yaşadığım her tecrübe de zaten Bilecik’i geride bıraktı.

2008 yılında Windows’un ilkel denilebilecek blog platformu olan Live Spaces altında blog yazmaya başladım. Yaklaşık bir yıl sonra, 2009 yılının Şubat ayında ise akıllıca bir hamle yaparak, o güne dek yazdığım yüzden fazla yazıyı birkaç gece uyumadan WordPress üzerine taşıdım. Ve o tarihten beri de WordPress altyapısını kullanmaya devam ediyorum. On üç yıldan uzun süredir My Resort, WordPress çatısı altında varlığını sürdürüyor.

Blog bu yıl yazı sayısı bakımından oldukça düşük bir performansa sahip. Sadece 48 yazı yazabilmişim. Ortalama olarak haftada bir yazı yazmışım. Bu benim açımdan oldukça yetersiz ancak hayatımızın en önemli parçası olan Mert Ekin‘in varlığı bu sayı üzerinde oldukça etkili 🙂 Bu yılın ikinci yarısında eşimin çalışma koşullarının değişmesi sebebiyle hafta sonumu tamamen Mert’le birlikte geçiriyorum. Hafta sonlarında kendime yazı yazmak şöyle dursun, kitap okuyacak bile imkan yaratamadım. Eh, bunda biraz benim de acemiliğim var elbette. Halil Abi‘den ders alacağım. Geçen sene de yazı ortalaması için Mert’i bahane etmişim ancak geçen yıl henüz 1,5 yaşında olan Mert’in bu sene olduğu kadar oyuna ve ilgiye ihtiyacı yoktu sanırım. Görünen o ki bu ihtiyacı da her geçen yıl daha da artacak.

Yılın son ayında blogla hiç ilgilenemedim. Çünkü bu yıl içerisinde yapmayı planladığım ancak ekipman eksikliğinden dolayı yapamadığım podcast projem için çalışmalar yapıyordum. Üstüne bir de Mert’in ufak tefek rahatsızlıkları olunca blogda yayımlanacak yazıların ancak taslaklarını yazabildim. Yayımlayamadım. Geçen yıldan yazmaya başlayıp da yayımlayamadığım taslaklarım şu şekilde:

  • Tübitak’tan Astronomi ve Popüler Bilim Kitapları
  • Pentagram – Makina Elektrika
  • Kayıp Tabur (öykü)

Bunlardan özellikle Pentagram’ın bir türlü CD ve plak formatında yayımlayamadığı albümünün yazısı büyük pişmanlık oldu benim için. Keşke albüm çıktığı dönem yayımlasaydım. Bu taslakları yılın ilk ayı içerisinde tamamlayıp yayımlayacağım. Hatta kendime koyduğum ilk hedef de bu olsun.

Bu yıl blogda en çok okunan yazılar İyi Bir Münazara İçin İpuçları, Gillette Tıraş Bıçakları Kullanıcı Deneyimleri ve Avatar – Arayış (Çizgi Roman) başlıklı yazılar oldular. Bu yazılar önceki yıllarda yazdığım halen reyting almaya devam eden yazılar. Bu yıl yazdığım yazılardan ise en çok okunanlar Madeni Para Koleksiyonum: 1 TL ve Yıl Serileri ve İhsan Oktay Anar – Tiamat (2022) İnceleme başlıklı yazılar oldular. Bu yıl önceki yıllara göre bloga okuyucu yönlendiren mecralarda da ciddi değişiklikler olmuş. Blogun yayım hayatının başından beri ilk defa bu yıl bloga en çok okuyucuyu Facebook değil, WordPress Mobil Uygulaması yönlendirmiş. Bu muhteşem bir gelişme. Yine, geçen yıl blog için açtığım Instagram hesabı sayesinde Instagram da Facebook’u geçerek, bloga en çok okuyucu yönlendiren ikinci platform olmuş. An itibariyle 258 takipçi var burada. Umarım bin kişiye yaklaşır. Bu yıl ilk defa denediğim WhatsApp anlık gönderileri ise beklediğimden daha az okuyucu göndermiş göndermesine ancak özellikle arkadaş ve iş çevremden bu anlık gönderiler sayesinde çok fazla kişiyle etkileşim kurabildiğim için bu yıl da aynı platformlara devam edeceğim.

Şimdi gelelim, blogun aylık maceralarına. Bu yazıları iş yerinde tuttuğum günlükten notlarla da destekleyeceğim.

Ocak 2022: Ocak ayında 7 yazı yazmışım. Yılın en çok yazı yazdığım ayı da bu ay olmuş. Elbette bu durumda bir haftalık Covid karantinam da etkili oldu. Bu ay 19 Ocak sabahı Eskişehir’de yoğun bir kar yağışı başlamış. Bu yağış bütün hafta devam etmiş.

  • Metis Ajanda koleksiyonuna başladım. Hatta o koleksiyon bu yıl da devam ediyor. 2023 yılı Metis Ajandası‘nın sloganı ArzuHal.
  • Covid oldum: Pandeminin son atağında ben de hastalığa yakalandım. Üçüncü doz biontech aşımı olduktan aşağı yukarı bir hafta sonra, birkaç seri hapşırmanın ardından gidip test verdim ve sonucum pozitif çıktı. Bir hafta evde kaldım. En ufak bir ağrı sızı hissetmedim. Zaten benim karantinam bittikten sonra da Bilim Kurulu pandemi koşullarını oldukça hafifletti.
  • İhsan Oktay Anar‘ın Tiamat isimli yepyeni bir roman yayımlayacağı müjdelendi.
  • İş Yerinde Yepyeni Yüzlerle Tanıştık: Bu yıl iş yerimiz açısından en büyük gelişme özelleştirilen Makine Kimya Endüstrisi Kurumu‘ndan bizim kuruma geçiş yapan arkadaşlarımız oldu. Numan, Serkan, Kübra, Merve ve Hasan ben karantina altındayken Ocak ayı içerisinde yeni çalışma arkadaşlarımız oldular. Bu kadar kısa sürede bu arkadaşlarımızla çok samimi arkadaşlıklar kurduk. Serkan’la okuldan da arkadaştık zaten. Ancak diğer arkadaşlarımızla da sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir uyum yakaladık.
  • Pentagram – Acoustic Live 2017 isimli çalışmasını yayımladı: Ama Youtube’dan. DVD ya da bluray olarak basılmadı bu güzel çalışma. Birkaç defa sosyal hesaplarından yazmama rağmen cevap dahi alamadım bu soruya.

Şubat 2022: Şubat ayında dört yazı yayımlamışım. Bu ayın başında tıpkı geçen ay bana olduğu gibi Merve ve annem Covid pozitif çıktı. Yabancı Dil Sınavına başvurdum. Yine bu ayın son günlerinde halı saha maçlarımıza başladık.

  • Org aldım: Her defasında midi klavyeyi kurmak artık zor geliyordu. Ufak tefek melodiler aklıma geldiğinde yutmak zorunda kalıyordum. Casio marka ikinci el sağlam bir org denk getirip aldım. Bu orgu yılın ilerleyen günlerinde kaydettiğimiz videolarda da kullandım.
  • Seksen Günde Devri Alem Dizisi: Bu yıl, Jules Verne‘nin meşhur kitabından uyarlanan Seksen Günde Devri Alem isimli diziyi izledim. İngiliz yapımı ve oldukça keyifli bir diziydi. Bu diziyi ve Jules Verne hakkındaki tüm gelişmeleri çok sevgili Murat Haser ve Instagram grubumuz sayesinde takip ediyorum. Ayrıca bir süredir kıymetli Ahmet Öncüer hocamı da ihmal ettiğimin farkındayım. Ankara’ya ilk gidişimde kendisini arayacağım.
  • Annem, babam, kardeşlerim ve eşim de Covid oldu: Ailecek covid olma hakkımızı kullandık ve şükür ki bir daha hastalık yaşamadık.
  • Pentagram konserine gittik: Yılın ilk konseri oldu bu. Oldukça kalabalık bir ekiple gittiğimiz konserde ön sıralardaydık ve çok eğlendik. Yılın ikinci yarısında gittiğimiz konserde neler olacağını bilseydim daha da eğlenirdim.

Mart 2022: Kış devam ediyor, nasıl bir soğuk varmış! Bu ay 5 yazılık bir performans sergilemişim. Mert Ekin sünnet olduğu için sağ olsun iki taraftan da sürekli misafirimiz ve sürekli Mert’le ilgilenenler oldu. Bu sayede blogla ilgilenebildim. Ah canım blogum! Bu arada Mert’in sünnet olacağı gün arabayı ufak bir sürttüm.

Nisan 2022: Nihayet bahar gelmiş. Belli çünkü sadece 3 yazı yazabilmişim. Bu ay Yabancı Dil Sınavı’na girdim. Sınavdan birkaç gün önce oturup biraz kelime çalışıp deneme çözdüm. Ders çalışmayı seviyorum galiba. Bu ayın son iki haftası özellikle iş yerinde oldukça yoğun ve koşturmacayla geçti. 23 Nisan için özel bir etkinlik organize ettik. Bu organizasyonda çeşitli görevlerim vardı. Yine bu ayın ilk günlerinde Sertan‘ın babası vefat etti. İşyerindeki bilgisayarım bozuldu. İkame bir bilgisayarla yılı tamamladım. Neyse ki yeni bilgisayarım çok iyi. Telefonum yere düştü ve kalemi fırlayıp kırıldı. Yeniledim.

Mayıs 2022: Yoğun bir ay olmasına rağmen blogda 5 yazı yazmışım. Havalar iyice ısınmıştı. İşyerinde gündem yine yoğundu ancak keyifliydim. Mert bu ay iki yaşına girdi. He-Man temalı bir doğum günü yaptık. Bayramı evde geçirmemiz dolayısıyla hem yazdım hem de bol bol okudum. Bu ayın ortalarında Eskişehir’de güzel bir kitap fuarı oldu. Türk Dil Kurumu’ndan kitaplar aldım. Ayrıca bu ay implant tedavisine başladım. Yine bu ayın son günlerinde Eftade Hocam ve ekibiyle birlikte “Geleceğin Yeşil Yakalıları” isimli TÜBİTAK projemizi gerçekleştirdik. Benim için harika bir tecrübe oldu. Emeği geçen başta Merve ve Esra olmak üzere, Mine ve Sevda ve tüm diğer arkadaşlarımıza teşekkür ederim. 29 Mayıs Cumartesi günü kurum olarak İstanbul’a gidip geldik günü birlik şekilde.

  • Yabancı Dil Sınavı açıklandı: Sınav aslında Nisan ayının son haftası açıklandı ancak yazabildim. Sınava 70 ve üzeri bir puan almak hedefiyle girdim. 80 üzeri bir puan alarak hedefimi gerçekleştirmiş oldum.
  • Madeni Para Koleksiyonumun 1 TL serilerini paylaştım. Bu yazım, bu yıl yazdığım ve en çok ilgi gören bir diğer yazım oldu. Bu yazıyı yazdıktan kısa süre sonra Erdem Abi sayesinde elimdeki yıl eksiklerinin hepsini tamamladım. Sadece o değil, çevremdeki çoğu arkadaşım da bu koleksiyonuma destek oldular.

Haziran 2022: Bu ay 4 yazı yazmışım. Ayın ilk günleri Çevre Haftası etkinlikleri sebebiyle koşturmacayla geçti. İş yerinden sevgili Burak Abimiz bana bir kaset ve radyo deck hediye etti. Kaset deck’in tamiratını evimin karşısında bu yıl açılan Alisa Elektronik‘te Ali Abi’ye yaptırdım. Canavar gibi oldu! Muhteşem bir set kurdum böylece. Bu ayın son günlerinde doktora mezuniyet törenimiz oldu ancak yazısını Temmuz ayı içerisinde yazdım.

  • Jules Verne koleksiyonuma yeni kitaplar eklenmiş. Ayrıca Ötüken Yayınları’ndan Denizler Altında 20000 Fersah romanının oldukça müthiş bir baskısı çıktı. Bu yıl ağırlığımı Alfa Yayınları’ndaki Olağanüstü Yolculuklar Serisi’ne verdim. Yayınevi, serinin 2023’te tamamlanacağını duyurdu.
  • Türkiye Çevre Haftası’nı kutladık: Normalde iş yerindeki etkinliklerden oldukça yüzeysel bahsederim. Ancak bu etkinlik ciddi anlamda emek verip her aşamasında saatlerimizi harcadığımız bir organizasyon olunca ben de yazdım elbette. Sevda’yla birlikte sunuculuk yapmamız, düzenlediğimiz voleybol turnuvası, bisiklet turu gibi etkinliklerle oldukça kapsamlı bir organizasyon yaptık. Öncesindeki bütün bir Mayıs ayı ve Haziran ayının ilk haftasını bu işe adadık. Voleybolda başarılı olamadık. Takımımız Kübra, Halil Abi, Rıdvan Abi, Numan ve benden oluşuyordu.

Temmuz 2022: Bu yılın şüphesiz en iyi ayı bu aydı. Çok mutluydum. Bloga dört yazı yazdım. Çünkü Haziran ayı sonunda güzel bir mezuniyet töreni yaşamış, ayın ortalarında da Maykıl Ceksın kulübüyle tatile gitmiştik. Yine bu ayın ortalarında bu yıl ki stajyerlerimiz başladılar. Hepsi çok güzel ve iyi arkadaşlarımız oldular. Egehan, Fatih, Begüm, Almina, İpek, İrem ve Çağlar birbirinin peşi sıra kurumumuzda staj yaptılar. Oldukça saygılı ve sevgi dolu bu arkadaşlarımızın bahtları ve yolları açık olsun. Başta Fatih ve Çağlar olmak üzere hepsiyle halen görüşüyorum ve görüşmeye de devam edeceğim. Yeri gelmişken sürpriz yılbaşı hediyesi için sevgili Egehan’a ve çok uzaklardan bir kart yollayarak beni mutlu eden sevgili Buket’e selamlar sevgiler.

  • Doktora mezuniyet törenine katıldık: Bir yıl önce mezun olmuş ancak pandemi nedeniyle mezuniyet töreni yapılamadığından pek de anlayamamıştık mezun olduğumuzu. Bir önceki yılın mezunlarıyla birlikte bu yıl nihayet bir mezuniyet töreni düzenlendi ve Alper’le birlikte katıldık. Bu törende Lisansüstü Eğitim Enstitüsü mezunları adına konuşmayı ben yaptım. Birinci olmuşum 🙂
  • James Webb Uzay Teleskobu faaliyete girdi. Bu teleskop insanoğlunun evrene açılan yepyeni bir gözü oldu. Artık çok daha uzakları görebiliyoruz. Üstelik görüşümüz de daha keskinleşti. Önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde çok büyük keşifler yapılacağına olan inancım arttı.
  • Şerit rozet ve bröve koleksiyonuna başladım. Aslında bu merakım çok daha eskiye dayanıyordu ancak bu yıl ilk defa planlı bir şekilde piyasan bröve ve rozet toplamaya başladım. Bu noktada seritrozet.com isimli siteye çok şey borçluyum. Sahibiyle Ankara’da da buluşup tanıştım. Konuya ilişkin çok daha fazla bilgi elde etme şansım oldu. Ayrıca bir de çok kaliteli bir posterim oldu. Bu koleksiyona bu yıl da devam edip yakın zamanda birkaç görsel daha paylaşacağım.
  • Maykıl Ceksın kulübüyle Datça’ya gittik: İşte yılın en keyifli yazılarından birisi daha! Önce Denizli’ye gidip Turgutlar’la buluştuk. Ertesi gün ise Sercan ve Alper’le yol üzerinde buluşup üç aile Datça’ya gittik. Burada çok şirin bir otelde kalıp oldukça keyifli bir hafta geçirdik. Denize doyduk. Dönüşte de Volkan’ın ailesini ziyaret ettik Çubucak’ta. Ciddi anlamda yorucu bir yol tecrübesi oldu benim için. Özellikle dönüş yolunda Mert’in de huzursuzlanmasıyla mücadele ettik ve kazasız belasız dönebildik.

Ağustos 2022: Evet, yaz ayları oldukça keyifli geçmeye devam ediyor. Bu ay da 4 yazı yazarak adeta kendime bir standart oturtmuşum. Bu ayın bir kısmını yollarda geçirdim. Yine bu ay yılın ilk kamp tecrübesini yaşadık. Ayın ilk haftasında Mert ve annesi Antalya’ya gittiler. Ayın sonlarına doğru iş yerinden arkadaşımız Osman vefat etti. Mekanı cennet olsun, geride kalanlara sabırlar diliyorum.

  • Umut Sarıkaya’nın külliyatı tek seferde yayımlandı. Komik Şeyler Yayıncılık güzel bir çalışmaya imza atıp Umut Sarıkaya’nın çalışmalarından oluşan üç kitap ve iki albümü koskoca bir set olarak yayımladı. O günden beri Umut Sarıkaya’nın Eskişehir’e gelmesini bekliyorum. Blogda yazmadım ama birkaç ay sonrada yine Dünya Klasikleri isimli bir kitabı üstelik özel baskısıyla yayımlandı.
  • Kardeşim Mustafa burun ameliyatı oldu. Blog elbette benim dışımdaki aile fertlerinin ve yakın dostlarımın da hayatlarındaki önemli olayları anlatıyor. Kardeşimin taa lisedeyken geçirdiği trafik kazasının ardından yıllardır kademe kademe geçirdiği ameliyatların sonuncusu da nihayet oldu. Ben de o gece refakatçi olarak kaldım yanında.
  • KİM Tiyatro Ekibiyle tanıştık. Biricik arkadaşımız İnanç’ın harika performanslar sergilediği bir tiyatro oyunu dolayısıyla KİM Tiyatro ekibiyle tanıştık.
  • Çamkoru Tabiat Parkı’nda kamp yaptık: Emre’nin Ankara’da yaşamaya başlamasının bir kutlaması olarak Alper ve Emre’yle Ankara’da Çamkoru Tabiat Parkı’nda kamp yaptık. Müthiş bir kamp oldu. Sonradan bu alanın sevgili arkadaşım Özge Şefimin sorumluluk sahasındaki bir tabiat parkı olduğunu da anladım. Eh biraz sitem etti o da.

Eylül 2022: Oldukça keyifli geçen bir yazdan sonra sonbahar başladı. Ortalamayı koruyor ve 4 yazıyla devam ediyorum. Bu ay KÖFN’ün hit parçası Bi’ Tek Ben Anlarım’ı coverladık Instagram’da. Yıl boyunca yaptığımız cover parçaları yazının sonlarına doğru liste şeklinde vereceğim. Alper’in doğum gününde İngiltere Kraliçesi Elizabeth öldü. Ölmez denilen kadın öldü. Dünya ona da kalmadı. Bu ay yeşil pasaport aldık.

Ekim 2022: Sonbaharın artık iyice kendini hissettirdiği, soğuğun iliklere işlemeye başladığı bir ay olmuş. Yine bu ay da 4 yazı yazmışım. Bu ay kısa süreli bir Ankara ziyaretim oldu. Temmuz ayında başladığım şerit rozet koleksiyonuyla ilgili olarak Ankara’da seritozet.com isimli sitenin sahibiyle buluşup tanıştım.

Kasım 2022: Yoğun bir yağmur vardı ay boyunca. Ay boyunca 3 tane yazı yazabildim.

  • Mezunlar buluşmasına gittik: Mezuniyetimizin 10. yılında pandemi nedeniyle yapılamayan ve bu yıl telafisi yapılan mezunlar buluşmasına gittik. Dönem arkadaşlarımızın yanı sıra hocalarımızla da bir araya gelebildik bu sayede. Aynı gün Alper, Emre, Ahmet Ali ve Çağlar‘la stüdyoya girdik.

Aralık 2022: Ve yılın son ayı. Bu tembel kardeşiniz sadece bir yazı yazabildi. 2014 yılındaki askerliğimden beri hiç bir ayda iki yazının altına düşmemiştim. Neyse sağlık olsun. Yılın son ayının en güzel yanı 2022 Dünya Kupası Turnuvası oldu. Katar’da oynanan turnuvayı favorim olan Arjantin kazandı. Ve böylece Messi gezegenin yaşayan en iyi futbolcusu oldu. Bizim nesil de tıpkı önceki nesiller gibi (Pele, Maradona) kendi döneminin efsanesi Messi‘yi nihayet Dünya Kupası alırken görebildi. Arjantin takımında kamuoyunda oldukça itici karşılansa da kaleci Martinez de turnuvanın bir diğer yıldızı oldu. Olağanüstü kurtarışlar yaparak en az Messi kadar kupayı kazanmalarını sağladı. Son olarak bu ay sevgili arkadaşım Merve sayesinde Turkcell tarafından kazıklanmaktan kurtuldum. Çok iyi bir fiyata çok GB’lı bir tarifeye geçtim.

  • Maykıl Ceksın Kulübü olarak 10 yıl sonra yeniden Çanakkale’ye gittik. 10 yıl önce Volkan, Alper ve Sercan’la yaptığımız turu bu sefer Volkan gelemediği için üçümüz gerçekleştirdik. Yılın son ayına oldukça yüksek bir enerjiyle giriş yapmış oldum böylece. Gelibolu‘ya Temmuz 2014’ten sonra yeniden dönmek beni oldukça tuhaf, hüzünlü ve daha çok mutlu hissettirdi.

Evet, koskoca bir yılın özeti bu şekildeydi. Ancak elbette blogda yazmadığım pek çok başka güzel gelişmeler de olmadı değil. Bunlardan en önemlilerinden birisi Ender ve Semra‘nın düğünü oldu. Çok güzel bir tarihte, 29 Ekim günü düğünleri yapıldı. Düğünde çok uzun süredir görmediğim arkadaşlarımı da gördüm üstelik. Hatta ilginç bir tesadüf eseri, Fehmi‘ye arkadaşımın düğüne gittim diye anlatıp fotoğrafları gösterdiğimde fotoğraftaki arkadaşlardan Murat, Fehmi’nin çocukluk arkadaşı çıktı. Yine Eylül ayının 5’inde Doğan ve Sinem‘in düğünleri oldu. Sevgili kuzenimiz Doğan’ı ve tüm ailesini Eskişehir’de ağırladık. Biricik kardeşim Okan‘la hasret giderdik. 18 Haziran Cumartesi günü Bilecik’e Emre ve Şeyma‘nın düğünü için gittim. Düğüne gelemeyen birkaç kişi hariç herkesle görüştüm. Evlenen tüm kardeşlerimize ömür boyu mutluluklar diliyorum.

Adam Spor Merkezi‘ne büyük bir titizlikle devam ediyorum. Burada oldukça güzel bir arkadaş ortamımız oldu. Yıl boyunca Erhan Abi‘yle antrenmanlar yapıp eğlendik. Eğlendik dediğime bakmayın, daha çok o güldü. Sonbahar aylarında omzumdan sakatlandım. Ancak hocanın ve Enes‘in tavsiyesiyle glucosamin kullanmaya başladım. Kısa sürede etkisini gösterdi ve umarım böyle devam eder.

Bu yıl tıpkı blog yazamadığım gibi, pek fazla kitap da okuyamadım. Okuduğum en iyi kitaplar Sessiz Ev ve Tiamat oldular. Bu yıl kitaplığıma yaklaşık 130 kitap daha eklenmiş ancak bu sayının hepsi roman değil. Yaklaşık 30 tanesi Atlas Özel Koleksiyon Serisinden, 25 tanesi Jules Verne eserlerinden, ayrıca ders kitapları ve çizgi romanlar da var.

Bu yıl Sevda, Yiğit, Çağlar, Cem, Ahmet Ali ve Alper’le çeşitli stüdyolar yaptık ve eğlendik. Instagram’da da güzel işler paylaştığımıza inanıyorum. Bu yılın en büyük katkılarından birisi olan sevgili Çağlar sayesinde müzik işlerimiz biraz hareket kazandı. Hali hazırda başlayıp da bitiremediğimiz birkaç şarkı daha var. Onları da en kısa sürede umarım paylaşacağız.

Yıllardır olduğu gibi bu yıl da dolunay yazılarımı sektirmeden yazdım. Bu yazılarda o aya ait müzikal gelişmeleri, hayatımdan kesitleri ve yazdığım mini öyküleri paylaştım. Yılımın Özeti yazısının da bir dolunay zamanına rastlaması benim için bir ilk olacak. Dolunay konseptinden vazgeçmeyeceğim. Hatta podcast işini becerebilirsem belki aylık dolunay yazılarım için bir periyot bile oluşturabilirim. Ancak bir önceki yılı yeniden gözden geçirince blogda pek çok şeyin yarım kaldığını görüp not aldım. Önceliğim eksiklikleri gidermek.

Neler dinledim? Açıkçası bu sene en çok dinlediğim şarkı Köfn – Bi’ Tek Ben Anlarım oldu. Bunun dışında Mabel Matiz‘in pek ilgi görmeyen Nerelere Gideyim isimli Yeni Türkü coverı da beni benden aldı. Eşin dostun sayesinde ya da kendi şansıma keşfedip hayran olduğum şarkılar ise Nova Norda – Beni Biraz, Oscar And The Wolf – Joaquim, SMS – Ay Karanlık, Mabel Matiz – Nerelere Gideyim isimli şarkılar oldu. SMS grubunu Çanakkale’de keşfettik. Çok daha fazlası da var aslında ancak yazıyı yazarken bunlar aklıma geliyor. Metal müzik türünde bir önceki sene olduğu gibi bu sene de Mgla en fazla dinlediğim grup oldu. Sabhankra, Hope To Find, Amon Amarth, Gojira, Halo Effect ve Pentagram yoğunlukla dinlediğim gruplar olmuşlar. Yazın Türkiye’ye gelen The Halo Effect’e Tahir Abi sayesinde bir kart imzalatabildim. Koleksiyonum için güzel bir parça oldu. Grubun bu yıl nihayet yayımlanan Days Of The Lost albümünü ve aynı adı taşıyan şarkısının klibini çok sevdim. Ülkedeki hemen her şeyin fiyatının üçe beşe katlanması sebebiyle bu sene çok fazla plak alamadım.

Almaya niyetlendiğim albümlerden olan Pentagram’ın son albümü Makina Elektrika ise yayımlanalı aylar geçmesine rağmen halen basılmadı! Bu yılın müzikal hayal kırıklığı galiba Pentagram oldu benim için. Acoustic Live 2017 ve son albümlerinin yalnızca dijitalde yayımlanarak basılmaması ve Eskişehir’deki son konserleri bu kanıya varmam için yeterli oldu. Everybody’s Fool şarkısını coverladığımız için yılın o döneminde de Evanescence‘in 2003 tarihli Fallen albümünü dinledim sürekli. Bunun dışında bu yıl boyunca iki müthiş podcasti dinleyip durdum. Bunlardan ilki Getik Dergi döneminden arkadaşlarım Levent ve Furkan‘ın içerisinde bulunduğu (Onur ve Anıl’ı da unutmadım) “Kat 3 Daire 5” ekibinin aynı isimli podcastlari. Korku temalı hikayeleri ve sonrasındaki yarı komik yarı ürkütücü muhabbetlerini dinlemek çok keyifli oluyor. Ve değerli arkadaşım Civan‘ın büyük ve meşakkatli bir araştırma sürecinin ardından yayımlamaya başladığı 1. Dünya Savaşı Podcast Serisi yılın diğer en iyi podcast kanalı oldu benim için. Hem Levent’e hem de Civan’a teşekkürler ve selamlar.

Neler izledim? Netflix‘te bu yıl yayımlanan tüm popüler içerikleri izledim. IPTV sayesinde aslında tüm platformlarda öne çıkan ne varsa izledim. Bu yıl da favorim geçen sene olduğu gibi “Gibi” oldu. Ayrıca bu yıl keşfettiğim Ayak İşleri dizisine bayıldım. Netflix’teki 1899 isimli diziyi Dark’ın referansına güvenip izledik ve beğendik. Avatar‘ın ve Top Gun‘ın yeni filmini henüz izlemedik. Bu sene yayımlanan hiçbir süper kahraman filmini de izlemedim. Tıpkı trap müik furyası gibi lütfen şu süper kahraman furyası da azalarak bitsin. Yine Netflix’te yayımlanan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok isimli film bu yıl izlediğim en iyi film oldu. Savaş ve özellikle Dünya Savaşları konulu filmler favorilerimdir zaten.

Evet yazının en özel ve önemli bölümlerinden bir tanesine geldik: Hedefler. Bu bölüm, bir önceki yıl nasıl yaşadığımın da aslında en kısa özeti oluyor. Ne kadar çok hedefi başarırsam o kadar iyi bir hayat sürmüşüm demektir. 2022’de koyduğum hedeflere ve gerçekleşme durumlarına bakalım:

  • Yabancı dil sınavına girip 70 almak (başardım)
  • Makale yazıp yayınlatmak (olmadı)
  • Çadır kampı yapabilmek (yaptık)
  • ALFA Yayınları’nın Olağanüstü Yolculuklar serisinin en az %60’ını tamamlamak (tam da belirttiğim kadarını tamamladım)
  • Merve’ye araba sürmesini öğretebilmek (vakit olmadı)
  • Kendime bir elektro gitar yapabilmek (yapamadım)

Eh, ne çok iyi ne çok kötü bir yıl geçmiş. Haydi şimdi de önümüzdeki yıl için kendime hedefler koyayım bakalım:

  • Merve’ye araba sürmesini öğretebilmek
  • Bilgisayarımda Windows 10’a geçmek
  • Yıl sonunda en az 30 podcast kaydı yapabilmiş olmak
  • Alfa Yayınları Olağanüstü Yolculuklar serisini tamamlayabilmek
  • Alper’le birlikte bir makale yayımlayabilmek
  • Yurt dışına bir seyahat yapmak

Hoş geldin 2023. Her yeni yıl gibi sen de umutlarla dolu olarak geldin. Üstelik cumhuriyetimizin ilk yüzyılını müjdeleyerek geldin. Umarım ülkemiz ve milletimiz için güzel bir yıl olur. Bombalar patlamaz, cehalet övüne övüne sokaklarda gezmeye devam edemez, eşimiz, ailemiz ve dostlarımızla mutlu mesut bir yıl yaşarız. Nice güzel yıllara!

10 Yıl Sonra Yeniden: Çanakkale Road Trip

Yılın son dolunayını yaşıyoruz. 2022 yılı nihayet birkaç hafta sonra bitiyor. Bu hafta, yıllık iznimin son kırıntılarını kullandım. Ancak hem Mert Ekin hem de annesi hasta oldukları için açıkçası pek bir şey yapamadım. Ancak geçtiğimiz hafta sonu yaptığımız muhteşem Çanakkale gezisinin hazzı her şeye değerdi doğrusu. İşte oturmuş, dolunayı bahane ederek nihayet yazabiliyorum.

Birkaç yıl önce Alper, Sercan ve Volkan‘la birlikte, “maykıl ceksın” kulübümüzde konuşurken, efsanevi Road Trip maceramızın onuncu yılı olan 2022 yılında, yeniden yollara düşmeye, aynı tarihlerde aynı rotaya gitmeye karar vermiştik. Volkan da şartlarını zorlayarak Türkiye’de olmaya çalışacaktı. Tarih yaklaştıkça heyecanımız arttı. Rezervasyonlarımızı yaptırıp rotamızı oluşturduk ve 2 Aralık Cuma günü Alper’in Ankara’dan yola çıkmasıyla maceramız başladı. Şimdi biraz eskiye giderek bu maceranın aslında bizim için neden önemli olduğundan kısaca bahsedeyim.

On yıl önce yazdığım şu, şu ve şu yazılarımda çok detaylı olarak bahsettiğim üzere, 2012 yılının Kasım ayında o dönem çok popüler olan Facebook platformu üzerinde Mitsubishi‘nin düzenlediği bir yarışmayı kazanarak İstanbul – Tekirdağ – Gelibolu – Çanakkale rotasını izlemiş, son model üç araçla bir gece iki gün sürecek bir yolculuğa çıkmış, yol boyunca tüm yeme içme konaklama ve yakıt dahil tüm masraflarımızın karşılandığı müthiş bir macera yaşamıştık. Şansımızın da yardımıyla Çanakkale Şehitler Abidesi‘nin zirvesine çıkabilmiş, haberim bile olmadan bir sene sonra askerliğimi yapacağım yerleri dolaşmıştık. Bu yolculuğun başladığı gün olan 30 Kasım 2012 Cuma günü, KPSS yerleştirme sonuçları açıklanmış ve Bilecik’e atandığımı öğrenmiştim. Böylece bu yolculuk hayatımın en değerli yolculuklarından bir tanesi olmuştu benim için. 2007’den beri devam eden arkadaşlığımızın da dostluğa evrildiği bir anılar bütünü yaşamıştık hep birlikte. İşte şimdi aynı rotayı, aynı ekiple ama Mitsubishi’nin desteği olmadan dolaşacaktık.

2 Aralık Cuma günü Alper’in Ankara’dan bindiği trene ben de Eskişehir’den dahil oldum ve saat 19.30 civarı İstanbul’da Pendik‘te trenden indik. Sercan bizi karşıladı. Oldukça acıktığımız için, Sercan’ın ve Alper’in tavsiyesiyle Tuzla Balık isimli mekana gittik. Burası benim ilk defa duyduğum bir “meze” konseptine sahip. Alkolsüz hizmet veren mekanda, siz “yeter” deyinceye kadar envai çeşit deniz mahsulü (balık, ahtapot, karides, kalamar vs.) çeşitli pişirme teknikleriyle pişirilerek ve “tadımlık” porsiyonlarla size sunuluyor. Böylece kelimenin tam anlamıyla “her şeyden” yemiş oluyorsunuz. Mekanda günlere göre ufak değişiklikler gösterse de çok ciddi bir menü ve çeşitlilik var. Biz o gece tam 9 farklı tür ürünün tadına baktık. Minekop favroim oldu. Böyle bir konsept ancak müşteri sirkülasyonunun yoğun olduğu yerlerde uygulanabilir ki sürümden kazanılabilsin. Dolayısıyla Eskişehir’de örneğin, böyle bir restoran olması mümkün gözükmüyor. Ancak İstanbul’a giderseniz Tuzla Balık’ta muhakkak bu “meze” konseptini deneyin.

Yemekten sonra Kadıköy’e geçtik. Burada bir mekanda kahve içerken ben sohbet arasında müsaade isteyip Tahir Abi‘yle görüştüm ayaküstü. Daha sonra Sercanlara geçtik. Netflix’te yeni yayımlanan bir trol filmini izledik. Norveç’ten çıkan trol filmlerini seviyorum. Sana bana saçma geliyor ama adamların mitolojisi ve hikayelerine konu olan tema bu. O gece trollü rüyalara dalıp dalıp çıktık.

Ertesi sabah erkenden yola çıkamadık. Saat 10.00 gibi ancak çıkabildik. Oldukça kapalı bir hava vardı, yağış çok azdı. Tekirdağ Malkara‘da Yamanlar Peynir denilen yerde mola verdiğimizde saat 12.30’du. Burada Sercan’ın tavsiyesiyle kaşarlı bir tost yedik. Bilmeyenler için –ben de bu yolcukta öğrendim– Yamanlar markası, bu bölgede peynirin kralı olarak biliniyor. Yamanlar’da tost yedikten sonra, nedensizce gaza geldik ve rotamızı Keşan‘a çevirdik. Askerde acemi birliği bittiğinde bir daha ayak basmamaya söz verdiğim bu ilçeye bir kere daha gelmiştik işte. Peki ne için? Şirin Kokoreç! Süt kuzusundan yaptığı kokoreçlerle meşhur olan bu dükkana uğramamızı Alper çok istedi. Öğlen vakti olmasına rağmen kokoreç yedik ve oldukça lezzetliydi.

Okumaya devam et

Denizli, Datça, Marmaris: Maykıl Ceksın Kulübü

Biraz uzun, ancak nerede ne yapılır ne yapılmaz tarzında, faydalı bir gezi yazısı olacak.

Kökenleri neredeyse 15 seneyi bulan dostluğumuz boyunca, “maykıl ceksın” kulübü olarak pek az kere bir yerlere gezmeye gidebildik ve tatil yapabildik. Bu yıl “onuncu yıl dönümünü” kutlayacağımız Road Trip planımızı saymazsak, ailelerimizin de içerisinde olduğu bir buluşmayı henüz yapamadık.

Durum böyle olunca, bu yaz tatilimizi hep birlikte planlamaya karar verdik. Ancak kısa süre sonra bu sefer de Volkan’ın katılamayacağı kesinleşti. Böylece Alper ve Sercan’la birlikte rezervasyonumuzu yaptırım sessizce beklemeye başladık. Rotamız Alper ve Özge’nin uğrak mekanı olan Datça olacaktı.

16 Temmuz’u 17 Temmuz’a bağlayan gece saat 05.00’te yola çıktık. Planımız bir gece Denizli’de kalıp ertesi gün Alperler ve Sercanlarla buluşarak yola devam etmekti. Denizli yolculuğumuz Mert’in epey bir süre uyuması sayesinde, neredeyse hiç sıkıntısız tamamlandı. Ancak yolculuk esnasında, yaklaşık 1 saat süren bir köy yolu maceramız oldu ki burada navigasyon kurbanı olduk. Sorunsuz bir şekilde, saat 10.00 civarında bir önceki yıl da kaldığım Denizli Polisevi’ne ulaştık. Yıllardır görüşemediğim sınıf arkadaşım Turgut’u aradım. Sağ olsun kısa süre sonra ailesiyle birlikte yanımıza geldi ve birlikte Pamukkale’ye gittik. Burada korkunç bir sıcak vardı, ancak buna rağmen yılmadan travertenleri gezdik ve geçen sene Togay’la gittiğimizde hayran olduğum o antik tiyatroyu bir kere daha görme fırsatım oldu.

Burada epey bir gezdikten sonra birlikte yine Denizli’ye döndük ve Polisevi’nde birlikte vakit geçirdik. Turgut’a ve sevgili eşi İlkay’a misafirperverlikleri için bir kere daha teşekkür ederiz.

Ertesi gün sabah saat 06.00’da bu sefer Alperler ve Sercanlar’la buluşmak üzere Denizli’den hareket ettik. Buluşacağımız yer Muğla’nın biraz dışındaki bir akaryakıt istasyonuydu. Buraya kadar yine sorunsuz geldik. Buluşma noktamıza önce Alper ve Özge gelmişti. Daha sonra biz ulaştık. Bizden çok kısa süre sonra ise Sercan ve Ülkü geldiler. Altı yetişkin ve iki bebekten oluşan kafilemiz böylece ilk kez bir araya gelmiş olduk. Çok kısa bir araç yıkama faslından sonra konvoy olarak Datça’ya yolculuğa başladık. Daha önce böylesine virajlı ve rampalı yollarda araç kullanmamıştım. Geliş ve gidişimizde beni zorlayan tek şey de bu yollar oldu.

Yolda tostu çok meşhur olan “Meşhur Akçapınar Tostçusu” isimli mekanda kahvaltı için mola verdik. Çok meşhur olan ama çok da güzel olmayan tostu ve kahvaltısı sayesinde, biraz dinlendik ve yolun asıl zorlu olan kısmına çıktık.

Yolların kötü olmasının galiba, Datça’ya olan turist akınını kısıtlayabilmek gibi bir özelliği var. Zira buradaki doğanın, denizin ve diğer güzelliklerin bu denli korunarak kalabilmiş olmasının sebebi, ulaşımın nispeten zor olması gibi geliyor bana. Otele vardığımız anda otelin duvarlarında asılı birkaç gazete haberinde “Datça’yı Yazmayın” şeklinde başlıklar gördüm. Haberi hazırlayan gazeteci, yerel halkın kendisine sık sık bunu tembihlediğini, Datça’nın güzelliklerinin sürdürülebilir kalması için burayı daha az insanın keşfetmesini istediklerini aktarmış.

Uslu Hotel Royal Yachting isimli otelimize vardık. Butik denilebilecek boyutlarda, sevimli bir yerdi. Güler yüzle ve profesyonel bir samimiyetle karşılandık. Otelin sahibi Yiğit Bey, bize Datça ve otel hakkında kısa bir bilgilendirme yaptı.

İlk gün biraz da yol yorgunluğuyla günü otelde geçirip akşamüzeri yemek için yürüyüş mesafesindeki Sevinç’in Lezzet Sofrası isimli lokantaya gittik. Yemekleri çok lezzetli ancak bazı ürünlerin fiyatları anlamsız şekilde pahalı. Sipariş etmeden önce muhakkak sormak lazım. Burada içtiğim paça çorbasının bir benzerini daha içmedim. Müthişti.

Okumaya devam et

Bir Uzman Olarak Sercan’ın İstanbul Havalimanı Hakkında Uyarısı

Biricik kardeşim Sercan, işi gereği İstanbul Havalimanı‘nı ortalama bir vatandaşa göre çok daha fazla kullanıyor. Özellikle hava yolu taşımacılığının incelikleri konusunda içimizde en tecrübeli kendisidir. Tabi bu gruba Volkan‘ı dahil etmiyorum, o zaten havaalanında çalışıyor.

İstanbul’da son iki üç gündür yaşanan olumsuz hava koşullarıyla ilgili her kafadan bir ses çıkıyor. İstanbul’da yaşamayan, İstanbul’un üç köprüsünden başka bir şeyini görmeyen birisi bile kalkıp “Abi adamlar çalışmamışlar” diye yorum yapabiliyor. Sercan’ın geçen gün attığı tweet ise üzerinde çalışılmış ve apaçık delillere dayanan bir tespiti içeriyordu.

Bu havalimanının yer seçimiyle ilgili olarak henüz projenin gündeme geldiği ilk günlerde dahi ciddi tereddütler vardı. Hatta 2018’in sonlarına doğru açılmasının ardından bazı dış hat uçuşlarında hava yolu şirketlerinin, yeni havalimanına inişin zor olması gerekçesiyle Sabiha Gökçen‘i tercih ettikleri konuşuluyordu. Sercan’ın bu tweet’inde de Flightradar sitesinin anlık uçuş trafiği hizmeti sayesinde, İstanbul üzerinde inmeyi bekleyen, adeta yırtıcı kuşlar gibi daireler çizen uçakları görüyoruz. Hava koşulları yüzünden (ve galiba biraz da tedbirsizlik) uçaklar güvenle iniş yapamıyorlar.

Twitter’daki konuya ilişkin onbinlerce tweet içinde, Sercan’ın attığı epey dikkat çekmiş olacak ki Türkiye’nin en büyük içerik üretici platformlarından birisi olan Onedio, bu tweet’in de içinde bulunduğu bir derleme yayınladı: Kar Yağışının En Çok Etkilediği İstanbul Havalimanı İçin Uzmanların Yıllar Önce Yaptığı Uyarılar Gündem Oldu

Eh, arkadaş grubumuzda Twitter’ı en etkin Sercan kullanıyor theserkunt kullanıcı adıyla. Zaman zaman nokta atışı tespitler yapıyor. Böyle güzel içeriklerin keşfedilip duyurulması da epey mutluluk verici olsa gerek.

2021 Yılımın Özeti

Ne yıldı ama!

Koronavirüsün bir artıp bir azaldığı, virüse karşı geliştirilen aşıların da başarılı olması sayesinde virüsün bir dönem epey kontrol altına alındığı, ancak rehavete kapılıp tüm tabloyu yerle bir ettiğimiz, ekonomik krizi iliklerimize kadar hissedip fiyatların akıl almaz bir biçimde yükselişine, fırsatçılığa, üç kağıtçılığa artık kapalı kapıların ardında değil, aleni olarak güpegündüz şahit olduğumuz bir yıl oldu.

Virüse ve ekonomiye dair haber pek parlak olmasa da sevdiklerimizle, arkadaşlarımızla bir dolu güzellikleri paylaşıp, hatıralar biriktirip, sanatın, edebiyatın ve olmazsa olmaz müziğin dibine iyice vurduğumuz bir yıl oldu. Maddi açıdan çöken yılımızı manevi açıdan zenginleştirdik.

Blogda bu yıl toplam 79 tane yazı yazmışım. Geçen yıl bu sayı 80 imiş. Dolayısıyla eşit bir performans sergilediğimi söyleyebilirim. Bu da haftalık yaklaşık 1,5 yazı ediyor. Aslında haftada 2 yazı yazabilsem çok daha iyi olurdu. Geçmiş yıllarda bu ortalamayı 3’de tutuyordum. Ancak Mert Ekin‘in hayatımıza katılmasıyla birlikte ister istemez bu ortalama da düştü. Bu yılın en çok okunan yazıları İyi Bir Münazara İçin İpuçları, Bir Reflü Macerası, Gillette Tıraş Bıçakları Kullanıcı Deneyimleri ve Leyla İle Mecnun’daki O Prenses: Elenor başlıklı yazılar oldu. Arama motoruna münazara yazdığınızda bu blogun ilk sıralarda çıkıyor olması sevindirici. Ayrıca muhtemelen Leyla ile Mecnun dizisinin yıllar sonra yeniden başlamasının bir etkisi olarak taa 2013’te yazdığım bir yazının hala hit alması da şaşırttı beni. Blogda en çok tıklanan görseller; bu, bu ve bu olmuş. Keşan‘a askerliği çıkanlara selam olsun. Bu yıl bloga yine en çok ziyaretçi Facebook’tan gelmiş. Ancak önceki yıllara göre şaşırtıcı olan en çok takipçiyi ikinci olarak yönlendiren WordPress‘in kendi mobil uygulaması olmuş. Dünya’nın farklı ülkelerinden gelen kullanıcıları bu sayede kazanabildim. Daha sonra ise Twitter, Instagram (linktr.ee katkısı) ve LinkedIn geliyor. Bu yıl bloga bir Instagram hesabı açtım. Beklediğimden daha çok ilgi gördü. Buradan görüp bana ulaşan bir sürü okuyucu kazandım. Bu yıl da Instagram hesabımıza umarım artan bir ilgiyle devam edeceğiz.

Bu yılın blogla ilgili bir sürprizi ise Spotify üzerinden olacak. Blogdaki bazı çok sevdiğim yazılarımı, eski ve yeni hikayelerimi seslendireceğim. Bunları belki bir podcast gibi düzenli olarak değil ama yine haftada en az bir tane olmak üzere yüklemek niyetindeyim. Bu fikrimi ilk defa Alper‘e anlattım. Mektubunda bu fikrim için aynen şu cümleyi kullanmış: “Podcast fikrin, ince ama sağlam, ilmek ilmek ama boşluksuz işlenmiş bi hayatın çok değerli bir aşaması olacak.” Böyle bir yorumu okuyunca fikri projeye dönüştürdüm bile. Bu ay ilk podcast gelecek.

Blogun aylık performansını değerlendirmeye geldi. Bu kısmı seviyorum. Çünkü koskoca bir yılı birkaç paragrafta özetlemiş oluyorum.

Ocak 2021: Yıla bu ay içerisinde 7 yazı yazarak başlamışım. Yılın ilk ayında ortalama bir performansla yazmışım.

  • Jules Verne Koleksiyonum: İş Bankası İş Çocuk Klasikleri‘nden yayımlanmış 6 kitaplık ciltli seriyi nihayet tamamladım. Bu yıl ALFA Yayınları‘nın Olağanüstü Yolculuklar Serisi‘ni toplamaya başladım. Ayrıca Elma Yayınları‘ndan çıkan ciltli Yayımlanmamış Tüm Hikayeleri isimli kitabı aldım.
  • Black Omen – Demo: Çok sevdiğim grubun 2003 yılında çıkan demosu o dönem yalnızca CDr olarak dağıtılmıştı. Aradan geçen yıllardan sonra nihayet Vaykorus Tapes, bu demoyu çok sınırlı sayıda yeniden bastı, üstelik kaset formatında. Kasetin basılacağı haberini aldığım ilk günden itibaren takip etmeme, defalarca mesaj atmama rağmen kaset tükendi. Neyse ki Serkan Abi sayesinde bir tane bulup alabildim.
  • All About History ile tanıştım: Uzunca bir süredir süreli yayın almıyordum. Ancak bu dergiyle tanışınca nihayet kendini ders kitabı olabilmekten ve üç sayıda bir aynı şeyleri yazmaktan kurtarmış bir tarih dergisi keşfettim.
  • Ekran kartımı değiştirdim: Kerem Bey ve Lütfi Abi sayesinde topladığım bilgisayarımın ekran kartından kaynaklı bir çok hata yaşamaya başlamıştım. Oyun oynamadığım için üst segment bir karta ihtiyacım olmadığından ben de sistemimle uyumlu, güzel bir ekran kartı aldım: MSI GT710. Çok ekonomik bu kartın yanında driver CD’si bile vermediler. Şu güne kadar en ufak bir sorun yaşamadan kullanmaya devam ediyorum.
  • My Resort Instagram’da: Yılın ilk dolunayının olduğu gün bloga bir Instagram sayfası açtım. https://www.instagram.com/myresortblog/ İlk olarak kişisel hesabımdaki arkadaşlarımı davet ederek başladım. Sonra birer ikişer takipçiler gelme devam ettiler.

Şubat 2021: Yalnızca 4 yazı yazdığım blog açısından verimsiz ancak hayatım açısından önemli bir ay oldu. Bu ay hayatımın ilk otomobilini aldım. Otomobili yıllar sonra alınca son kez 2010 yılında direksiyon sınavında kullandıktan sonra ilk defa otomobil kullandım. Böyle yazınca komik geliyor ama kendi kişisel tarihimde bu benim için büyük bir olay!

  • Asia Minor – Points Of Libration plağım: Asia Minor tam 41 yıl sonra yeni bir albüm yayımlamaya karar verdi ve albüm plak formatında basıldı. 2021’de aldığım ilk plak da bu albüm oldu böylece. Albüme, Türkçe yazılmış en kapsamlı inceleme yazısını yazdım ve bu yazım bizzat grup üyeleri tarafından da beğenildi. Yılın ilerleyen günlerinde bana büyük bir sürpriz yaptılar.
  • Davul setime yeni bir zil ekledim: Birkaç yıldır davul setimi geliştirmeye, eskiyen donanımları yenilemeye çalışıyorum. Hep ilave bir crash zili almak istiyordum. Bu yıl nihayet bunu becerdim ve yeni bir zil aldım. Roland CY8 modelli bu zili davul setime harici bir zil sehpası kullanarak monte ettim. Davul setimi yenilemek istiyordum ancak bu döviz kuruyla yenilemeyi bırak, kırılan bir parçasını bile yenileyemem. O yüzden gözüm gibi bakıyorum.
  • Otomobil aldım: 2012 model otomatik vites güzel bir Opel Corsa aldım. Aracı alınca direksiyona geçip kullanmak zorunda kaldım ve Serdar Abi sayesinde sürücülüğü de öğrenmeye başladım. Bu yıl otomobil sayesinde hayatımızın daha önceki dönemlerinde yaşadığımız getir götür krizlerini yaşamadık. Artık planları kendimize göre yapabilmenin verdiği rahatlıkla hareket ediyoruz.
  • Türkiye Ay’a gitmeye karar verdi: O günden bugüne de henüz bir gelişme yok. Şu sıralar milli otomobil projesi epey gündemde. Ancak onun da ilk duyurulduğu üzere herkes tarafından alınabilecek, makul bir fiyatı olmayacakmış.

Mart 2021: Bu ay 9 tane yazı yazmışım ki gerçekten takdir ediyorum kendimi. Yılın ortaları, kış geride kalmış, Mert artık iyiden iyiye hareketlenmişti. Bu ay blogun üst bannerini de güncelledim.

  • Çocukluğumun hatırası, Casio G-Shock saatimi restore ettim: Doksanlı yılların ortalarında halalarım tarafından hediye edilen ve çocukluk fotoğraflarımın çoğunda bana eşlik eden canım saatimi yeniden onardım ve kullanıyorum.
  • Arabaya park sensörü taktırdım: Serdar Abi’yle birlikte arabayı sürmeyi öğrendikten sonra sıra onu birazcık değiştirmeye, sürüş güvenliğini arttıracak tedbirler almaya geldi. Gittik birlikte, aracın arkasına park sensörü taktırdık.
  • Ayfer Tunç romanlarıyla tanıştım: Halil Abi‘nin kıymetli hediyesi sayesinde Ayfer Tunç‘un efsane üçlemesini okumaya başladım. Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi‘ni okuyup bitirdim. Serinin son kitabı olan Osman‘ı ise bu yıl okuyacağım.
  • Orcan’ın Desolation isimli albümünü bastım: Özellikle yılın ortalarında çok sık dinlediğim bu enstrümental albümü Orcan‘ın da izniyle sınırlı sayıda ve digipack formatında bastım. Orcan istemediği için dağıtımını yapmadık ancak benim hala umudum var 🙂
  • City Soul’u coverladık, Sercan’ın müjdesi: Bu ay ki dolunay yazısına çok sevdiğimiz City Soul parçasının coverı eşlik etti. Ayrıca Sercan bir bebekleri olacağının haberini verdi. Kadere bak ki biricik Yekta‘mız yine bir dolunay gecesi doğacaktı.
Mart 2021’de iş yerimden bir manzara

Nisan 2021: Bu ay tembellik yine kendini göstermiş ve 5 yazı yazabilmişim. İş yerinde müthiş bir covid patlaması oldu. Genel olarak keyifsiz, moralsiz ve yorgun geçen bir aydı.

Khruangbin
  • Muhteşem Jules Verne kitapları gelmeye devam ediyor: Altın Kitaplar ve İletişim Yayınları’ndan çıkan kitaplara ek olarak Hayalgücünün Merkezine Seyahat isimli kitabı aldım. Bu son kitap, Jules Verne Öykü Ödülleri yarışmasında dereceye giren yazarların öykülerini içeriyor.
  • Arabayla ufak bir kaza atlattım: Bana maliyeti 1250 lira olan, küçük bir sürtme yaşadım. İyi ki bu kazayı yaptım. Bu kaza sayesinde hiçbir zaman tedbiri elden bırakmıyorum. Bu yazıyı yazmadan önce bloga 15 günlük bir ara vermiştim. Bunun sebebi ise iş yerinde covid salgınının patlak vermesiydi. çalıştığım birimde şube müdürü, ben ve Volga hariç herkes bir şekilde ya hasta oldu ya da temaslı oldu.
  • Selahattin’in bendir yapmasına ilham verdik: Geçen yıl aldığım bendiri gören arkadaşım Selahattin, aynı yöntemi kullanarak kendisine bir bendir yapmış. Blogtan ilham alarak kendi projelerini yapanlar kervanına o da katılmış oldu böylece.
  • Türkiye bir kez daha tam kapandı: Evet, ülkece bir kere daha tam kapandık. Ama biz çalıştık. Aslında herkes çalıştı. Bu ay Khruangbin‘i keşfettim, canlarım benim. Bir de Alper’le Pentagram‘ın Pain isimli baş yapıtını eksiksiz olarak çalıp coverladık.

Mayıs 2021: Tam 10 yazı yazarak yılın en verimli, en çok yazı yazdığım ayını geçirmişim. Keşke hep böyle olabilse. Bayram tatilinin bu aya denk gelmesi sayesinde arşivimi düzenleyip kitaplığımda epey bir yer açabildim. Minik yavrumuz Mert Ekin bu ay 1 yaşına bastı. Dünya’nın en tatlı hobbiti olarak da pastasını kesti.

  • Odea Bank’ın Eşit Masallar projesiyle tanıştım: Bir radyo reklamında duyarak keşfettiğim bu müthiş proje, klasik çocuk masallarının aslında hiç de çocuk masumiyeti taşımadığı gerçeğinden hareketle yola çıkıyor. En popüler masallar, cinsiyet eşitliğine dayalı olarak uzmanlar tarafından yeniden ele alınıp küçük eklemelerle çocuklara yeniden sunuluyor. Üstelik Odea Bank bunu ücretsiz yapıyor.
  • Kitap okuma gözlüğü yaptım: Mert bizimle uyumaya başladığı için geceleri kitap okumak alışkanlığım sekteye uğrayınca ben de elde olan malzemelerle bir gözlük yaptım.
  • Serdar Abi’yle Günyüzü’ndeki kaitsuderatuyu etkisiz hale getirdik: Serdar Abi’nin bir arkadaşına musallat olan kaitsuderatuyu yakalayıp etkisiz hale getirdik ancak sonuçları hiç de beklediğimiz gibi olmadı.
  • Sabhankra – Death To Traitors albümü yayımlandı: Sabhankra, yeni albümünü yayımladı. Albümün CD’si o dönem henüz ülkemize gelmemiş olduğundan Spotify ve Youtube üzerinden dinleyebildik. Albüm Finlandiyalı Saturnal Records tarafından yayımlandı. A Call To Arms ve Awakened In The Dark favori parçalarım oldu.
  • Madrigal’in Outro’sunu çalıp kaydettik: Madrigal‘in bu yıl yayımlanan Neogazino isimli çok iyi albümünün çok iyi Outro’sunu Alper’le birlikte çalıp kaydettik. Ayrıca dergi arşivimin bir kısmını dijitale aktardım. Altın Kitaplar’ın Jules Verne kitaplarını da büyük oranda topladım. Çok kıymetli Murat Haser‘in bunda payı çok büyük elbette.
  • Avatar – Arayış çizgi romanı yayımlandı: Geçen yılın sonunda Gerekli Şeyler‘den çıkan ilk Avatar çizgi romanı Verilen Söz’ün ardından bu yıl da serinin ikinci öyküsü Arayış basıldı. Gerekli Şeyler bir sürpriz yaparak bu yılın sonunda bir hikaye daha basacaktı.

Haziran 2021: Bu ayın yarısından fazlasını İstanbul‘da geçirmeme rağmen 8 tane yazı yazmışım. Aslında belki de İstanbul’da olduğum için yazabildim. Ayın hemen başında doktora tez savunma sınavımı geçtim ancak diplomamı alamadan İstanbul’a gitmek zorunda kaldım. Bu sebepten özellikle doktora teziyle ilgili inanılmaz sıkıntılar yaşadım. Tezimin tamamını yeniden Enstitünün tasarladığı tez yazım şablonuna aktarmam gerekti. Bu da yaklaşık iki gecemi aldı. Gündüzleri müsilaj denetimlerine katılıp geceleri otel odasında çalıştım. Bu müsilaj görevi benim için bir dönüm noktası oldu. Böyle bakınca, galiba yılın en hareketli geçen ayı bu ay oldu.

İstanbul Sinema Müzesi

Temmuz 2021: Yılın en sevdiğim ayında toplam 7 yazı yazmışım. Bu ay da tıpkı Haziran’ın son günlerinde olduğu gibi doktora mezuniyet işleriyle uğraşarak geçti. Bu ay en çok yolculuk yaptığım ay oldu. Side, Bucak, Denizli ve Trabzon‘a gittim. Epey de yoruldum.

  • Yavuz Çetin – Satılık (2001) plağım: Bir önceki ay İstanbul’dan aldığım plağı ve albümün incelemesini bu ayın ilk yazısı olarak yazdım. Yazdığım yazı özellikle Instagram’da çok beğenildi. Bu albüm bu yıl en çok dinlediğim salbümler arasında yer alıyor.
  • Diş kaplama tedavim nihayet sonuçlandı: Haziran ayında dişimdeki bir ağrıdan dolayı doktora gidince doktor kaplama yapmaktan başka bir çare kalmadığını söylemişti. Hemen o gün ölçüler alıp bir hafta sonrası için de randevu vermişti. Ancak Haziran’ın ilk haftası içinde apar topar İstanbul’a gönderildiğim için bu tedavim yarım kalmıştı. Nihayet Eskişehir’e dönünce tedavimi tamamladım. Doktorum Burak Akçoral‘a bir kere daha teşekkür ederim.
  • Tatil için Side ve Bucak’a gittik: Bu yıl benden kısa süre sonra Mustafa‘da otomobil aldı. Böylece üç aile yaz tatili için plan yapmaya karar verdik. Side’de kalacağımız oteli ayarlayıp bir gün önceden gidip yolda Bucak’a Ayşelerin evine de uğradık. Side özellikle antik kentiyle çok sevdiğim bir yöre. Buraya kendi arabalarımızla gidip istediğimiz gibi gezme fırsatı yakalayınca daha da keyif aldık. Ufak tefek aksaklıklar yaşadık ancak bunlar da güzel hatıralar oldu bizim için.
  • Betül ve Tacettin Evlendi: Side’den döndüğümüz günün akşamında ayağımı gazdan hiç kesmeyip çok sevgili arkadaşlarım Betül ve Tacettin‘in düğününe katıldım.
  • Kübra ve Volkan Evlendi: Togay‘la birlikte Denizli’ye gittik. Volkan ve Yağızhan aynı gün evlenmeye karar verince şöyle bir plan yaptık: Düğünden bir gün önce Denizli’ye gidip Volkan’la birlikte olacak, aynı sabah erkenden yola çıkıp Eskişehir’e yetişip öğlen de Yağızhan’ın düğününe katılacaktık. Öyle yaptık. Denizli’de Volkan, Alper ve Halil‘le görüştük bu sayede. Denizli’de fırsattan istifade Pamukkale‘ye de gittik Togay’la.
  • Hazel ve Yağızhan Evlendi: Togay’la birlikte, Volkan ve Kübra’nın düğüne katılamadan sabahın erken saatlerinde yola çıkıp Denizli’den Eskişehir’e geldik. Yağızhan’ın düğünü epey eğlenceli geçti. O kadar eğlendik ki çiftimize nazar değdi!
  • Prof. Dr. Ahmet ÖNCÜER’le tanıştım: Bu yıl tanıştığım en kıymetli kişilerden birisi de Prof. Dr. Ahmet ÖNCÜER oldu. Bir bayram ziyareti için Ankara’ya gittiğimizde bir fırsatını bulup kendisiyle buluştum ve blog üzerinden başlayan arkadaşlığımız daha da pekişmiş oldu. Aynı yıl içerisinde sevgili hocamı birkaç kere daha görecektim.
  • Öner ve Ferhat Abimler Eskişehir’e geldi: Yıllar sonra kuzenlerim Öner ve Ferhat abilerim nihayet Eskişehir’e geldiler. Birlikte peye güzel zamanlar geçirdik.

Ağustos 2021: Bu ay yolculuğumuza 5 yazıyla devam etmişiz. Temmuz ayının son günlerinde Trabzon‘a gitmiştim Kübra ve Mustafa’nın düğünü için. Haliyle yazısını yazmak da Ağustos’a sarktı.

  • Kübra ve Mustafa Evlendi: Bu yıl katıldıklarım ve katılamadıklarımla en çok arkadaşımızın evlendiği yıl oldu. Mustafa ve Kübra’nın düğünleri de Trabzon’da olduğundan günübirlik de olsa gidip katıldım. Hayatımda ilk defa Trabzon’a gidip ilginç anılarla döndüm.
  • Doktora eğitimim resmi olarak bitti: Haziran’ın ilk haftası savunma sınavımı vermeme rağmen zincirleme yaşadığım bazı sorunlar, İstanbul görevi ve bayram tatili derken nihayet diplomamı alabildim. Doktora çalışması boyunca bana destek olan herkese, ancak özellikle de kıymetli ağabeyim Tarık DURMUŞ‘a teşekkür ederim. Doktoranın bana kazandırdığı en kıymetli kişi sen oldun. Merve ve Ümit sizleri de unutmuyorum elbette.
  • Setrak Bakırel Fransa’dan Points Of Libration’ın turkuaz baskısını gönderdi: Asia Minor’un yıl başında aldığım Points Of Libration albümünün plak baskısının İtalya’da sınırlı olarak basılan turkuaz renkli baskısını Setrak Bakırel üstad sayesinde arşivime ekledim. Yılın en önemli koleksiyon olayıydı bu.
  • İnanç’la Zafer Turuna katıldık: Bu hayatıma giren en renkli adamlardan biri olan İnanç‘la birlikte güzel bir bisiklet turuna katılıp Eskişehir’i dolaştık.

Eylül 2021: Rutini bozmadan, 5 yazı yazarak koskoca bir ayı geçirmişim. Yaz bitmiş, Covid bitmemişti.

  • Özel Sayı Dergi koleksiyonum genişliyor: DoganBurda dergilerinin bazı özel sayılarını toparlamaya devam ediyorum. Bu arada All About History dergisi de yıl içerisinde yayın hayatına emin adımlarla devam etti.
  • Araba ilk ciddi arızasını verdi: Ankara’dan Eskişehir’e üstelik tek başıma dönmek üzere yola çıktığım anda aracım arıza lambası yaktı. Aracı daha da ciddi bir sıkıntıya neden olmadan Eskişehir’e getirebildim. Arıza yapan parçanın ve işçiliğin bana maliyeti bin lirayı geçti.
  • Serdar Abi’yle S.. ilçesinde define avına çıktık: Yine başımıza gelmeyen kalmadı. Neyse ki ikimize de hiç bir şey olmadan sağ salim dönebildik eve.
  • Xiaomi şarjlı taşınabilir kompresör aldım: Bir önceki ay İnanç’la çıktığımız bisiklet turunda lastiğimin biri bana epey sorun çıkarmıştı. Daha sonra ise scooter’ın önce ön, sonra arka lastikleri sırasıyla patlamıştı. Bu sorunları art arda yaşayınca uzun süredir almayı düşündüğüm şarjlı kompresörü aldım. Xiaomi‘nin bu küçük ama işlevsel kompresörü otomobil lastiğini bile şişirebiliyor, dolayısıyla zor zamanlarda umulmadık bir yardımcı olarak güven veriyor.

Ekim 2021: 6 yazı yazmışım.

  • Kingdom of 3D ile işlevsel parçalar ürettik: Scooter için bir taşıma askısı almak istiyordum. Sağ olsun Kingdom Of 3D‘den Süha bana scooter’ın yapısal bütünlüğünü bozmadan kullanabileceğim bir aparat üretti. Bu sayede kısa mesafede ufak tefek şeyleri sürüş güvenliğini riske atmadan taşıyabiliyorum.
  • Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi projesi üzerine bir değerlendirme yazdım: Yazın İstanbul’da Masumiyet Müzesi‘ne gidip giremeyince Eskişehir’e döndüğümde takıntı haline getirip projenin tüm basılı ve görsel kaynaklarını topladım. Üretim sürecine ilişkin derlediğim notlarımı da blogda paylaştım. Bu projeyle ilgili olarak Türkçe yazılmış en iyi içeriklerden birisi olduğuna adım gibi eminim.

Kasım 2021: Kasım ayında 5 yazı yazmışım. Demek ki şu son dört ayda rölantide devam etmiş her şey. Bu ay kısa bir Ankara seyahatim oldu. Bu iş gezisinde Yahya Bey‘le birlikte kaldık. Ankara’da Ahmet Hocamla ve İlkan Abi’yle görüştüm.

  • Ankara’da Alper ve Özge’ye misafir olduk: Ekim ayının son hafta sonu, Kasım’ın da ilk günü Ankara’daydık. Ahmet Öncüer hocamla buluşup Jules Verne koleksiyonlarımıza orijinal gravürleri içeren yeni ciltler ekledik. Bunları ben bastırdım. Daha sonra ise Alper ve Özge’ye misafir olduk. Uzun bir aradan sonra böyle görüşebilmek hem çok mutlu etti hem de çok hüzünlendirdi.
  • Arabaya cam filmi çektirdim: Bir süredir Yunus Emre‘nin de teşvikiyle arabaya cam filmi çektirme planı yapıyorduk. Bu konuyu Mustafa’ya açtığımda sağ olsun dakikalar içerisinde olayı bağladı ve aynı hafta sonu işi bitirdik. Filmlerin koyuluğundan dolayı sürüşte sıkıntı yaşar mıyım diye tereddüt etsem de kısa sürede alıştığımı söyleyebilirim.

Aralık 2021: Yılın son ayında biraz da elde biriken taslakları eritmek için hızlanarak 8 yazı yazmış ve yılı kapatmışım. Bu ayın özellikle son günleri covid tedirginliğiyle geçti ve ne yazık ki iki kardeşim covid olup eve kapandılar. Anneme ve babama bulaşmasa da aynı evde kaldıkları için her günü o tedirginlikle yaşıyoruz.

  • Fahrenheit 451 sahaf yeni yerine taşındı: Değerli arkadaşım Devran’ın sahibi oldu Fahrenheit 451 sahaf, yeni bir binaya taşındı ve çok daha müthiş bir yer oldu. Yılın geri kalanında da defalarca uğrayıp bir şeyler aldım ve verdim.
  • History Of War yayın hayatına başladı: All About History’nin yalnızca savaş tarihine odaklanan kardeş dergisi History Of War, Türkiye’de yayın hayatına başladı. Üç aylık olarak yayımlanacak derginin ilk sayısı da epey ilgi görmüşe benziyor.
  • Perlatörle sudan tasarruf etmeye başladım: Denetime gittiğim bir fabrikadaki meslektaşımın tavsiyesiyle evdeki musluklara perlatör takarak birim zamanda harcanan su miktarını üçte bire düşürdüm.
  • Bir DV kameram oldu: Aslında bu gelişme bir önce ay temellerini attığım bir projeydi ancak sonuca ermesi yaklaşık bir ayı buldu. Artık eski teknoloji de sayılsa, Sony DV Handycam‘im oldu. Enes‘e bu hediyesi için ne kadar teşekkür etsem azdır.
  • Avatar – Uçurum çizgi romanı yayımlandı: Serinin üçüncü çizgi romanı da yine Gerekli Şeyler tarafından basıldı. Önceki iki baskının aksine, bu sefer çok kısa sürede duyurulup dağıtıldı. Diğer ikisi içerisinde en zayıf öykü bence buydu.
Şu ana kadar Türkçe olarak yayımlanan tüm Avatar çizgi romanları

Bu yazıyı yazarken Seval‘in kızının doğduğu haberini aldım. Minik yavrumuz Birce, İngiltere’de bizden kilometrelerce uzakta gözünü açtı. Muhtemelen yakın zamanda görme fırsatımız olmayacak ama birazdan annesini arayıp kameradan da olsa dayısıyla tanışmasını sağlayacağım. Ömrün uzun ve sağlıklı olsun Birce!

Bu yıl iş yerinde üç yılı doldurup dördüncü yılıma başladım. Şevkiye, Pınar ve Melike doğum izni sürecinde olduklarından yılın büyük kısmında yoktular. Yılın son haftası ise Volga’nın bir oğlu oldu. Sanem Abla’yla birlikte bir yılı devirdik. Her şey olabildiğince rutin giderken özelleştirilen Makina ve Kimya Endüstrisi işletmelerinden çok sayıda personelin Eskişehir’i ve çalıştığım kurumu tercih ettiğini öğrendik. Önümüzdeki günlerde başta bölümden arkadaşım Serkan olmak üzere bir sürü yeni arkadaşla tanışma ve çalışma heyecanı içerisindeyiz. Geçen yıl Caner’in gitmesi sebebiyle bu yılı da Halil Abi ve Yunus Emre’yle baş başa geçirdik. Bu yılın iş yerindeki en güzel haberlerinden birisi Sevda‘nın karşı şubemize gelmesi oldu. Böylece daha çok birlikte çalışma fırsatımız oldu. Bu durum pek çok arkadaşımızı pozitif yönde ivmelendirdi. Ancak geçen yıl olduğu gibi bu yıl da halı saha maçı yapmadık. Bir de bu yıl, çok uzun süre sonra kurumumuza stajyer öğrenciler geldiler. Sağ olsun hepsi de çok doğru düzgün insanlar, umut veren meslektaşlarımızdı. Faik, Gözde, Buket, Ayşe, Büşra, Damla, Ayşenur ve Zeynep’e gelecek hayatlarında başarılar dilerim. Sağ olsun Faik’le iletişimimiz hiç kopmadı.

Spora yeniden, yaz aylarında başladım. Pandemi nedeniyle yaklaşık 1,5 yıl hiç salonda antrenman yapmamıştım. Ancak yazın bu gidişe bir dur diyerek spora başladım. Kısa sürede olmasa da ortalama denilecek bir sürede, eski performansıma yetişmeyi hedefliyorum. Spor salonundaki çok kıymetli arkadaşlarım Enes, Emre Önk, Emre Akçakaya, Bilal, Batuhan Abi ve elbette Erhan Abi‘ye selamlar olsun.

Bu yıl Instagram epey hareketli sayılırdı. Hem blogun sayfasından, hem de kendi kişisel sayfamdan pek çok güzel içerik ve cover paylaştım. Özellikle cover çalışmalarında birlikte olduğum Alper, Ender ve Yağızhan’a teşekkürü bir borç bilirim. Aşağıya en güzellerinden ekliyorum.

Dolunay yazılarımı bu yıl da eksiksiz yazdım. Güzel bir ruh haliyle yazdığım bu yazılarda pek çok başarılı ve başarısız şiir girişimlerim oluyor. Eskiden daha korkmadan yazardım şiirlerimi. Şimdi ise şiir konusunda yenemediğim bir korkum var. Üzerine gitmeli miyim bilmiyorum. Yazın Gürkan Abi’yle şiir üzerine konuştuk ve bu türün, üzerinde en çok uzlaşılamayan tür olduğuna karar verdik. Şiir bambaşka bir ruh hali. Bazen en afili sözcükler bile yavan kalırken, öyle cebinde gezdirebileceğin türden iki üç kelimeyle dünyaları başına yıkabiliyorsun insanın.

Bu yıl Sertan‘ın bana çok güzel bir hediyesi oldu doktoramı bitirince: IPTV. İnanılmaz bir hizmet bu. Bunun dışında Netflix ve Amazon Prime‘ı sık sık kullandım. Netflix’de yayımlanan popüler içeriklerin (Squad Game, La Casa De Papel, Witcher, Kulüp vb.) büyük kısmını izledim. Bunun yanı sıra izlemekten büyük keyif aldığım özellikle II. Dünya Savaşı temalı filmleri de birkaç kere döndüre döndüre izledim. Hariçten izlediğim en güzel şey ise Brooklyn Nine Nine‘ın final sezonu oldu. Amazon Prime’da Zaman Çarkı serisini beğenerek izledim. Bu yıl izlediğim en güzel film galiba Dune idi. Ben önce filmi izleyip sonra kitabı okumaya karar verdim. Bir de İthaki’den yayımlanan Dune çizgi romanını aldım. Bu da çok kıymetli oldu filmi daha iyi anlayabilmek için. Exxen’de yayımlanan Gibi dizisi bu yıl izlediğim en komik diziydi. Müthişti gerçekten 🙂

Bu yıl kitaplığıma hediye edilen ve benim satın aldığım toplam 116 kitap dahil olmuş. Bunu 10 tane dergi izlemiş. Aldığım kitapların 60 tanesi Jules Verne’ye ait eserlermiş. Yıla Dostoyevski’nin Kumarbaz‘ını okuyarak (Mustafa’nın hediyesi) başlayıp Orhan Pamuk’un Kafamda Tuhaf Şeyleri okuyarak bitirmişim. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Masumiyet Müzesi’ni ise yeniden okudum. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü yarıda bıraktım. Masumiyet Müzesi’yle birlikte Şeylerin Masumiyeti ve Hatıraların Masumiyeti isimli yan kitapları da okuyup Hatıraların Masumiyeti’ni bir de film/belgesel olarak izledim. Çizgi romanları giderek sevmeye başladım. Avatar’ın iki cildinin yanı sıra Dune’un grafik romanının ilk sayısını ve NTV Yayınları’ndan çıkan Frankestein’ı aldım. Arunas Yayıncılık’ık çizgi romanları serisini ise tamamlıyorum.

2021 yılı müzikal açıdan çok da başımı döndürmedi açıkçası. Özellikle metal dışı tarzlarda güzel keşifler yaptım. Bilgisayardaki ve telefondaki Spotify’ımda hep eski şarkılar liste başı olmuş. Cranberries – Promises, Gojira – Esoteric Surgery ve Yavuz Çetin – Benimle Uçmak İster misin? liste başı parçalarım. Metal türü dışındaki yeni keşiflerim ise Khruangbin, Akbaba İkilisi – Darıldım, LDRDO – Lost In The Fire (albümün tamamı), Melike Şahin – Uykumun Boynunu Bükme, Madrigal – Neogazino (albümün tamamı) ve Wet Leg – Chaise Long oldular. Melike Şahin’in bu şarkısını gerçekten sevdim. Çok bekledim ama Mabel Matiz yeni albüm yapmadı. Metal müzikte bu yıl severek dinlediğim albümlerin başında Sabhankra’nın son albümü, Cidesphere‘ın son albümü ve As I Lay Dying‘in Shadows Are Security (2005) yer alıyor. Ancak bu yılın bana göre en büyük müzik olayı ve yayımlandığı günden beri sürekli dinlediğim grubu The Halo Effect oldu. Büyük bir sürpriz yaparak eski In Flames üyelerinin bir araya gelip mevcut In Flames’e nazire yaparcasına çaldıkları grubun şu ana kadar Shadowminds isimli tek bir parçası yayımlandı. Albümün 2022 yılında çıkacağı söyleniyor. Umarım albüm de ilk single gibi bomba olur. Jesper’ı, Peter’ı ve çok sevdiğim Daniel’i yeniden bir arada görmek paha biçilmez. Pentagram bu yıl da yeni albüm yayımlamadı. Pride ve Sur isimli iki parça yayımladı. Artık koro işini bırakmaları gerek bence.

Geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da Mert’in ilk yaşına kadar olan her ayı farklı bir konseptle fotoğrafladım. Nihayet Mayıs ayında ise Mert Ekin’in ilk yaş gününü kutladık. Yıllardır hayalini kurduğum bir şey yaparak ilk doğum gününde Mert’i Hobbit yaptık. Merve sağ olsun pastayı Hobbit evi şeklinde kendisi yaptı. Pelerinini babaannesi dikti. Kılıcı ve diğer detayları da ben hallettim. Umarım Mert gelecekte bu fotoğraflara bakıp mutlu olur.

Evet şimdi de geldik en önemli bölüme: Hedefler. Bence yılımın özeti yazılarındaki en vurucu kısım burası. Hem koyduğum hedefler bakımından önemli, hem de bu hedefleri yıl içerisinde ne zaman yerine getirebildiğim ya da neden yerine getiremediğimin sorgulamasını yapabildiğim için önemli. Bakalım geçen yıl kendime hangi hedefleri koymuş ve ne kadarında başarılı olabilmişim.

  • Elektronik davuluma ilave bir crash zili almak (Alabildim, bu hedefe ulaştım)
  • Tank maketimi bir diorama ile bitirmek (Olmadı, bu yıl da bitmedi)
  • Vasatın üzerinde bir otomobil almak (Alabildim, bu hedefe ulaştım)
  • Doktoramı bitirmek (Bitirebildim, bu hedefe ulaştım)
  • Eğer covid-19 nihayet tüm ülkede sona ererse iki farklı zamanda tatile gitmek (Olmadı, Covid bitmedi, yazın üç günlük bir tatile gittik)
  • Alper’in isimsizini bitirmek (Bitmedi)

Peki bu yıl neler yapmayı hedefliyorum? Öyle çok büyük şeyler istemiyorum. Ekonomik durumumuzun biraz daha rayına girmesini diliyorum. Zaten bir lüksümüz yokken, en azından hala kitap alabiliyor olmayı diliyorum. Çünkü plak alabilmek ve hatta CD alabilmek lüks olmaya başladı.

  • Yabancı dil sınavına girip 70 almak
  • Makale yazıp yayınlatmak
  • Çadır kampı yapabilmek
  • ALFA Yayınları’nın Olağanüstü Yolculuklar serisinin en az %60’ını tamamlamak
  • Merve’ye araba sürmesini öğretebilmek
  • Kendime bir elektro gitar yapabilmek

Bakalım bu hedeflerin ne kadarı gerçek olacak hep birlikte göreceğiz. Blogu okumaya devam eden tüm okuyucular gibi sen de bu hikayelerin bir parçası olmaya devam edebilirsin sevgili okur. Bu blogu ben yazıyorum evet, ama bu blog yayın hayatına devam ettiği neredeyse 13 sene boyunca çevremdeki tüm arkadaşlarımın, dostlarımın da blogu oldu. Alper’in, Sercan’ın, Volkan’ın, Mustafa’nın, Koray’ın, Utku’nun, Seval’in, Halil Abi’nin ve Enes’in de blogu oldu. Çünkü hayatlarımız unutulup gitmeyecek kadar kıymetli. Herkese mutlu, sağlıklı, refah ve huzur dolu bir yıl diliyorum. My Resort Herkes İçin Blog!

Kübra ve Volkan’ın Düğünü

Biz dört kişiyiz. Grubumuzun adı “maykıl ceksın“. Grup üyelerinden ilk evlenen ben oldum 2014’te. Sonra 2019’da Sercan evlendi. Geçen yıl ise Alper. Grubumuzun en sevimli üyesi Volkan ise geçen yıl pandemi yüzünden bir türlü Amerika’dan dönemediği için düğününü bu yıla ertelemek durumunda kalmıştı. İşte bu çok uzun yazı, biricik kardeşlerimiz Volkan’ın ve Kübra‘nın düğün maceralarını anlatacak. Çok uzun süre sonra yine bloga iki misafir yazarı, Sercan’ı ve Alper’i de davet ettim ki bu güzel günü üç farklı bakış açısından hatırlayabilelim. Blogun en uzun yazılarından birisi daha başlıyor.

O hafta çarşamba akşamı Antalya‘dan döndüm ve kalan iki günde Eskişehir’deki acil işlerin bir kısmı halledip cuma gecesini cumartesiye bağlayan gece otobüsle Denizli‘ye doğru yola çıktım. Volkan’la hafta içi görüşüp Pazartesi mesaiye başlayacağım için, 11 Temmuz Pazar günü yapılacak düğününe katılamayacağımı, ancak bunun yerine onu da görebilmek için cumartesi günü gelebileceğimi söyledim. Diğer yandan pazar günü öğlen saat 12.00’de Eskişehir’de de bir diğer arkadaşımız Yağızhan‘ın düğünü olacaktı. Yaptığım plan sayesinde iki arkadaşımla da görüşebilecek ve Pazartesi de mesaiye yetişebilecektim. O esnada Togay da arayıp benim planıma benzeyen bir teklifte bulununca aşağı yukarı yol haritamızı belirlemiş olduk.

Kamil Koç, her ne kadar Alman Flixbus firması tarafından satın alınmışsa da hizmet kalitesini sağ olsun bir milim yukarı çıkarmamış. Fiyatlara yapılan astronomik zamlardan sonra insan ister istemez biraz daha eli yüzü düzgün, en azından yolculara doğru dürüst bilgi veren bir yapı bekliyor. Ancak ne yazık ki ülkede hizmet kalitesini geçtim, taahhüt ettiği hizmeti vermeyi beceren firma bulmak bile artık iyice zorlaştı. Böylece saat 23.59’da hareket edeceği söylenen araba saat 00.45’te hareket etti. Sabah saat 06.00’da Denizli’ye vardığımda önümde çok büyük bir sorun beni bekliyordu. Bir gün önce Volkan’a konum atmasını söylememe rağmen konum gelmemişti ve ben nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Volkan’ı aramalarım sonuçsuz kalınca Denizli’nin içine doğru şöyle bir gezintiye çıktım. Epey yürüdükten ve ufak bir kahvaltıdan sonra Necati Amca‘yı aramayı akıl ettim. Onunla konuşup Denizli Polis Evi‘ne doğru yola çıktım. Dolmuşla buraya geldiğimde saat 08.00’i biraz geçmişti. Polis Evi’ne hemen kayıt yaptırdım ancak bir sürpriz de burada karşıma çıktı: Odalar saat 12.00’de boşaltılıyor ve yeni misafirden saat 14.00’ten önce kabul edilmiyordu. Böylece önümde koskoca bir altı saat olduğunu fark edip kızdım.

Togay’ı aradım ve neyse ki yolun büyük kısmını tamamladığını öğrendim. Bir saat kadar sonra Togay geldi çıktı Polis Evi’ne. Hemen civarda bulunan bir kafede kahvaltımızı yaptık. Sonra da Volkan’dan hala bir haber alamadığımız için Pamukkale‘ye gitmeye karar verdik.

Pamukkale, bulunduğumuz noktaya sadece 20 km mesafedeydi ve ikimizin de görmek istediği bir yerdi. Eh, o ana kadar planladığım hiçbir şey olmayınca, ben de hiç hesapta olmayan bu yolculuğa onay verdim. Hemen 15 dakika sonra kendimize birer çift terlik almış, girişte sıramızı bekliyorduk bile. Sıra gelince Togay kendisine şipşak bir Müze Kart çıkarttı 60 TL’ye. İstanbul’dayken son defa öğrenci indirimiyle aldığım müze kartımı da okutup içeri girdik. Bu arada eğer Müze Kart almazsanız içeri giriş 110 TL.

İçeri girince biraz önce terlik alarak büyük bir hata yaptığımız anladık. Çünkü travertenlere ve su akışının bulunduğu alanlara terlikle basmak yasak. Yalnızca çıplak ayakla gezebiliyorsunuz. Yaklaşık 1 km.lik parkura o çok meşhur travertenler ve insanda “ulan betondan mı yaptılar acaba” dedirtecek kadar güzel oluşmuş havuzlar eşlik ediyor. Zirveye ulaşınca hemen ayakkabılarımızı geçirip önce antik yüzme havuzuna, sonra da bugüne kadar Türkiye’de gördüğüm en güzel korunmuş, en muazzam antik tiyatroya gittik. Antik yüzme havuzunun olduğu yerde müze kartınız varsa her şey yarı fiyatına. Ancak yine de hediyelik eşyayı buradan almayın. Aşağıdaki dükkanlarda çok daha ucuz.

Bölgenin ismi Hierapolis olarak geçiyor. Buradaki antik tiyatro, Akdeniz’de bulunan tüm Roma tiyatroları içinde en iyilerden bir tanesidir. Yapımının 100 yıldan daha uzun sürdüğü ve yaklaşık 1800 yaşında olduğu belirtiliyor. Yamaca doğru yaslanan ve neredeyse tamamı eksiksiz olarak korunabilmiş oturma sıraları, sahnenin yerleşimi, halen mevcut kabartmalarıyla gerçek bir insanlık mirası. Ülkemizde sahne binası olarak restore edilen ve mevcut haliyle günümüzde bile kullanılabilir durumda olan tek antik tiyatro burası. İtalyanlar tarafından restore edilirken Roma uzmanlarınca tasnif edilen kalıntılar kullanılarak tamamına yakınında orijinal yapı malzemeleri kullanılmış. Kral locası ve orkestra alanı dahi bugün hala açıkça seçilebilir durumda. Mitoloji bilgimizin zayıf olmasına kahrettik çünkü buradaki kabartmalar hep mitolojik savaşları ve olayları anlatıyor. Ancak üzülmeyin. Bu bilgileri tiyatronun iç kısmındaki infograflardan elde edebilirsiniz.

Pamukkale ya da Hierapolis, neredeyse her taşında antik izler taşıyan muazzam bir bölge. Buraya bir kere daha, sırf bu antik yerleri gezmek için geleceğimize dair kendimize söz verdik. Çıkışta nihayet Volkan’a ulaştık ve Polis Evi’nde buluşmak üzere sözleştik.

Polis Evi’ne gittiğimizde yorgunluktan bir saat kadar uyumuşken Volkan geldi. Sonra da Volkanlar’ın hayatta verdikleri en doğru kararlardan birisi sonucunda satın alıp yeniledikleri Bahçelievler Mahallesi‘ndeki evlerine gittik. Bu ev Rızvan Teyze‘nin son bir yıldaki Instagram paylaşımlarının ana üssüydü. Yetmişli yıllarda inşa edilen, kaderine terk edilen ve nihayet Vardar Ailesi‘nin yeni yuvası olan bahçeli müstakil bir evdi. O yüzden Denizli’ye giderken de içimden umarım bu evde güzel vakit geçiririz diye geçirmiştim. Öyle de oldu.

İkindiye doğru buraya Volkan ve Togay’la birlikte geldik. Yemek faslının ardından tatlı tatlı esen rüzgara sığınıp muhabbete başladık. Bu andan gece yarısına kadar Volkan hep gitti geldi. Bir noktadan sonra Volkan’ın nereye ne için kiminle gidip ne zaman geleceğinin hesabını tutmak iyice zorlaştığı için Necati Amca‘yla muhabbetin tadını çıkarmaya baktık. Üstelik Alper‘in de gelmesiyle olabilecek en iyi ortam oluştu derken biricik dostumuz Halil de çıkıp gelince o gecenin ve muhabbetin şekli şemali belli olmuştu. Halil’i yıllardır görememenin acısıyla hiç birimiz yerinden kıpırdamadan muhabbete eşlik ettik. Volkan’ın abisi krallar kralı Gökhan Abi‘nin refakati de bizim için çok kıymetliydi. Dediğim gibi Volkan arada gidiyor, sonra birden ortaya çıkıyor, iki dilim karpuz yiyor sonra yine kayboluyordu. Biz de Necati Amca ve diğer aile büyükleriyle keyifli keyifli muhabbet ediyorduk. Evet, nihayet istediğimiz o samimi ve sıcacık ortama kavuşmuştuk. Ertesi gün Volkan evleniyordu ve biz aktarmalı da olsa yine bir aradaydık. Ortama yaydığımız pozitif enerji, evin ana şalterine fazla gelmiş olacak ki sigorta attı ve hayatımda ilk defa bir elektrik saatinin yandığına şahit oldum. Ancak bu bile bizi durdurmadı. Flash ışığında da olsa bir arada kalmaya devam ettik.

Böylece saat gece yarısını geçe Togay’la birlikte izin isteyip kalktık. Zira sabah Eskişehir’e doğru yola çıkacaktık ve biraz da olsa uyumamız gerekiyordu. Ne biz ayrılamayı ne de onlar bizden ayrılmayı istiyordu. Böylece Dünya’nın en uzun vedalaşmalarından birini yaşayarak ve Volkan’ı son bir defa kucaklayarak oradan ayrıldık. Arabada Polis Evi’ne dönerken uzun süre konuşmadık Togay’la. Volkan’ı, Alper’i ve Halil’i bir daha ne zaman böyle bir arada görebilirdik ki?

Biz ertesi sabah 05.00’te yola çıkmışken İstanbul’da bir evde Sercan son hazırlıklarını yapıyor ve uçağa yetişmek üzere yola çıkıyordu. Buradan sonrasını onun kaleminden okuyacağız.

11 Temmuz Pazar sabahı saat 09.00’da Denizli’ye uçağım vardı. Evden saat 06.45’te çıktım. Havaalanı otoparkları çok pahalı olduğu için İstanbul Havalimanına en yakın otopark Işıklar’daki AirPark’a arabayı bırakıp 07.30’da AirPark servisi ile havalimanına geçtim. Saat 09.00’a doğru uçağa almaya başladılar ve tam vaktinde kalktı uçak. Yaklaşık 1 saatlik yolculuğun sonunda Denizli Çardak Havalimanı’na ulaştım.

Çardak Havalimanı Denizli’ye yaklaşık 1 saat mesafede. Denizli Büyükşehir Belediyesi’nin “Hava Ulaşım” adını verdiği servis araçları ile şehir içine ulaşım sağlayabiliyorsunuz. 8 kişilik özel servisle “uzuuun” bir yolculuğun ardından (yaklaşık 1 buçuk saat sürdü) düğün yerine, tam da “gelin alma konvoyuna” katılmak üzere ulaştığımda davul zurna çalmaya başlamıştı bile. Elimde valizim olduğu halde direkt oynamaya başladım. Evin önünde birkaç tur göbek attıktan sonra valizi bırakmayı akıl edip konvoy halinde temsili gelin alma ritüeli için Volkan’ın dayısının evine gittik. Biraz naz niyaz ve Volkan’ın dağıttığı bahşişlerin ardından damat bey gelini aldı geldi. Bu kez bando ekibinin eşliğinde evin önünde oyunlar oynandı, meşaleler yakıldı.

Saat 13.30 gibi gündüz aksiyonlarının tamamı bitmişti ve herkes için serbest zaman başlamıştı. Ben de valizimle beraber Haliller’in de kaldığı Polis Evi’ne doğru yola çıktım. Polis Evi’ne giriş biraz eziyet olsa da sonunda saat 14.30 gibi odamda dinlenmeye başlamıştım. Sıcak ve yolculuk epey yormuştu ve akşam için enerji depolamam gerekiyordu. Saat 17.00 gibi hazırlanmaya başladım. Askılarımı taktım ve 17.50’de düğün yerine doğru Halillerin arabasıyla yola çıktık.

Düğün yerine vardığımızda, dehşet bir sıcak ve nem vardı. Önce saat 18.30 gibi nikah kıyıldı, “Evet”ler söylendi, Volkan’ın ayağına basıldı. Sonra arkadaş grubu ile fotoğraf çekimine katıldık. Fotoğraf çekimindeki en büyük eksik Mesut’tu. Maykıl Ceksın olarak uzun zaman sonra ilk defa toplu bir fotoğrafımız olacaktı Mesut da olsaydı.

Saat 20.30 gibi ellerimizde tuttuğumuz maytapların arasından gelin ve damat sahneye çıkıp ilk danslarını ettiler ve ardından diğer çiftler de onlara eşlik ettiler. Tıpkı üniversite zamanlarımızda olduğu gibi benim eşim yine yoktu ve dans edemedim. Yalnız bu sefer durum biraz farklıydı ve altı aylık hamile eşim o gün gelemediği için yalnızdım 🙂

Dansın ardından bir oynamaya başladık ki pist ağladı. Ayakkabılarımın altı eridi, 80 km hızla halay başı görevimin verdiği ciddiyetle 50 kişilik halayı masaların arasına soktum. Roman havası çaldığında yerlere yata yata oynadım. Kendi düğünümde bile bu kadar oynamamış olabilirim, emin değilim. Volkanların düğün videosunu izlediğimiz zaman çok eğleneceğimizi düşünüyorum. Gecenin sonuna doğru Volkan’ın dayısı Hakan Abi (alkolün de etkisi ile) orkestraya “son şarkı, son şarkı” diye diye yaklaşık gece 1’e kadar çaldırdı. Hatta düğün bittikten sonra son fotolar çekilirken Alper ve ben telefondan ağır roman açıp karşılıklı kendi kendimize oynadık.

Ayrıca tüm gün boyunca Alper’le düğündeki detaylar için; “Bu Volkan bizim Volkan mı ya?” diye konuşup durduk. Üniversitedeki Volkan’ın yerine bambaşka biri gelmişti adeta. Bu kadar geleneği ve adetleri uygulaması bizi acayip şaşırtmıştı. Ertesi sabah saat 07.00’de uyanmak zorundaydım. 10.50’deki uçağa yetişmek için yine 08.30’daki Hava Ulaşım’a binmem gerekiyordu. Bacaklarımın ağrısından yataktan çok zor kalktım. Ben bu yazıyı yazdığımda ayın 13’üydü ve bacaklarımla dizlerim hâlâ ağrıyor sevgili Proofhead My Resort okuru.

Bu yazın ilk ve son düğünü oldu benim için. Umarım Volkan ve Kübra hayatları boyunca hep o akşamki kadar mutlu olurlar. Biz de böyle güzel anıları bu blogda yazmaya ve okumaya devam ederiz. Selametle…

Sercan’ın “keşke”sine katılmamak elde değil. Keşke tüm o oyun ve halay zamanlarında ben de yanlarında olabilseydim. Keşke halay başını Sercan’ın tuttuğu oyuna Alper ve Volkan’la dahil olabilseydim. O sabahın erken saatinde Eskişehir’e dönüşüm, aslında biten yıllık iznimin son demleriydi. Oysa Alper’in durumu benim tam tersim idi. Bakalım neler yapmış, kendi kaleminden dinleyelim.

10 Temmuz Cumartesi günü, Ankara’dan Denizli’ye başlayan yolculuğumuz, akşam saatlerine doğru bitti. Ufak bir yerleşme faslından sonra Volkanlar’ın daha önce hiç gitmediğim bahçeli evlerine vardım. Orada beni Mesut, Togay, Volkan ve Volkan’ın diğer aile üyeleri bekliyorlardı. Uzun süredir görmediğim Volkan, inanılmaz şekilde zayıflamıştı! (Hatta düğün sonrasında arkadaşlarımızın bana ısrarla attığı mesajlarda “Volkan’ın yarısı nerede?” sorularıyla, bu görüşümün büyük kitlelerce benimsendiğini görmüş oldum). Volkan’ın babası Necati Amca ve annesi Rızvan Teyze, bizleri o kadar güzel karşıladı ki anlatamam. Gecenin ilerleyen saatlerinde içinde bulunduğumuz evin elektrikleri kesildi. Bu güzel buluşmaya ev sahipliği yapan konutta, hiç dinmek bilmeyen çay ihtiyaçlarına hizmet eden çok sayıda kettle, elektrikli semaver ve asıl Volkan’ın dayısının getirdiği sanayi tipi çay makinesinin bu durumda etkili olduğunu söylememek mümkün değil. Tam da bu saatlerde Nevşehir’den gelen Halil ve eşi de bu anlara şahitlik etmişti. Akşamın ilerleyen saatlerinde Volkan’ın müstakbel eşi Kübra’nın da arkadaşlarının bulunduğu, ağırlıklı olarak Eskişehirli arkadaşlarımızı içeren grup için Denizli’nin güzel mekanlarından birinde düğün öncesi küçük bir eğlence ayarlanmıştı.

Eskişehir’in küçüklüğünden mi bilinmez, benim ilkokul arkadaşlarımdan olan Kubilay ve eşinin de bir şekilde içinde bulunduğu bir gruptu bu. Bu tesadüfler ve iç içe geçmişlik, arkadaşlığımızın güzel anıları oluyor bizim için. Bizler Volkanlar’ın evinde günün yorgunluğundan dolayı ayrılmak üzere beklerken, Kubilay’dan gelen mesajla, gecenin son durağında onu görüp konakladığım yere döndüm. Bu arada mekândan bahsetmeden geçmek istemiyorum. Denizli’nin nadir güzel mekanlarından olduğu söylendi fakat benim bilgisizliğime ve görmemişliğime verin ki daha Bursa, Eskişehir gibi yerlerde görmediğim türden konseptli bir mekandı… Detaylarına girmeyeceğim ama adını buraya bırakıyorum. “Saki“.

Pazar günü saat 11.30’da kız alma töreni için tekrar buluşacaktık. Bunun için önce Volkanlar’ın evine gidip konvoy arabalarının vazgeçilmezi olan “ayna örtümüzü” aldıktan sonra davul ve zurnayla biraz cebelleşip Volkan’ın dayısının evine gelin hanımı almaya gittik. Orada bizi muhteşem bir bando takımı bekliyormuş. Tabi girişte drone’la yapılacak konsept çekimler için düzgün bir şekilde hizalanarak girdiğimiz sokağı kapatmış olduk. Daha sonra gelin arabasının bagajından çıkan sisler dağıtıldı. Özellikle beyaz renkli olanlar, bu konsept için seçildiğinden elimize aldığımız diğer renklileri geri bırakmak zorunda kaldık. Bandonun kuvvetli sesine ilave olarak davulun da eşlik etmesiyle evin önünde geleneksel danslarımız gerçekleştirildi. Kübra’nın hazır olduğunun komutunun gelmesiyle çift sıra gelin ve damadın aramızdan geçeceği şekilde erkekler olarak beyaz sisleri aynı anda yakmak üzere sıralandık.

Volkan’ın ayakkabısıyla ilgili olduğunu düşündüğüm küçük bir detay oluşmuştu. Beyaz takım mavi gömlek konseptinin altına sanırım lacivert ayakkabısını unuttuğundan bu durum Volkan’ın aklını kurcalıyordu fakat ciddi anlamda bir şekilde bulup giydiği beyaz spor ayakkabılar takıma ayrı bir hava katmıştı. Kübra da beyaz gelinliğiyle harika görünüyordu. İndiklerinde yaktığımız sisler balkonlarda biraz yoğun hissedilmiş olmalı ki 5 dakika sonra “Abi burada yakacaktınız onu…” diyerek bir serzeniş geldi. Ancak harika görüntüler çıktığını düşünüyorum. Bu organizasyonu da bir buçuk saat içerisinde bitirip düğüne kadar olan boş vaktimizi almış olduk ve akşam düğüne hazırlanmak üzere ayrıldık.

O akşam 18.30’da Denizli Saracoğlu Kasrı’nda gerçekleşecek düğünde ayrıca nikah da kıyılacağından, bu saate yetişmek üzere yola çıktık. Mekâna geldiğimizde gerçekten çok beğendiğimiz bir düzenleme ve açık hava konseptiyle oluşturulmuş alanda beğenilerimizi birbirimizle paylaştık. Biz mekâna girdiğimizde, Halliler ve Sercan, Denizli Polis Evi’nden beraber olarak henüz gelmişlerdi. Onları görünce hemen bulundukları yere yöneldik.

Sahne önünde oluşturulan iki tane arkadaşlar masası, sahne üzerindeki ışıklarla harika bir alandı ama zaten bizim oturmaya niyetimiz yoktu. O yüzden nerede olduğu da önemli değildi. Nikah için ayrılan alan, havuz başı konseptinde olan, köprü üzerinden geçilerek süslemeler ile oluşturulmuş ayakta nikah programları için tasarlanmış sınırlı bir alandı. Az ama öz bir grupla nikah kıyıldı. Bizler de Volkan’ı tebrik ettik ve ömür boyu mutluluklar diledik. Asıl düğün bu noktadan sonra başlıyordu. Ama öncesinde arkadaşlar ile foto çekimi vardı.

Mekanın doğal ortamında ağaçlar arasındaki alanda yapılacak çekime sabahki renkli sisler eşlik edecekti. Erkekler ayrı, kızlar ayrı konseptle birlikte bir çok güzel foto çekildi. Biz ayrıca kendi telefonlarımızdan Volkan’la güzel pozlar yakaladık. Elimize verilen renkli sisler özellikle beni ve sanırım Kübra’nın arkadaşlarından birini çok heyecanlandırmıştı ki önce ben bu sisi salladığımda fotoğrafçının haklı bir isyanına uğradım. Allahtan pek duyulmadı. Ama Kübra’nın arkadaşı da aynı heyecanla sisi salladığında fotoğrafçı arkadaş dozu biraz daha artarak yine naif bir uyarıda bulundu 🙂 (Tabii insanın eline meşale ilk defa geçince holigan gibi hissetmiyor değil.)

Fotoğrafların ardından sahneye doğru masamıza geçerken havanın neminden dolayı susuyor ve devamlı su aranıyorduk. Sağ olsun organizasyon her noktada ellerindeki tepsilerde bulunan sularla bizi serinletti. Masamıza gelen ordövr tabaklarını henüz bitirmişken sonra Kübra’nın kız kardeşi bizlere yani tüm arkadaşlarına uzun maytaplardan dağıttı. Biz de elimizden geldiğince bu dağıtıma yardımcı olmaya çalıştık. Volkan ile Kübra’nın sahneye gelişinde yine iki taraflı fakat bu sefer uzunca bir grup olarak eş zamanlı şekilde maytapları yakacaktık. Organizasyon çakmak yerine yapışmış mumlukları üçerli denk gelecek şekilde dağıtmıştı. Şükür en ufak bir kaza çıkmadan, güzel bir görselle bunu da atlattık. Gerçi son anda önümde yerdeki mumluk düştü ancak hızlı bir şekilde mekanı yakmadan kurtardık.

Sahneden sonra ortalık toz duman olacaktı. Gece boyunca Sercan, “Ulan ben düğünümde bu kadar oynamadım” diyor, Volkan da ayaklarını gösterip “Şiştiler oğlum ya” diyordu. Ben keyifliydim inanın. Dans etmyik eskiden sevmesem de artık keyif veriyordu:) Hele ki iki farklı halayımız vardı sormayın… Sonuna doğru Özge’de artık beni bırakmıştı ama biz durmadan devam etmiştik. Gecenin sonunda, bizi başından beri en çok şaşırtan orkestranın solisti bayan arkadaşın -tahminimiz ve kuvvetli ihtimalle-çocuğuyla birlikte düğüne katılmış olmasıydı. Arkada bebek arabası düğün boyunca ileri geri hareketler yapmıştı belki de uyutuluyordu. En sonunda kucağında o tatlı çocukla teşekkür konuşması yapan güzel yürekli anneye tekrardan teşekkür ediyoruz.

Oynama sahnelerinde beni şaşırtan diğer bir ayrıntı şuydu: Necati Amca’nın tek çıkışıyla beraber başlayan harmandalı oyununda, kardeşleri ve yakın akrabaları olacak ki sahneye çıkıp kafasının üstünden para gezdirip davulcuya taktılar. Bunu dans eden pek çok kişinin başında ritüel olarak yaptılar. Özge’yle aramızda bunu yeni bir “ayin çeşidi” olduğunu konuştuk 🙂 Güzel bir detaydı. Gece sonunda Sercan’ın haklı olarak doyamadığı “dokuz sekizlikler” için Spotify’dan açarak eşlik ettiğim iki kişilik bir dansımız oldu. Bilen bilir bizim Sercan, tam dokuz sekizlik bir adamdır. Ama en sürprizi de Volkan’ın kral dayısının bize gelip eşlik etmesiydi ve o anlar bizim için “anlatılmaz yaşanırdı”. Böyle bir düğünle Volkan’ı da artık “maykıl ceksın”ın evli bir üyesi yapmış olduk. Umarız çok mutlu olur ve bizleri de unutmaz. Zira tez zamanda yine Amerika’ya dönecek. Selamlar sevgiler.

Alper’in anlattığı detayları ben de okurken kendimi o düğün alanında hissettim inanın. Ah sevgili kardeşim, Volkan’ım, biz hepimiz seni ve Kübra’yı çok seviyoruz. Umarım çok ama çok mutlu olursunuz. Şehirler, ülkeler, kıtalar bizi ayırsa da dostluğumuz ve kardeşliğimiz yüreğimizde hep yakınımızda sımsıcak kalacak. Rızvan Teyze, Necati Amca, Hakan abi ve Gökhan abi başta olmak üzere tüm Vardar ailesine de misafirperverlikleri ve içtenlikleri için hepimiz adına teşekkür ederim. Başka mutluluklarda yine buluşmak üzere.

Fury (2014) – Soundtrack Plağım

Koleksiyonun en nadide plaklarından biriyle daha karşı karşıyayız sevgili okur. Amerika’dan Volkan sayesinde getirtebildiğim 10 inçlik ve 1000 adet sınırlı sayıda üretilmiş bir plak. David Ayer‘in 2014 yapımı filmi FURY‘nin soundtrack plağı. Biliyorsun film müziklerine bayılırım. Yıl bitmeden yazmam lazımdı bu müthiş plağı.

Film, Brad Pitt‘in başrolünde oynadığı bir 2. Dünya Savaşı filmi. Fury isimli bir Amerikan Sherman tankı mürettebatının savaşın son günlerinde yaşadıklarını konu alıyor. 1945 yılında Almanya’da savaş bitmek üzere ve acemi bir erin, çok uzun süredir birlikte savaşmaya alışmış tank ekibiyle yolu kesişir ve olaylar olaylar… Hayatımda izlediğim en iyi tank filmi. Filmin en az kendisi kadar hoşuma giden diğer unsuru ise Steven Price‘ın bestelediği müzikleri olmuştu. Böyle olunca filmin piyasaya sürülen tüm formatlarını topladım, yetmedi bir iki tanesini de kendim tasarlayıp bastım. Aşağıdaki fotoğrafta görülen super-jewel box tamamen kendi üretimim.

Plak 2015 yılındaki Record Store Day‘e özel olarak yukarıda da bahsettiğim üzere 10 inç olarak basılmış ve Birleşik Devletlerin yabancı ülkelerdeki askeri birliklerine gönderilmiş. Kartonet ve plak üstü baskısı o dönemin plaklarına benzer şekilde hazırlanmış. Şarkı listesi şu şekilde:

A1April, 19452:42
A2The War Is Not Over1:47
A3Fury Drives Into Camp1:50
A4Airfight3:04
A5Emma2:33
B6This Is My Home3:43
B7Machine3:21
B8Still In This Fight3:39
B9Wardaddy Piano Theme1:08

Plakla ilgili belki de en büyük eksik, filmin tema müziği olan Norman‘ı içermemesi. Gerçi Emma isimli parça da çok benziyor ama neden böyle bir seçim yaptılar anlamadım. Plağın içerisinden siyah beyaz bir kartpostal çıkıyor. Plak 10 inç olduğu için klasik pozumu veremedim ama bu da çok güzel olmadı mı yahu 🙂

TR Rock Tarihi 1, Yeraltı Kütüphanesi, Bu Toprağın Çağdaş Ozanları

Bu yıl benim için kitapların yılı oldu diyebilirim. Pandeminin ilk günlerinde (çok daha iyi tedbirlerin olduğu zamanlarda) ve Mert‘i uyuturken epey kitap okuma fırsatım oldu. Sadece okumalık değil, koleksiyon ve arşivlik de pek çok kitap geçti elime. Çok büyük bir ilgiyle takip ettiğim Head Bang‘in altıncı ve son sayısı bu yıl yayımlanmıştı. Şüphesiz müzik yayıncılığı adına bu yılın en dikkat çekici yayını bu oldu. Bunun dışında okuduğum kitaplar ise büyük bir gecikmeyle Türkiye Rock Tarihi 1 – Saykodelik Yıllar, Yeraltı Kütüphanesi ve Bu Toprağın Çağdaş Ozanları oldu. Haydi şimdi bu kitaplara şöyle bir göz atalım.

Yıllar önce 2013’te ilk baskısı yayımlanan Türkiye Rock Tarihi 1, ülkemiz müzik yayıncılığının en önde gelen isimlerinden biri olan Güven Erkin Erkal‘ın yıllardır süren koleksiyonculuk ve arşivcilik merakının olabilecek en iyi meyvesi. Kitap iki cilt halinde planlanmış. İlk cilt olan “Saykodelik Yıllar” 2013 ve 2014 yıllarında iki baskı yapmış. Ülkemizde rock ve metal müziğin tarihin anlatırken Güven Abi konuyu en baştan ele almaya karar vermiş. Dolayısıyla bu cilt, sadece rock ve metal müzikseverlerin değil, ülkemizde müzikle ilgilenen herkesin sahip olması gereken bir başucu kaynağı niteliğinde. Rock ve metal müziğe gelmeden, ülkemizde pop, jazz ve blues’un maceralarını anlatarak işe başlamış. Eserde ülkemizin “ilklerine” sıkça değinilmiş ve pek çok belge sunulmuş. Bu açıdan arşive koyulması muhakkak gerekli bir kitap olmuş. Özellikle son kısımdaki plak rehberi (kronolojik liste) Türkiye’de daha önce yapılmayan bir tasnif çalışmasının bir sonucu. Elinizde referans olacak bir rehber niteliğinde. Aradan geçen bunca yıla rağmen Güven Abi halen ikinci cildi yayımlamış değil. En son 2017 yılında bir tweet atmış yakında geliyor diye ama en ufak bir gelişme yok.

Güven Erkin Erkal’ı, Anadolu Üniversitesi Rock Kulübü olarak davet etmiştik biz okuldayken. Volkan‘la ve Alper‘le birlikte epey uğraşıp emek verdiğimiz bir organizasyon olmuştu. O programda belki de bu kitabın temelini oluşturan bir sunum yapmıştı. Ne olmuş nasıl olmuşsa ben böyle bir kitap yayımlandığını bile kaçırmışım. Yıllar sonra fark edince hemen sepete attım ve bir solukta okudum. Bu yıl okuduğum en iyi müzik kitabı kesinlikle buydu.

Yeraltı Kütüphanesi, aslında konsept olarak Güven Erkin’in çalışmasına benziyor. Hatta kitabın yazarı Koray Sarıdoğan tarafından kitapta kendisi için ayrı bir başlık bile açılmış ve pek çok yerde övgüyle bahsediyor. Kitabın son 40 sayfasında ise kesinlikle ilk defa göreceğiniz ve sizi ciddi anlamda şaşırtacak pek çok belge ve fotoğraf yer alıyor. Bu anlamda yazar cidden çok iyi bir arşiv ve literatür çalışması yapmış. Bu açıdan kendisini tebrik etmek gerek. “90’lar Türkiye’sinde Altkültür: Rock, Dergi, Fanzin, Edebiyat” alt başlığıyla yayımlanan eserde önce Türkiye’nin 90’lardaki kültürel durumuna kısaca değinmiş. Daha sonra başlıklar halinde ülkemizde yayımlanan müzik kitapları, dergiler ve fanzinler ile edebi eserlere değinmiş. Çok da güzel bir iş yaparak bir de 2000’ler sonrası için bir okuma listesi vermiş. Kitabın son kısmı ise röportajlara ayrılmış. Altan Öktem, Aptülika, Çağlan Tekil, Murat Beşer ve Şenol Erdoğan ile yaptığı röportajlara yer vermiş. Yazar büyük bir samimiyetle Çağlan Tekil’le yaptığı röportaj sırasında Baron’un ona burun kıvırdığını bile yazmış 🙂 Bu elbette onun için unutulmaz bir anı olmuş ve kitabı da onun anısına atfetmiş. Tıpkı TR Rock Tarihi gibi, bu kitap da özellikle fanzin ve dergi yayıncılığı için bir katalog görevi göreceğinden kitaplıkta bulunmalıdır.

Son olarak Sibel Karagöz‘ün bu yıl yayımlanan “Bu Toprağın Çağdaş Ozanları” isimli kitabını okudum. Biraz üzülerek söylemem gerekirse kitabı çok da beğenmedim. Sibel Karagöz’ün bu kitapta da yer verilen bir yazısını daha önce okuduğumda şarkı sözleriyle kurguladığı cümle yapılarını çok orijinal bulmuştum. Ancak daha önceki tarihlerde yazdığı çeşitli yazıları derlediği bu kitapta, neredeyse tüm sanatçılar için aynı şeyi yaptığını görünce açıkçası biraz sıkıldım. Kendi adıma beni düşündüren ve sindiremediğim bir diğer husus ise kitapta yer alan sanatçıların seçimleri. Kitapta 21 farklı isme yer veriliyor. Düşünün ilk sıralarda Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray, Fikret Kızılok gibi kalitesi çok net, ülkenin sadece müzik değil, başlı başına kültür tarihine adlarını yazdıran sanatçılar yer alıyor. Ancak sonlara doğru seçilen isimler “Dolu Kadehi Ters Tut”, “Emir Can İğrek”, “Evrencan Gündüz” gibi diskografisi daha az, profesyonel müzik yaşantısının henüz başında olan çevrim içi ünlü isimler var. Belki de evet, yirmi yıl sonra bu isimler de müzik tarihine adlarını yazdıracaklar ama Aşık Veysel’in, Barış Manço’nun olduğu bir listede bunlar ne arıyor diye soruyorum. “Ozan” olabilmek bu kadar kolay mı? Ben yazarın yerinde olsaydım kitabımı iki bölüm halinde hazırlardım. İlk bölümde ölümsüz isimlere yer verirdim. İkinci bölümde ise bu yeni seslere merhaba derdim. Elbette şunu da söylemezsem olmaz, bu ülkenin müzik tarihinde “çağdaş ozanlığa” yönelik bir çalışma yapıp da ülkenin pop müzik tarihinin belki de son yirmi yılının en iyi albümlerinden birini yapan, yepyeni bir soluk getiren, çizgisiyle rengiyle sözleriyle melodisiyle yüz akı olan Mabel Matiz nasıl unutulur? Aklım almıyor. Yeni baskısı olursa yazarın eklemesi gereken tek şey Mabel Matiz ve Maya albümü olmalıdır.

Alper’in Vedası: Hayat İşte!

2008 yılıydı ve okulun ilk günü. Ne oldu, nasıl oldu hatırlamıyorum Alper’le tanıştık bir müzik muhabbeti üzerine. Aradan 12 yıl geçti ve Alper önceki gün Eskişehir’den gitti. Birbirimizle konuşmadığımız, yazışmadığımız, görüşmediğimiz neredeyse tek bir gün bile olmayan dopdolu 12 yıl. Birlikte yaptığımız onlarca iş, başarılarımız, hayal kırıklıklarımız… Ah ulan ah! Kimler geldi ve geçti hayatlarımızdan. Onca kahkaha, onca müzik, onca şakalar, onca goygoy, sırlar, gizemler, çözemediklerimiz ve geride kalan her şey… Şimdi her şey yarım kaldı Alper gidince.

Alper yoksa Mesut da yoktur zaten” diyen hocalarımızı hatırlıyorum. Müzikle dolu cumartesilerimizi zaten hiç unutamıyorum. Okuldaki en güzel anlarımızı paylamış olmamız ve sonrasındaki en korkunç dönemde yanımda duruşun hiç bir zaman unutulmayacak.

Yazamıyorum bile. İnan ne yazacağımı da bilemiyorum. Yepyeni bir hayatın olacak artık. Zaten bir süredir provasını yapıyordun. Artık yaşamaya başlayacaksın yeni kaderini. Bu büyük kopuş umarım ki senin için yepyeni ufuklar yaratır. Uzak limanlarda sonsuzluğa erişirsin.

Yıllar geçiyor ve herkes birer ikişer kopuyor bu şehirden, bu büyük ağacın dallarından. Seval, Sercan, Volkan, Togay ve sen… Ulan bir gün gidecektiniz elbet biliyordum da yüzleşmeye korkuyordum. Şakasını da yaptık ama gerçek bu: geride kalana zor her şey. Yokluğunda bir tek Mert‘le avunabilirim. Kucağında büyümesini isterdik ne yalan söyleyeyim. Artık kalanlara seni anlatacağım. Fotoğrafların kesilmiş yerlerini saklamayı yıllarca becerdim ama artık sen de yoksan çerçevede çok azımız kalıyor o yıllardan.

Sercan’la konuştuk. “Alper de gidiyor, çok kötü oldum” dedim. “Hayat işte” dedi. Merve şöyle bir baktı bana, “Epey üzüldün” dedi. Üzüldüm haklısın. “Eee hayat işte” dedi. Ben “Alper de gitti” diyorum. “Hayat işte” diyorlar. Ne de çok duydum bunu.

Birkaç hafta sonra düğününde görüşeceğiz. Blogun en hüzünlü yazılarından biri daha bitiyor. Veda fotoğrafı yok. Son bir şarkı var: