Tag Archives: eskişehir

Fujifilm Etkinlikleri: Serkan Tuna Konser Fotoğrafçılığı

Fujifilm Eskişehir tarafından 1 Aralık Cuma günü güzel bir etkinlik daha düzenlendi. Türkiye’nin profesyonel olarak çalışan az sayıdaki konser fotoğrafçılarından olan Serkan Tuna, yaklaşık 30 kişinin katılım sağladığı güzel bir etkinlikte hem tecrübelerinden hem de fotoğrafa olan bakış açısından bahsetti.

Geçtiğimiz hafta Instagram’da etkinliğin haberini görünce hemen tıklayıp kayıt yaptırdım. Fujifilm Eskişehir’in bu şekilde bir sistemi var. Etkinliğe çevrimiçi kaydoluyorsunuz. Eğer etkinliğe kayıt yaptırdığınız halde teşrif edip katılmazsanız da sizi bir süreliğine diğer etkinliklerden banlıyorlar. Yani bir süre boyunca düzenlenecek etkinliklere isteseniz dahi artık katılamıyorsunuz. O açıdan planımı programımı yapıp kaydımı tamamladım.

Konser Fotoğrafçılığı, 2000’li yılların ikinci yarısında özellikle Volkan sayesinde dikkatimi çeken ve yaptığımız organizasyonlarda da hayli ekmeğini yediğimiz bir fotoğrafçılık türüydü. Elbette aradan geçen zamanda, Eskişehir’de katıldığım neredeyse her konserde fotoğraf çekmeye devam ettim. Blogdaki pek çok konser kritiğinde de bu kareleri okuyucularla paylaştım.

Serkan Tuna, Ankara’da bir kuruluşta uzman biyolog olarak çalışıyor. Aslında fotoğrafçılık hikayesinde ikimizin de kesiştiği noktalar var. O da konuya ilgi duyunca benim gibi Açık Öğretim Fakültesi’nde Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümü bitirmiş ve bu işi tıpkı benim gibi hobi ve “üretmek kaygısıyla” yapıyor. Fotoğrafa benim de kullandığım Canon markasının makineleriyle başlayıp 450D, 550D ve 70D ile devam etmiş. Ancak an itibariyle, aynasız sistem makinelerden olan Fujifilm XH-1 kullanıyor. 2016 yılından beri konserler hariç hiçbir şey çekmiyor. Elbette ki onun ulaştığı profesyonellik seviyesi oldukça farklı ve hatırı sayılır bir düzeyde.

Özellikle sosyal medya üzerinden paylaştığı çalışmalarının kolaj yapılmasında Özer isminde 16 yaşında bir grafikerle çalışıyormuş. Bunu etkinliğin en başında söyledi ve bu genç arkadaşımızın müthiş potansiyelini vurguladı.

Serkan Tuna’nın anlatımlarından derlediğim ufak tefek notlarım var. Bu notları hem faydalanmak isteyenler için hem de ileriye dönük olarak kendime bir arşiv olması bakımından burada paylaşacağım.

Tuna’ya göre hemen her fotoğrafçının sahip olduğu evrensel krizleri var. Bunlar aşamalar halinde gerçekleşiyor ve fotoğrafçının nihayetinde kendisiyle ilgili bir sonuca ulaşmasını ve olgunlaşmasını sağlıyor:

  • Temel Bilgiler ve Kompozisyon: Bu aşama fotoğraf tekniğinin öğrenilmesiyle geçen sancılı bir süreci içeriyor. Elimize aldığımız makinedeki tüm o temel ve detay ayarların ne işe yaradığını ve kareye ne şekilde etki edeceğini öğrendiğimiz süreçtir bu. Bu sürecin karmaşık ve zor olduğunu düşünen yeni başlayanlar, daha bu aşamada makinelerini bir kenara bırakıyorlar. Ancak bu krizi aşmayı başaranlar ise kendilerini dahi sanıyorlar. Gerçekten de bu durum böyle.
  • Teknik İlerleme, Ekipman Yenileme, Işık Kullanımı: Bu aşamada fotoğrafçı, yeni farkına vardığı “dehasının” etkisiyle, her gördüğünü çekmeye başlar. Aslında bu aşamada kendini, yapmak istediğini bulmaya çalışıyordur.
  • Sanat, Ticari, Haber, Belge İşleri: Bu son kriz, artık fotoğrafçının kendisini bulduğu aşamadır. Fotoğrafçı artık ne yapmak istediğinin farkına varmış ve bakış açısını buna göre şekillendirmiştir.

Serkan Tuna’nın haberi var mıydı bilmiyorum ama yine aynı mekânda dinleme şansı yakaladığımız Haluk Çobanoğlu’nun bir kitabının da ismi olan “Biz Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz?” sorusunu yineledi ve bu sorulara kendi bulabildiği cevapları paylaştı bizlerle. Neden?

  • Saf bencillik: Öznel bir bakış açısıyla çekmek
  • Estetik coşku: Üretmenin hazzıyla çekmek
  • Tarihsel dürtü: Belge üretebilmek amacıyla çekmek
  • Politik gaye: Tarafını belli etmek amacıyla çekmek. Sanatçı bu noktada, Ankara’da meşhur bir grubun daha önceden fotoğraflarını çektiğini, ancak sonrasında vokalistinin yaptığı açıklamalar sebebiyle o grubun fotoğrafını çekmeyi bıraktığından bahsetti.

Beklediğimin aksine, etkinlikte fotoğraf tekniğinden pek bahsedilmedi. Zira Fujifilm’in blogunda bizzat Serkan Tuna tarafından kaleme alınmış şu yazıda konser fotoğrafçılığı için teknik tüyolara yer veriliyor. Merak edenler için oldukça faydalı bir içerik. Yine de aralarda bahsettiği bazı teknik gerekliler, ISO’nun mümkün olduğunca yüksek olması ve diyaframın da olabildiğince açık olması gibi koşullardı. Şu anda kullandığı Fujifilm marka makinede de oldukça yüksek bir ISO performansının yanı sıra netleme hızının da yüksek olduğundan bahsetti. Bunun yanı sıra aynı konuyu tam 6 sayı boyunca Fotoğraf isimli dergide de kaleme almış. Etkinliğe katılanlara özel olarak bu altı sayının derlemesini tek bir dosya halinde paylaştı.

Serkan Tuna, konser fotoğrafçılığının aslında biraz da olsa spor fotoğrafçılığına benzediğini söyledi. Çünkü kameranın önünde sürekli hareket halinde olan objeler var ve şarkının trafiğine göre onları en kritik anlarda çekebilmek gerekiyor. Spor fotoğrafçılığında genellikle bir ışık problemi yokken işte konser fotoğrafçılığının en büyük handikabı özellikle mekanlarda ciddi ışık sıkıntısı olması.

Konser fotoğrafçılığının Serkan Tuna’nın tabiriyle “kaymağı” turnelermiş. Tuna ise daha ziyade festivalleri fotoğraflıyor.

Etkinlik boyunca ülkemizin ve Dünya’nın bazı önemli konser fotoğrafçılarının isimleri zikredildi. Bu isimler şu şekilde:

  • Muhsin Akgün: Türkiye’nin en iyi konser fotoğrafçılarından ve Türkiye’deki en büyük konser arşivi de kendisindedir. Bu konuda yazılmış 2 kitabı (Söz ve Müzik: İstanbul 1 ve 2) vardır ve ülkemizde çalışmadığı gazete, dergi, yayınevi, yapım şirketi neredeyse yok denilecek kadar azdır. Kişisel sergileri, uluslararası basında çokça kullanılan eserleriyle bu alanda ülkemizin yüz akı denilebilecek seviyededir sanatçı.
  • Todd Owyoung: New York’lu sanatçı aynı zamanda bir Nikon fotoğrafçısı. Müzik fotoğrafçısı olarak yalnızca konserlerde değil tüm prodüksiyon süreçlerinde çalışmalarına devam ediyor.

Konser fotoğrafçılarını da bazı alt gruplara ve stereotiplere ayırmış Serkan Tuna. Yıllardır gittiği, gördüğü konserlerde tanıştığı onlarca fotoğrafçıyı gözlemledikten sonra kendi kendine şöyle güzel bir sınıflandırma yapmış:

  • Belgeselciler
  • Keskinciler
  • Reklamcılar
  • Undergroundcular
  • Kavramsalcılar
  • Hikaye anlatıcılar

Bu sınıflandırma esasında fotoğrafçılık eğitiminde de değinilen ve literatürde kısmen kendine yer bulan bir sınıflandırma. Burada belgeselciler, fotoğrafın belge niteliği üzerine çalışmalarını dayandıran fotoğrafçılardır. Örneğin yıllar önce dağılmış bir müzik grubu, yıllar sonra tek bir özel gösteri için bir araya geldiğinde belgeselci yaklaşıma sahip bir fotoğrafçı, bu özel gösteriyi asla kaçırmaz. Çünkü bu özel olay bir tekrarı daha olmayacak ve “belgelenmesi” gereken bir durumdur. Ya da örneğin keskinci denilen gruptakiler, “mükemmel kareyi” arayan kişilerdir. Her şeyin net ve kusursuz olduğu tek bir kare onlar için yeterlidir. Bir örnek olarak hikâye anlatıcılar ise başlı başına o etkinliğin hikayesini anlatmanın peşindedirler. Sanatçının mekâna gelişiyle başlayıp son ışık kapatılana kadar oradadırlar. Burada belgeselcilerle karıştırmamak gerekir çünkü belgeselci bunu çok özel bir etkinlik için planlar. Hikayeci ise bu bakış açısına katıldığı her etkinlik için sahip olabilir.

Gelelim Serkan Tuna’nın bizlerle paylaştığı tecrübelere. Kullandığı sunumda yer verdiği onlarca kare fotoğrafta hem yerli hem yabancı sanatçılar üzerinden fotoğraflarının hikayelerini de kısaca anlattı. (Bu fotoğrafların pek çoğu yukarıda bağlantı verdiğim Fujifilm blogundaki yazıda yer alıyor.) Zorlu PSM’nin Türkiye’deki en iyi ve kaliteli konser mekânı olduğunu söyledi. Burada yakın zamanda düzenlenen Blind Guardian konserine çeşitli evrak işleri yüzünden fotoğrafçı pass-card’ı alamamış. Dolayısıyla mekâna da fotoğraf makinesi sokamamış. O da bunun üzerine cep telefonuyla fotoğraflar çekmiş.

Çalışması en zor ismin Teoman olduğunu söylüyor. Etkinliğin öncesi, etkinlik sırası ve sonrasının oldukça tedirgin bir şekilde geçtiğini ifade ediyor. Ne yaparsan yap ama Teoman’ı kızdırma!

Gösterdiği fotoğraflar arasında fotoğrafçıya poz veren sanatçıları ayrıca sevdiğinden bahsetti ve o anda ekranda kim vardı? Eski In Flames, yeni The Halo Effect bass gitaristi Peter! Ah bu adamı çok seviyorum 🙂 Ankara’da oturduğu için, bu şehirde olan konserleri pek atlamamış. Gösterdiği fotoğrafların büyük kısmı Ankara’daki mekanlarda çekilen karelerdi. Eskişehir’de de izlediğimiz sevgili Şef Musa Göçmen’in Senforock konserleri (ki bu işe bu konserlerden birisi sayesinde başlamış), Heavy Stage 8 konserinde Carnophage’ın sahnesi gibi kareler aklımda kalan önemli karelerden bazıları.

Vurulup Düşen Asker

Etkinliğin en güzel yanlarından birisi de dinleyicilerin de aktif olarak katılım sağlayabilmesi oldu. Pek çok diğer sunumun aksine, Serkan Tuna’nın sunumunda bizzat dinleyiciler tarafından cevaplanmak üzere hazırlanmış başlı başına bir bölüm vardı: Fotoğrafçının sıkıntılı soruları. Örneğin bu iş, konser fotoğrafçılığı, bir sanat mı yoksa zanaat mı? Ya da üretilen işler birer belge mi yoksa reklam mı? Pekâlâ ortaya çıkan işleri değerlendirirken içerik mi yoksa biçim mi bizim için önemli olmalı? Bu saydıklarımın kati bir cevabı olmadığının farkına varmışsınızdır. İşte Tuna’nın da varmak istediği sonuç belki de buydu. Zira dinleyiciler olarak hiçbir soruda fikir birliğine varamadık. Bu konuları tartışırken Capa’nın çok meşhur “Vurulup Düşen Asker” fotoğrafına da atıf yaptı Tuna. Bu fotoğrafı kötü çekilmiş ve kısmen flu bir fotoğraf olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa çekildiği iç savaş dönemine dair uyandırdığı fikirler açısından mı ele almalıyız? Burada yine benim de kısa süre önce blogda yer verdiğim Henri Carter Bresson’dan bir alıntı yaptı: “Keskinlik bir burjuva kavramıdır, oysa içerik her şeydir.

Etkinlik sona erdiğinde, o gün salona ilk gelen izleyiciye bir kitap hediye ederek İzbe Prints isimli hesabın, bu yayını yalnızca baskı ve kargo maliyeti karşılığında sunduğunu belirtti. Bu kitap konser fotoğrafçılığı üzerine hazırlanmış ve kolektif bir şekilde oluşturulmuş. Keşke şansıma ben kazansaydım, burada da yer verirdim. Ancak ilgili profilden sipariş edeceğim. Etkinlik bitti, insanlar salondan ayrılmaya başladılar ve ben de nihayet ayağa kalkıp yanına yaklaştım.

Etkinliğin başından beri çalışmalarıyla ve oldukça samimi tavırlarıyla dinleyicilerin beğenisini kazandığını düşündüğüm Serkan Tuna’yla sosyal medyadan takipleşerek bir de hatıra fotoğrafı çektirdik.

Kendisine kendi adıma teşekkür ediyorum. Eline, emeğine ve Eskişehir’e geldiği için ayaklarına sağlık. Umarım bir konserde yeniden karşılaşabiliriz. Fujifilm Eskişehir’e de bu güzel etkinliklere devam ettikleri için teşekkürü borç bilirim.

TÜBİTAK Gökbilim ve Evrenbilim Serisi

2022 yılının son aylarında Ankara‘dan ve Eskişehir‘den özellikle astronomi üzerine epey bir yayın toparladım. Popüler Bilim Kitapları kategorisinde satılan bu yayınlar, hem benim çerez okumalarım oluyor hem de Mert‘in önümüzdeki yıllar içinde okumasını ya da en azından göz gezdirmesini umut ettiğim eğlenceli bilgi kaynakları olacaklar.

Evdeki diğer kitapları da şöyle bir düzenleyince fark ettim ki epey bir gökbilim kitabı almışım bugüne kadar. Gökyüzüne, uzaya ve diğer yıldızlara dair oldukça kaliteli görsellerle desteklenmiş olan bu kitapların büyük kısmı ciltli ve ciddi anlamda güzel kitaplar. Elimde oldukça fazla sayıda TÜBİTAK yayını olmasına karşın bu yazıda özellikle, gökbilim ve evrenbilim temalı olan kitaplara yer vereceğim.

Evrenin Şiiri: 1995 yılında yazılan, Türkçe’ye ilk defa 2000 yılında çevrilen ve 2001 yılında ikinci baskısını yapan kitabın yazarı Robert Osserman. Kitap “Kozmosun matematiksel bir açıklaması” alt başlığı ile yayımlanmış. Dünya’ya felaketten başka bir şey getirmeyen yeni milenyum öncesinde, o dönemde ses getiren ancak şimdi neredeyse birkaç bin dolarlık ekipmanla bile gözlemlenebilecek keşiflerin haberleri büyük yankı uyandırıyormuş. Yazar, Dünya’nın büyüklüğünü hesaplamaya çalışan Yunanlılardan başlayarak Einstein’a ve sonrasında yaşanan gelişmelere kadar, evrenin matematiksel olarak büyüklüğünü, gök cisimlerinin davranışlarını ve her şeyin başladığı patlamanın sonrasında insanoğlunun bu sistemi nasıl çözmek için çabaladığını aktarmaya çalışmış. Uzayın ve gezegenlerin neden “düz” olmadığını da anlatmış. Bendeki baskısı ciltli ve şömizli olan bu kitabı TÜBİTAK ne yazık ki artık basmıyor.

Bulut Gözlemcisinin Rehberi: İlk defa 2006 yılında Richard Hayes ve Daniel Grossman tarafından “Bulut Sevenler Derneği” isimli bir organizasyonun üyelerinin çektiği fotoğraflarla bezeli, anlatım dili olarak da keyifli bir kitap. Adı gibi bir rehber. Yani herhangi bir bulut gördüğünüzde, kitaptaki görsellere bakarak sınıflandırmasını yapabilirsiniz. Bu kitabı TÜBİTAK 2010 yılında hem ciltli hem de karton kapaklı olarak bastı. Kitabın orta kısmında diğer kısımlarından farklı olarak renkli basılmış bölümler yer alıyor. Bu kısım bir test içeriyor ve soruları doğru cevaplarsanız Bulut Gözlemcisi Diploması kazanıyorsunuz. İşin içerisine optik de girince kitap gerçekten dopdolu bir başvuru kaynağına dönüşüyor. Bu kitapla ilgili bir diğer beğendiğim şey ise içerdiği görseller ve dip notlar. Yalnızca bulut fotoğraflarından değil, popüler kültüre yapılan onlarca atıftan ve alakalı çizimlerden bahsediyorum. Daha ziyade bir coğrafya kitabı gibi dursa da Bulut Gözlemcisinin Rehberi, bakışlarını göğe çeviren herkes için dört dörtlük bir kaynak.

Andromeda Galaksisi

Evrenin Kısa Tarihi: Kuşe kağıda, renkli ve pırıl pırıl basılmış bu kitabın bende 1997 tarihli karton kapaklı baskısı mevcut. İlk kez ABD’de Joseph Silk tarafından 1994’te yayımlanan kitap Türkçe’ye Murat Alev tarafından 1997’de çevrilmiş. Çevirmen, bu kitabın kozmoloji ya da evrenbilim alanında Türkçe yazılmış ders kitapları haricindeki ilk kaynak olduğunu ifade etmiş. Yazar ise kitabın Berkeley’de verdiği dersin notlarından şekillendiğini söylüyor. Zaten kitabı incelerken ve belirli konular özelinde okurken de bu ders kitabı havasını oldukça seziyorsunuz. Çok sevdiğim ve yıllardır masaüstü arka planımı süsleyen Andromeda Galaksi‘si ve buna benzer onlarca astrofotoğraf içeren kitap, zaman zaman sizi formüllere boğan bir akademik esere dönüşüveriyor. Yine de ilk helyum atomunun oluşumu, karşı madde, karanlık madde gibi konu başlıkları oldukça kapsamlı. Bu kitabı ne yazık ki TÜBİTAK artık basmıyor olsa da başka bir yayınevi tarafından baskısı halen yapılıyor.

Boylam: 1800’lü yıllardan itibaren çözülmeye çalışılan önemli bir sorun vardı: O anda bulunduğumuz noktayı, nasıl hiç şaşmaz bir şekilde işaretleyebilirdik? Ya da sonsuz bir okyanusun ortasında karalardan uzaktayken aslında tam olarak nerede duruyorduk? Gökyüzündeki yıldızlara bakarak bu sorunu çözebilir miydik? Yoksa bugün en ucuz kol saatinde bile bulunan kronometre denilen icat sayesinde bu sorunu halledebilir miyiz? Cevabı biliyoruz artık, halledebiliriz, John Harrison sayesinde. İşte Boylam isimli bu ciltli ve kuşe kağıda basılmış kitap, İnsanlığın bu engeli nasıl aştığını anlatıyor. İlk defa 1995’te Dava Sobel tarafından sadece metin olarak yazılıp basılan kitap 1998’de William Andrews‘in derlediği görsellerle “Illustrated” formatında yayımlanıyor. Türkçe’ye de 2004 yılında işte bu basımdan Miyase Göktepeli tarafından çevriliyor. Birbirinin devamı olmayan bölümleri ve öykücü anlatımı sayesinde daha ziyade bir coğrafya kitabı olarak da kategorize edebileceğim kitap Dünya ve gökyüzü arasında harika bir bağ kuruyor.

Gökyüzünü Tanıyalım: TÜBİTAK’ın bu alanda en çok baskı yapmış, en çok satmış kitaplarından birisi bu işte. M. Emin Özel ve A. Talat Saygaç‘ın çok meşhur eseri, ilk defa basıldığı 1993 yılından beri 5 kez güncellenip 17 baskı yapmış (2020) ve yaklaşık 50.000 adet satmış. İnanılmaz zengin içeriğiyle yukarıda saydığım kitaplar arasında en klas olanı kesinlikle budur. Bende mevcut olan son baskısında, en arka sayfasında Gökyüzü Atlası Poster eki ve kitapta yer alan içeriklere sesli olarak da ulaşmayı sağlayan kare kodlar yer alıyor. Türkiye’de Türkçe hazırlanarak basılan bu kitap için bu alandaki YÜZ AKIMIZ diyebilirim. Yaklaşık 500 sayfalık eserin çok kapsamlı bir indeksi, Güneş sistemi başta olmak üzere önemli yıldızların özelliklerinin yer aldığı bir Ekler bölümü yer alıyor. Kitap her mevsim için hazırlanmış toplam dört ana bölüm ve bu dört ana bölümü destekleyen dört yardımcı bilgiler bölümünden oluşuyor. Yazarlar içerikleri yalnızca metinlerle değil, çizim ve çoğunluğu mitolojiden alınmış görsellerle destekliyorlar. Karşılaştırmalı reprodüksiyonlar, uzay teleskoplarının çektiği fotoğraflar ve hatta sanat tarihinden önemli tabloların, portrelerin yer aldığı bu kitap mutlak suretle kütüphanenizde olması gereken bir kitap. Şanslıyız ki baskısı var ve fiyatı sadece 42 TL (2022).

Derin Uzay: Simsiyah bir fonta yaldızlı harflerle basılmış kapağına, parlak kuşe sayfalarına bakınca bir prestij kitabı gibi duran bu eser, aslında bir fotoğraf albümü. Govert Schilling‘in hazırladığı kitap 2017 yılında Bilge Tanrıseven tarafından Türkçe’ye çevrilmiş. Diğer kitapların aksine, kitapta yer alan metinler yalnızca görsellerin açıklamalarından ibaret. Dolayısıyla plansız bir okumayla bile birkaç saat içerisinde incelenip okunabilir. Yer verilen her gökcismi için bir pasaport kutusu yer alıyor ve cismin/görselin teknik özellikleri aktarılıyor.

Güneş Sistemi: Güneş’in Etrafında Dönen Gezegenlerin, Uyduların ve Diğer Gök Cisimlerinin Görsel Keşfi alt başlığıyla kuşe kağıda baskılı ciltli olarak sunulan kitap astronomiye ilgi duyan ve yeni başlayanlar için harika bir görsel kılavuz şeklinde hazırlanmış. Marcus Chown tarafından ilk olarak 2011 yılında yayımlanan eser 2019 yılında Türkçe’ye çevrilerek basılmış. 200’ü aşkın sayfasında bine yakın çizim ve görsel yer alıyor. İlk ve orta seviyeli okullarda rahatlıkla kullanılabileceğinden, ilgi duyan çocuğunuza almanızı tavsiye ederim.

Gezegenler: Şimdilik kitaplığımdaki TÜBİTAK basımı son gökbilim kitabım bu. Aslında içerik olarak bir önceki Güneş Sistemi kitabına benziyor. Etkileyici Görsellerle Güneş Sistemimiz alt başlığıyla sunulan bu kitapta diğerinden farklı olarak gerçeklik ve büyüklük/küçüklük algısı üzerine oynayan reprodüksiyon görseller yer alıyor. Boyut olarak oldukça büyük ve bir atlas konseptiyle hazırlanmış. Kuşe kağıda ve ciltli olarak satışa sunulan kitap BBC’de yayımlanan The Sky at Night isimli programın sunucusu Maggie Aderin-Popcock‘ın danışmanlığında hazırlanan bu kitap ilk defa 2014 yılında İngiltere’de basıldıktan sonra 2018’de ülkemizde basılmış. Güneş Sistemi’ndeki her bir gezegenin ilk keşfinden itibaren günümüze kadar gelişmelerini aktaran çok güzel zaman çizelgeleri yer alıyor. Her bir gezegen/uydu için ayrı ayrı başlık ve bölümler hazırlanmış.

Şüphesiz TÜBİTAK, özellikle gökbilim konusunda içeriği ve baskısı kaliteli kitaplar yayımlamaya devam edecektir. Emsallerine nazaran makul fiyatlarıyla TÜBİTAK Yayınları her zaman ilgimi çeker. Dolayısıyla burada sıralanan kitapların elimdeki son kitaplar olmayacağı ortada. Önümüzdeki dönemde yayınevinin uzay ve astronomi konulu yeni kitaplar basacağından eminim. Ancak özellikle yazıda ilk sıralarda verdiğim kozmoloji/evrenbilim kitaplarının, bir süre daha yeniden basılacağını düşünmüyorum. İşin içine sonsuzluğun tanımı ve yazarların yer yer öne sürmekten çekinmediği fazlasıyla cüretkar fikirleri girince, bu kitapların aslında bir tür sansüre uğradığını söylemek gerekiyor. Bundan dolayı özellikle doksanlı yıllarda ve ikibinli yılların başlarında basılan pek çok TÜBİTAK yayını popüler bilim kitabının artık baskısı düşünülemiyor bile. Bunları ancak sahaflardan toplayabiliyoruz. Ancak elbette neye inanıyorsak inanalım, bilimsel bakış açısı bize “dayatılanı değil, okuyup karar verdiğimizi” seçmemizi söylüyor. Ben hayatım boyunca böyle yaptım. Arada bir de gökyüzüne baktım ve seni gördüm.

Şubat Dolunayında Gelen Yıkım

Böyle yazmışım 1999 yılında tuttuğum günlüğüme. (O yıllarda günlük tutuyor muydum? Evet tutuyordum) Tarihler 16 ve 20 Ağustos 1999. İşte o gün deprem gerçeğiyle tanıştığım, depremin hayatımızın geri kalanına yapabileceklerini kavramaya başladığım ilk günlerdi. Henüz 11 yaşındaydım. Depremden kilometrelerce uzakta, Eskişehir’in dağları ve kayalıklarıyla meşhur ilçesi Sivrihisar’da oturuyorduk. O yaz gecesini sokakta deprem korkusuyla geçirmek biraz oyun gibi de gelse, “Ya evimiz yıkılırsa?” korkusuyla yüzleşmemi sağlamıştı. Tam on beş sene sonra, Gelibolu’da güpegündüz şahit olduğum deprem ise hayatımda ilk defa hissettiğim ve ayaklarımı yerden kesen depremdi. Banyomuz yıkıldı, terhis olana kadar yangın musluğundan yıkandık. Aradan 24 yıl geçti. Felaket tam da bir dolunay gecesi, yine geldi memleketimize.

O günden beri içimden bir şey yazmak da yapmak da gelmedi. Elim varmadı. “Duygularımı hapse girmeyecek şekilde ifade edemiyorum.” Yaşadığım öfkenin en makul izahı, Feyyaz’ın bu cümlesi oldu.

5 Şubat gecesi Ankara’da uyumak üzere uzanmışken aklımda bu düşüncelerin zerresi bile yoktu. Ertesi gün Eskişehir’e dönecek, o haftayı yıllık izinli olarak geçirecek, planlı işlerimi yapacaktım. Bu düşüncelere dalmışken uyuyakaldım. Aynı gece sabaha karşı Kahramanmaraş merkezli olarak kopan kıyamet, sadece ülkenin güneydoğusunda 11 ilimizi değil, tüm Türkiye’yi yıktı geçti. Bu deprem tam da Cumhuriyetin 100. yaşında, başımıza gelen en büyük felaket oldu. Yaşanan onca acı, çaresizlik, kabiliyetsizlik, yalan ve iftira yetmezmiş gibi, yetersizliği uluslararası ölçekte de tescillenen organizasyonların ayyuka çıktığı bir afet yaşadık.

Hatay’a giden kuzenim, İskenderun’da enkazda çalışan arkadaşım, Gaziantep’e görevlendirilen arkadaşlarımız, Kahramanmaraş’ta bulunan arkadaşım ve bunlar gibi birinci ağızlardan dinledim depremin gerçek etkilerini. Yıkımın ve ölümün gerçek boyutlarını onlar anlattılar sesleri titreyerek. Televizyonda, kamerayı yalnızca işine geldiği açıyla tutan, çadır güzellemesi yapan kanallardan değil, bu dostlarımın gönderdiği fotoğraflardan ve videolardan anladım facianın etkilerini.

Bu fotoğraf internetten değil, bizzat sahada hasar tespit çalışması yapan arkadaşımın objektifinden. Kalitesiz bir beton örneği

Bu millet çok büyük” dedi bir tanesi. “İnan orada ilk üç gün yalnızca bu fedakâr milletimiz, elleriyle kazdı toprağı” dedi. “Bir tarafta bu insanlar uğraşırken, bir arka sokakta ise ‘fedakâr olmayan başka bir milletin mensubu olan kimseler’ yağma yapıyordu, büyük gruplar halinde” dedi. Sonra görevi başında saldırıya uğrayan arkadaşlarımızı aradım. Benzer şeyleri anlattılar.

Bu görüntüyü sanalsantiyecom’un Instagram hesabından aldım. İnşaat mühendisliğ ive teknolojileri hakkında internette daha iyi bir site yok.

İşte böyle. Şubat dolunayı, 6 Şubat’ta hiç öyle eskisi gibi hoş hayallerle değil, bu ülkenin en acımasız gerçeği olan depremle, milyonlarca ton hafriyatla, kaybolan binlerce hayatla, o küçücük çocukların buz kesilmiş elleriyle, enkaz altında ölmeden cehennem yaşayan masumların gözyaşlarıyla geldi.

Doğru yerlere, çaresiz afetzedelere ve dürüst kuruluşlara yardım etmenin yanında, daha başka ne yapabiliriz? Bu asırlık cumhuriyet, bu çileli halk, altında kaldığı bu enkazı kaç yılda kaldıracak? Bu şehirlerimiz eski güzel günlerine dönebilecek mi? Ülkemize sülük gibi yapışmış, başka bir milletin mensubu olan bu yağmacı güruhtan ne zaman arınacağız? Soruların cevapları, herkese göre farklı. Sorunun sebebi her vatandaşa göre farklı. Hatta ortada bir sorun olmadığını bile iddia edenler var. Ne güzel ülke ama!

Bugün Mart ayının ilk günü. Bahar başlıyor. Bana bir marteniçka hediye edin, güzel bir dilek tutayım. Belki bu sene dileğim gerçek olur. Dolunay yazılarında kısacık planlarımdan, müzikten bahsetmeye, öyküler yazmaya alışmıştım ne güzel. Bu yazılar yıllardır sürdürdüğüm bir gelenek haline gelmişti. Bununla mutlu da oluyordum. Ulan şu kadarcık mutluluk bile fazlaymış bana. Mart dolunayında tam bir ay olmuş olacak. Bir karar verdim. Bu depremi unutmayacağım. Bu depremi en azından ülkede bir şeylerin değişmeye başladığını, bilimin biraz daha öne çıkmaya başladığını hissettiğim ana dek unutmayacağım. Bu depremi unutmamak için hemen her gün baktığım blogumun en tepesine bir not bırakacağım.

“Türkiye’de 6 Şubat 2023’de seri depremler oldu. Bu depremlerde on binlerce insan öldü. Alması gereken kimse inisiyatif almadı. Bunu unutma.”

Günün En Güzel Vakti

Güneş bir saate batacak. Üzerimde hiç bir yük yok. Kulaklarımda güzel bir şarkı çalıyor. Güneş karşımda ve öylece yürüyorum çok eski yılları düşünerek. Hatırladığımı sanıyorum ancak belki de hepsi düşlerimden ibaret…

Doğuda bir şehirdeyiz… Güneş yine uzaklarda batıyor. Yürüyoruz, güvenli dediğimiz sokağımıza ve evimize doğru yürüyoruz. Yoruluyorum, çocuk bacaklarım sızlıyor yürümekten. Acıyı hissediyorum. Sonra bir başka hatıra doluyor zihnime… Yollardan kamyonlar geçiyor, biz ise upuzun bir bozkırdayız. Güneş yine karşımızda batıyor ve biz ona doğru yürüyoruz. Evimizin büyük bir balkonu var. Belki acele edersek gökteki kızıllığın son kalıntılarını da orada görebiliriz. Hevesle annemin elinden tutuyorum.

İşte şimdi, Millet Bahçesi‘nin rengarenk kaplamalı ve bir uçtan diğerine uzanan yollarından birinde, yalnız başıma yürüyorum. Güneş yine geçmişi anımsatıyor. Bu anlar o kadar kıymetli ki! Aklımdaki her şey uçup gitmiş belki bir saatliğine. Yolun sonuna yaklaşırken, çocukluk hatıralarının artık o kadar can yakmayan acılarıyla birlikte aklıma gelip takıldı o asansör. İşte, aklım bir kere daha şu gizeme, tren garındaki o asansöre takılıp kaldı. Karanlığa düşmek pahasına, bir tur daha atmaya karar verdim bahçede ve düşünmeye koyuldum…

Eskişehir‘deki tren garında bir asansör vardı, valizi ya da bebek arabası olan yolcular kolaylıkla peronların olduğu bir alt kata inip çıkabilsinler diye yerleştirilmiş. Gar binası, zemin ve eksi bir katı olmak üzere iki kattan oluşuyordu. Ancak bu asansörde bir tuhaflık vardı. İlk gördüğüm andan beri üzerindeki tuşlar dikkatimi çekmişti. Geçtiğimiz gün nihayet sırrını çözdüğümü sandım. Ancak çok daha büyük bir gizemin başlangıcı oldu başıma gelenler, lanet olsun!

Asansörün kumanda panelinde üç tane tuş var: EKSİ BİR, SIFIR ve BİR. Garın giriş katı, bulunduğumuz yer zaten SIFIR denilen yer, yani zemin kat. EKSİ BİR tuşuna basınca da bir alt kata, yani peronların olduğu yere iniyor makine. Peki o zaman bu BİR tuşu neden var? Zira üst katta hiç bir şey yok! Çünkü binada üst kat yok! Geçmişte, bu gar binasının bir üst katı vardı da acaba bu düğme o zamandan mı kaldı? Hayır. Bu yapı, bu asansörle birlikte en çok 10 yıl önce yapılmıştır. Fazladan duran bu BİR düğmesi ne için var o halde? Ne zaman gara gitsem, ne zaman trenle yolculuğa çıksam ya da yolculuktan dönsem, ne zaman birilerini karşılasam ya da uğurlasam, bu soru aklımın bir köşesini kemirdi durdu. “Üşengeç müteahhit“, dedim bir süre. Hatta birkaç kişiye de bu tuşları gösterip güldüm. Ama hayır… Cevap, bu asansörü yapan müteahhittin üşenip ya da umursamayıp, tesisata fazladan bir düğme eklemesi ya da çıkarmasından fazlası olmalıydı.

Geçen gün Ankara dönüşü, sırtımda elli kiloluk bir çantayla düşer gibi indim trenden. Eksi birinci katta, yani peronların olduğu kattaydım diğer tüm yolcular gibi. Çıkış kapısının olduğu sıfırıncı kata yani zemin katına gitmem gerekiyordu. Merdivenleri çıkmak zoruma gitti. Ben de yürüdüm ve boş asansöre bindim. Kapı kapandı. Henüz bir şey yapmama fırsat kalmadan birden yeniden açılıverdi kapı. Kondüktör şapkalı, lacivert gömlekli birisi bindi asansöre gülümseyerek. Ben de tebessümle karşılık verip SIFIR tuşuna bastım. Asansör nazlanarak hareket etti. Asansör yukarı çıkmaya başlamışken yanımdaki adama aldırmadan paneldeki boş ve anlamsız BİR tuşuna basmaya başladım. Lacivert gömlekli gülerek “Kırk kere istersen olur belki”, dedi. Nihayet panelde SIFIR lambası yandı ve zemin kata ulaşan asansörden neredeyse koşarak indi adam. Sırt çantamı yüklenip kabinden çıktığımda, henüz birkaç saniye önce çıkmış olmasına rağmen o adamdan hiçbir iz yoktu. Yorgun argın gözler ve yüzlerle, az önce gelen trenden inen diğer yolcular ise garı terk ediyorlardı. “Bu kadar kısa sürede uzaklaşmış olamazsın”, diye geçirdim içimden. O an adamın bana gülerek söylediği cümle belirdi aklımda: “Kırk kere istersen olur belki”.

Etrafıma baktım, az önce gelen yolcuların büyük kısmı kitleler halinde dış kapılara yönelmişti. Biraz daha bekledim ve giderek sessizleşen gar binasında asansörün başında sonunda yalnız kaldım. Çağır tuşuna basıp bekledim. Az önce indiğim asansöre yeniden bindim. Hiçbir yere gitmeyeceğini bile bile, BİR yazan tuşa ardı ardına basmaya başladım: bir, iki, üç ve nihayet kırk… Asansör titreyerek yukarıya doğru hareket etmeye başladı. “Eyvah”, dedim. “Motor arızalandı ve şimdi çatıya çarpıp duracak!”

Çarpmadı. Dışarıdan gelen tüm diğer sesler kesildi sadece. Asansör durdu. Kapı açıldı ve önümde upuzun bir koridor belirdi. Sağda bir, solda iki ve koridorun en sonunda bir kapı… Tren garının üst katında böyle bir yer mi vardı? Gizli bir kat? Bu imkansız! Çünkü garın üst katı yoktu. Öyleyse ben neredeydim? Bu kapılar nereye açılıyordu? Panikledim nedense. Asansöre gerisin geriye binerek SIFIR tuşuna bastım. Asansör tereddüt etmeden zemin kata indi. Kapı açıldığında güvenlik görevlisinin bana doğru yürüdüğünü gördüm.

– “Deli misin hemşehrim, meşgul etme asansörü, ne iniyorsun ne biniyorsun, hayret bir şey!”
– “Üst kata nasıl çıkarım?”
– “Ne üst katı ya? Çatıya çıkıp ne yapacaksın? Üst kat mı var burada?”
– “Çatıya değil, üst kata. Koridor vardı, kapılar vardı.”
– “Ulan akşam akşam çattık ya…”

O asansörle bir daha o kata çıkamadım. Defalarca denedim. Başkalarına denettim. Birkaç defa kovuldum üstelik. Olmadı. Bir kere gördüğüm o koridoru ve kapıları, bir daha asla göremedim. Garın üzerinde defalarca drone uçurdum, civardaki binalardan fotoğraflar çektim ancak öyle bir gizli kat ya da bölme yoktu. Yalnızca kiremitler ve çatılarda birikmiş bolca kuş gübresiydi gördüklerim.

Güneş artık battı. Üzerimde hiç bir yük yok. Yürüyüşüm de bitti ve kulaklarımda hala güzel bir şarkı çalıyor. Çözülemeyen bu gizemin cevabını başka bir günün en güzel vaktinde arayacağım.

Pentagram Konseri – 14 Ekim Eskişehir Milyon Performance Hall

14 Ekim Cuma günü Pentagram, aylar sonra yeniden Eskişehir‘de sahne aldı. Çok sevdiğim bu grubu bir kere daha izlemeye teşvik eden belki de en önemli şey ise grubun Eskişehir’de bu kez Demir Demirkan‘la sahneye çıkıyor olmasıydı. Kendi mekanında, kendi organize ettiği etkinliğe, kendi mobil uygulaması üzerinden bilet satıp üstelik bunu 1+1 şeklinde iki bilet almaya mecbur bırakarak, bir de üstüne hizmet bedeli adı altında bir ücret ekleyerek toplamda 160 TL vermeme sebep olan Milyon Organizasyon’un Eskişehir’deki eğlence tesisi olan Milyon Performance Hall’de konser saatini bir türlü gelmek bilmiyordu.

Haftalar önce yazmaya başladığım, yeni albümleri Makina Elektrika‘nın kritiği blogun “taslaklar” bölümünde duruyor. Albüm henüz fiziksel formatta yayımlanmadığı için ben de yazıyı yayımlamayı geciktiriyorum. Önce, konser kritiğiyle albüm kritiğini birleştirmeyi düşündüm ancak o zaman da iki farklı performansı tek yazıya indirgemiş olacaktım. En iyisi ben konser kritiğini yazayım. Belki önümüzdeki haftalarda albüm nihayet fiziksel formatta yayımlanır ve ben de blogdan yayımlarım.

Saat 21.00’de diye duyurulan konser başlangıcı, yarım saat gecikmeyle başladı. 21.30’da karanlıkların içerisinden vokalde Hakan Utangaç‘ın olduğu grup sahnede Metin TürkcanTarkan GözübüyükDemir DemirkanOzan Tügen ve Cenk Ünnü‘den oluşan giriş kadrosuyla seyirciye merhaba dedi. Bana göre Pentagram en “metal” kadrosu da bu kadrosudur. Sahnede üç gitarist, bass, davul ve klavye destekli bu haliyle oldukça etkili bir sound yakalıyorlar. Üstelik Hakan Utangaç’ın vokalleri grubun ilk ve en sert yıllarını fazlasıyla hissettiriyor.

Konseri çalma listesi üzerinden değerlendirmek istiyorum. Konser boyunca her şarkı başladığında telefonuma şarkı adı ve şarkıdaki önemli anları not ettim. Hatta Mehmetblogun ilk taslağını gördüm” diyerek epey bir mutlu oldu 🙂

  • Dünya (Yavuz Çetin cover): Grup sahneye çıkarken intro olarak bu şarkıyı kullandı. Son albüm Makina Elektrika’da da yer alan bu parça albümün de bana göre en iyileri arasında.
  • Bu Alemi Gören Sensin: Hakan Utangaç’ın vokallerinde konser başladı. Oldukça sert bir giriş oldu, tüm salon bir ağızdan eşlik ettik.
  • Sensiz: Makina Elektrika’daki bir diğer en iyi şarkı. Albümü dinlerken şarkıyı ilk defa duyduğumda bu şarkıyı kesinlikle konserlerde çalarlar demiştim.
  • Noone Wins The Fight: Ogün Sanlısoy sahneye bu şarkıyla çıktı.
  • Maymunlar Gezegeni: Yine bir Makina Elektrika şarkısı. Şarkı yeni olmasına rağmen özellikle aralardaki tezahüratlar oldukça coşkuluydu.
  • Fly Forever: Konserin başından beri bir gözüm Demir Demirkan’ın üzerindeydi. Yeri gelmişken belirteyim, konserdeki tüm soloları Metin Türkcan çaldı. Demir’in solo attığı yerleri özellikle buraya yazdım. Bu şarkının girişi Demir Demirkan solosuyla başladı. Yine parça boyunca back vokaller ve ana soloyu da kendisi yaptı.
  • Şeytan Bunun Neresinde: Ogün’ün solo olarak söyledi son şarkıydı bu. Çok bilinen bir şarkı olduğu için tüm salon baştan sona söyledik.
  • Doğmadan Önce: Ogün sahneden inince yerine Gökalp Ergen çıktı. Vokaller içerisinde bana göre en güçlü o. Bir de şarkıları albümde söylediği gibi değil, o anki enerjiye göre farklı notalara çıkarak söylüyor. Sahnedeki hırslı ve öfkeli duruşu seyirciye geçiyor. Önceki konserde de bunu fark etmiştim. Belki de şimdilerde yirmili yaşlarda olan nesil Pentagram’ı ilk kez onun sesiyle tanıdığı için bu enerji geçiyor olabilir. Örneğin benim favorim Murat İlkan’dır çünkü ben de onun sesiyle tanımıştım grubu.
  • Uzakta
  • Wasteland: İlk notalar duyulunca salonda kıyamet koptu. En sevdiğim şarkılarından birisi olduğu için ben de kendi çapımda ufak bir headbang yaptım 🙂 Şarkıdaki back vokalleri Ozan Tügen yaptı.
  • Geçmişin Yükü: Vee bana göre gecenin en çok reaksiyon alan şarkısı. Neredeyse baştan sona tüm salon birlikte söyledik. Şarkı bittiğinde Gökalp sahneyi kan ter içerisinde terk ediyor ve çok ama çok sevdiğimiz Murat İlkan‘ı müjdeliyordu.
  • Anatolia: Murat İlkan! Biraz yorgun görünüyordu. Girişte ismiyle tezahürat yaptık.
  • Lions In A Cage: Müthiş müthiş müthiş! Şarkının orta kısmındaki geçişi atlayıp direkt soloyla devam ettiler. Burada altyapı desteği de oldukça iyiydi.
  • Ölümlü
  • Tigris + Bir: Şarkı başlamadan önce tüm salon “Bir bir bir” diye tezahürata başladı. Murat İlkan da bize destek verdi ve Tigris’in ilk notaları duyulmaya başladı. Bir’e bağladıkları an ise yine konserin en reaksiyon alan anlarından birisiydi.
  • Bu Düzen Yıkılsın: Diğer iki vokal de sahneye geldi ve koro bölümü başladı. Bu şarkı Makina Elektrika’dan çıkan single parçalardan birisiydi ve açıkçası hiç de sevememiştim. Konser de dinledim hala sevemiyorum 🙂 Şarkının son kısmındaki soloyu Demir Demirkan çaldı.
  • Sur: Makina Elektrika’nın bir diğer single’ı ve albümün tamamındaki en iyi üç şarkıdan birisi. Çok büyük coşkuyla eşlik ettik ancak koroyla birlikte ses sistemi oldukça kötüleşti. Murat İlkan’ın vokalleri duyulmadı ve hatta diğer enstrümanlar da duyulmadı zaman zaman. Şarkının sololarını Metin ve Demir birlikte çaldılar.
  • Gündüz Gece: Aradaki ufak soloyu Demir Demirkan’dan duyduk.
  • Damn The War: Şarkı başlamadan önce birkaç dakikalık bir sessizlik oldu. Teknik sorunlar iyice baş göstermeye başlamıştı. Ogün Sanlısoy bu boşluğu anonslarıyla kapattı. Şarkının orijinalinde girişteki kemane sesi sample’dan çaldı.
  • Seek and Destroy (Metallica Cover): Pentagram’ın Makina Elektra için bu coverı neden seçtiğini ve albüme koyduğunu hala düşünüyorum. Şarkı esnasında Demir Demirkan ciddi bir teknik sıkıntı yaşamış olmalıydı. Oldukça canı sıkkın görünüyordu. Zaten şarkı biter bitmez gitarını çıkarıp sahneyi terk etti.
  • Sonsuz: Konserin outro parçası oldu. Tüm grup üyeleri, Demir Demirkan hariç, daha önceki konserlerinde olduğu gibi sahnenin önüne gelip seyircileri selamladılar. Sonsuz’u hep bir ağızdan söyledik.

Demir Demirkan’ın son şarkıdan sonra grubun kalanını beklemeden sahneyi terk etmesi bende şok etkisi yarattı. Bu esnada Hakan Utangaç kendisine bir şeyler demesine rağmen dönüp bakmadan sahneyi terk etti. Bu planlı bir olay mıydı bilmiyorum. Çünkü grup üyeleri hiçbir şey olmamış gibi ve aslında doğru olanı yaparak, artık bir Pentagram klasiği olan konser sonrası selfiesini çektiler. Hayat işte, Demir Demirkan Pentagram’la Eskişehir’de çalacak diye konsere git ancak son fotoğrafta olmasın.

Milyon Yapım’ın bu küçük mekan için açık kontenjanlı bilet satmayı bırakması lazım. İnsanlara üst üste konser izletiyorlar. Üstelik ses sistemi de tıpkı Demir Demirkan’ın yaşadığı gibi sıkıntılar çıkartıyor. Konserde izleyiciler olarak zaten sıkışıklıkla mücadele ederken, bir de elinde tepsiyle içecek satmak için seyircileri yara yara ilerleyen elemanlar ise bir süre sonra kabak tadı veriyor. İçecek satacak elemanlarla birlikte belki bir güvenlik görevlisi de dolaşsa iyi olacak. Çünkü o kalabalığın içerisinde sigara içen insanların varlığından da bıktık usandık.

Evet özetle, izlediğim en iyi Pentagram konseri değildi. Yeni albüm ve Demir Demirkan detayıyla bu konserin unutulmaz bir etkinlik olacağını düşünüyordum Öyle olmadı, sağlık olsun. 19 Şubatta yine aynı mekanda verdikleri konser sonrası yazdığım şu yazıya bir göz gezdirdim. Aynı şarkıları aynı sırada çaldıklarını fark ettim şaşırarak. Bence biricik Pentagram’ımız artık bu paket servisi bırakıp konserde çalacakları şarkılarla ilgili bir güncelleme yapabilir. Çalmadıkları o kadar iyi şarkıları var ki!

Bir Kamp Macerası: Çamkoru Ankara

Bu yılın ortalarında Emre‘nin Ünye‘den Ankara‘ya taşınması, onun hayatında büyük bir gelişme, bizlerin hayatında ise yepyeni maceralara davet anlamına geliyordu. Böylece birkaç ay önce Alper ve Emre’yle birlikte Ankara’nın en balta girmemiş lokasyonlarından “Karagöl Jeositi” denilen alanda kamp yapmaya karar verdik. Ardışık tatil planları nihayet sona erince, bu büyük kamp için gün belirledik ve ben 26 Haziran Cuma günü yola çıktım.

Saat 19.00’da Eryaman YHT durağında trenden inip Alper ve Emre’yle buluştuk. Onlar ben gelmeden tüm gerekli malzemeleri aldığı için hazırdık. Hızla yola koyulduk. Kızılcahamam ilçesi sınırlarında yer alan Karagöl’e saat 21.00’e doğru nihayet geldik. Ancak yol ölüler tarafından kapatılmıştı. Etrafta tek bir canlı yoktu. Büyük kaya ve kütükler, araziye girişi engelliyordu. Bunun üzerine biz de yürüyerek bir keşif gezisine çıktık. Alan epey uzun süredir kapalı gibi görünüyordu. Çünkü atık geçici depolama alanındaki çöpler kokmaya başlamıştı. Hava da oldukça da soğuktu. Etrafta en ufak bir ışık bile olmadığı için burası astro fotoğrafçılık için muazzam bir yer gibi görünüyordu. O yüzden buraya belki gelecek yıllarda bir kere daha gelmeye kendi kendime söz verdim.

Alanın kapalı olduğu gerçeği epey canımızı sıktı ancak kısa bir internet araştırması yapınca civarda da başka kamp alanları olduğunu gördük. Böylece yaklaşık 40 km mesafedeki bir başka kamp alanına, Çamkoru Tabiat Parkı‘na gitmeye karar verdik ve yola koyulduk. geldik. Giriş ücretliydi ancak ilk gittiğimiz terk edilmiş alanın aksine içeride başka kampçılar da vardı. Buraya geldiğimizde saat 22.00’yi geçmişti. Hızlıca çadırları kurup ateşi yaktık. Saat gece yarısı olduğunda yemek nihayet hazırdı. İki güne ayırdığımız stoğun üçte birini yemiştik bile. Saat 02.00’ye doğru Alper ve Emre bulaşık için ortalıktan kayboldular. Ben de o arada bu satırları telefonda yazdım.

Gece sorunsuz geçti. Sabah 07.30’da -kendi adıma epey dinlenmiş olarak- uyandık. Gündüz gözüyle etrafı keşfe çıktık. Tam üç çuval yakacak topladık. Daha sonra saat 11.00’de müthiş bir kahvaltı sofrasına oturduk. Bu noktada Alper’e emeği ve aşçılığı için teşekkürler. Bu geç kahvaltıdan sonra kamp alanında biraz pinekledik. Böylece vakit öğleden sonra ve hatta akşam üzerine yaklaşırken basit bir kumpir yemeğiyle başlayan yemek hazırlığı, başka bir ziyafete dönüştü. Yalnız kamp boyunca ateş konusunda pek rahat olamadık. Aldığımız mangal kömürleri sıkma diye tabir edilen, yandığı zaman tamamen küle dönüşen güçlü ancak kısa ömürlü kömürlerdi. İyi ki araziden üç çuval odun toplamışız. Baltamız da vardı ve bu sayede topladığımız odunları istediğimiz gibi parçalayabildik.

Bu yemekten sonra da kalkıp milli parkı şöyle bir dolaştık. Oldukça bakımsız bir yerdi. İşletmecisi Eskişehir‘in eski ama meşhur otellerinden birini de işletiyormuş. Alanda üçer kabinli bay ve bayan tuvaletleri ile lavabolar mevcut. Bir de bulaşık vb. ihtiyaçlar için bir çeşme bulunuyor. Kamp alanı bakımsız dedim çünkü bazı yerlerde çöpler toplanmamış halde bekliyordu. Elbette bu kampçıların vurdumduymazlığının bir neticesi ancak işletme de sağ olsun ufak da olsa bir mıntıka temizliğine girişmemiş.

Orman yer yer geniş düzlük ve açıklıklarla kaplı olmasına rağmen, mevcut ağaçlar düzensiz bir şekilde ve anlaşılan o ki kendiliğinden yetişmiş çam ağaçlarından ibaret. Birbirinin üzerine doğru gelişip gelişimini sekteye uğratmış, neredeyse bitişik sayılabilecek bir şekilde büyümüş onlarca ağaç gördüm. Üstelik pek çok ağaçta ise örümcek ağı benzeri bir tür parazit vardı. Ancak yine de hava o kadar temiz ve oksijen o kadar bol ki yola yakın olmayan noktalardaki ağaçların ve kayaların büyük kısmı likenlerle kaplıydı.

Alanda zemin üzerinde taşları birleştirip ya da çukur kazarak ateş yakmak kesinlikle yasak. Ya mangal kullanacaksınız ya da şanslıysanız bizim bulduğumuz gibi yarım kesilmiş bir varil ocak bulup ateşinizi yakacaksınız. Zira günde en az 4-5 devriye atıyor jandarmalar. Pek çok kampçıyı uyarıp ateşlerini söndürdüler. Bazen de dronla tespit yapıp para cezası kesiyorlarmış. Alanda gelişigüzel yerleştirilmiş masalar mevcut. Ancak şömine tarzı ateş yakma yeri yok.

Alper’in Tarım ve Orman Bakanlığı personeli olması sayesinde parka indirimle giriş yaptık ancak vatandaşlar için belirlenen fiyatlar da çok pahalı değil. Biz %30 indirimle iki gece ve iki çadır ve bir araba girişi için toplam 180 TL para verdik. Kamp boyunca sivrisinek ya da sinek sorunumuz olmadı. Etrafta epey bir başı boş köpek var ancak onlar da insanlara çok alıştıkları için sessizce gelip sizi izliyorlar.

Aynı gece karnımız acıkmadı ancak karpuz, çekirdek ve meşrubat üzerinden şekillenen bir soframız oldu. Önceki gece etrafta yalnızca birkaç çadır varken cumartesi gecesi alan epey bir çadırla dolmuştu bile. Çok geç saate bırakmadan, ortalığı toparlayıp uyku tulumlarına girdik.

Pazar sabahı saat 08.30 da kalktım. Epey dinlenmiş bir haldeydim. Alper ve Emre benden önce kalkmışlardı. Cuma günü alınan köftelerin bozulmuş olabileceğini düşünerek kahvaltıyı hamburgerle yapmaya karar verdik. Köfteleri kontrol ettik ve şansımıza en ufak bir bozulma olmadığını gördük. Alper 4 normal köfte den bir burger köftesi olacak şekilde yeniden yoğurup şekil verdi. Ben normalde pek yeme içme gönderisi paylaşmam ancak şunu eklememe müsaade edin: Köz patlıcanlı ve köz domatesli burger müthiş bir lezzet oluyor. Zaten planladığımız bir yemek olduğundan, yanımızda burger ekmeği de getirmiştik.

Bu kahvaltıdan sonra bizimkilere bir ağırlık çöktü. Benim ise hiç uykum yoktu. Telefonun çektiği bir noktadayken ailemle görüştüm, daha doğrusu onlar beni aradılar. Ben telefon nasılsa çekmiyor diye düşünüyordum. Civarda küçük bir temizlik yaptım. Kendime bir de kahve yapmıştım ki minik damlalar çarpmaya başladı yüzüme. Yağmur bu şekilde damla damla atarken uyandı Alper ve Emre. Henüz ne olduğunu anlayamadan yağmur hızlandı. Biz de can havliyle açıkta olan gıdaları toparlayıp çadırlara sığındık. Yaklaşık 15 dakika süren bir yağmurdan sonra yağış durdu. Biz de yavaştan toplanalım dedik. Salına salına toparlanırken yeniden damlalar düşmeye başlayınca artık koşar adım topladık tüm malzemelerimizi.

Toplanma faslı saat 14.30 civarı bitti ve Ankara’ya dönmek üzere yola çıktık. Bir saati aşkın bir yolculuktan sonra Eryaman’da bulunan Optimum AVM‘ye gelip kısa bir mola verdik. Saat 17.50’de Ankara’dan kalkacak olan trene bu istasyondan bineceğim için fazladan bir 15 dakikam olacaktı. Alper ve Emre beni bıraktıktan sonra Eryaman Garı’nda biraz pinekledim. Tren gelip de olanca yükümle yerimi bulup oturduğumda, şöyle bir arkama yaslanarak derin bir nefes alıp son iki günü düşündüm. Oh, be! Dostlarla olmak gibisi var mı?

Pentagram – 19 Şubat 2022 Eskişehir Konseri

Önceki gece (19 Şubat 2022’de), çok uzun süre sonra ilk defa bir konsere gittim. Pentagram, Eskişehir’de Milyon Performance Hall‘de sahne aldı. Uzun süre kararsız kalıp ve hatta gitmemeyi düşünürken bir anda karar değiştirmemi sağlayan gelişmelerle başlıyoruz. Güzel bir konser yazısı olacak.

Ülkemizin en popüler metal müzik grubu Pentagram’ı Eskişehir‘de daha önce de defalarca izlemiştim. Ancak 19 Şubat’ta yapılacak konsere gitmekle ilgili ciddi tereddütlerim vardı. Sanki benim bu hissimi anlamışlar gibi arkadaş ve iş çevremdeki herkes “Geliyor musun?“, “Gidiyor muyuz?” diye mesajlar attılar hafta boyunca. Konserden iki gün önce yine arkadaş grubumuzda yazışırken Mustafa, “Ben Pentagramı hep seninle izledim. Bu sefer de öyle olsun isterdim.” dedi. Birkaç dakika sonra Biletix‘ten (3,5 lira e-posta gönderme ücreti ilaveli olarak) biletimi almıştım bile.

Konser akşamı Mustafa’yla birlikte Milyon Performance Hall’e gittik. Aynı gün Yiğit ve Mehmet‘le mesajlaşmıştık ancak kapı açılışına yarım saat kala gelip kapıda beklemeye başlayınca nasılsa kuyrukta denk geliriz diye bir daha aramadım. Kuyruktayken Kübra, Hazal, Tuğba, Utku, Koray, Mustafa (küçük kardeşim) ve Fatih Mert geldiler. Yarım saat kuyrukta bekledikten sonra saat 19.30’da kapı açıldı. Girişte HES kodu, kimlik, bilet kontrolü yapılıp üstümüzü aradılar. Sonra da konser alanına girdik. Eskişehirliler bilir, burası eski Hayal Kahvesi isimli mekan. Yalnız sahneyi bu işletmeci ters tarafta, yani sırtını cadde tarafına vererek kurmuş. İçeri girdiğimizde en önler dolmaya başlamıştı. Biz de grupça gidip oraya yerleştik. Ben o ana kadar konseri akustik sanıyordum 🙂 Sahnede Metoboy gitarını görünce şimşekler çaktı! Elektrik set çalacaklardı!

Konser 21.00’de başlayacaktı ancak elbette olmadı. Saat 21.00’e doğru rodiler son kontrolleri yaptılar. Davula kamera kuruldu. Tek tek gitarlar ve mikrofonlar kontrol edildi. Işık sistemi kontrol edildi. Mekan giderek doluyordu. Bu esnada Metallica ve Megadeth başta olmak üzere epey iyi şarkılar çalıp milleti gazladılar sürekli.

Nihayet saat 21.30’da Pentagram sahneye çıktı. Ancak vokalleri yoktu. O anda anladım ki Hakan Utangaç vokale geçecek ve epey sert bir başlangıç olacaktı. Hakan Abi sahnenin ortasında sırtı dönük bir poz verdi ki anlatamam! Levan umarım bu anı yakalamıştır. Bu arada grubun çok iyi bir de foto ve kamera ekibi var. Bu ekipten Levan Uzbay, ülkemizin son yıllardaki en iyi konser fotoğrafçısı. Sabhankra‘yla yaptığı çekimlerden tanıdığım bu arkadaşımız son üç dört yıldır Pentagram’ın da kadrolu fotoğrafçısı 🙂

Mustafa – Furkan – Fatih Mert

Konser’in bundan sonraki kısmını çalma listesi eşliğinde anlatacağım. Açıklama yazmadığım şarkılarda da parantez içerisinde parçayı kimin söylediğini yazacağım.

  • Bu Alemi Gören Sensin: Vokalde Hakan Utangaç’la başladılar. Seyircinin de katılımıyla çok gaz bir başlangıç oldu. Hazır vokalde Hakan Abi varken belki Rotten Dogs da çalarlar dedim ancak olmadı, çalmadılar.
  • Vita Es Morte: Hakan Utangaç, tek bir şarkı söyleyip sahneye Ogün Sanlısoy‘u davet etti. Ogün Sanlısoy, grubun ilk albümlerinde vokal olarak yer aldığından söylediği parçalar da o yıllardan oldu. Şarkıları bilen kemik fanlar eşlik etti kendisine. Ancak nakaratlarda yine tüm salon peşindeydi.
  • Noone Wins The Fight: (Ogün Sanlısoy)
  • Fly Forever: (Ogün Sanlısoy)
  • Şeytan Bunun Neresinde: Tüm gece boyunca Murat İlkan’ın söyledikleri hariç, Türkçe şarkılar İngilizce olanlardan daha çok reaksiyon aldı. Şeytan Bunun Neresinde ise Ogün Sanlısoy’un sesiyle ve tarzıyla çok güzel oldu bence. Salonda tam dört kuşak izleyici vardı. Hemen herkes nakaratta birleşti, tek ses oldu.
  • Doğmadan Önce: Ogün Sanlısoy, sahneye Gökalp Ergen‘i davet etti. Vokalist değişimlerinde küçük introlar çalındı. Gökalp Ergen sahneye inanılması zor bir enerji ve hırsla çıktı. Konserden bir gün önce grubun resmi hesabında, sahnedeyken mikrofon sehpasıyla yaptığı güç gösterisi paylaşılmış ve sağlamlık testini geçti şeklinde bir espri yapılmıştı. Bu gece de aynı şovu yaptı Gökalp Ergen. Doğmadan Önce, 2012’de yani tam 10 sene önce çıkan Pentagram’ın yeni bestelerinden oluşan son, Gökalp Ergen’in ise bu grupla kaydettiği ilk albüm olan MMXII‘den bir parça. Marş niteliğindeki nakaratlara tüm salon eşlik ettik. Yanılmıyorsam bu şarkıda Levan’ın da sahne önünde epey eğlenip eşlik ettiğini, konserdeki izleyicilerden pek de farklı olmadığını gördüm.
  • Uzakta: (Gökalp Ergen)
  • Wasteland: Çok sevdiğim bir parça. Gökalp Abi de çok iyi söyledi. Ancak bu şarkıda benim favorim gruba klavyelerde eşlik eden Ozan Tügen oldu. Şarkıdaki back vokalleri talk box kullanarak yaptı. Tüm şarkılardaki etnik enstrümanları ve synth altyapılarını o çaldı. O çok büyük bir müzisyen!
  • Geçmişin Yükü: Pentagram’ın son yıllardaki en popüler şarkılarından birisi dersem yalan olmaz. Herkesin bildiği ve eşlik ettiği şarkılardan birisiydi. Nakaratları seyirci söyledi.
  • 1000 In The Eastland: Gökalp Ergen, şarkıyı bitirince sahne yine karanlıklara büründü ve Murat İlkan anons edildi! Aman tanrım! Ne müthiş bir çığlık koptu salondan. Arkamı döndüm ve “biz galiba Murat İlkan’ı daha çok seviyoruz” dedim. Herkes gülerek bana katıldı. Parçanın efsane introsu Ozan Tügen’in klavyeleriyle daha bir epik oldu. Biz bu şarkıyı Alper‘le 2008’de günlerce dinledik, çaldık, melodi yaptık. Diskografilerindeki en sevdiğim şarkılardan biridir. Konserde tüylerimin diken diken olduğu ilk an bu an oldu.
  • Anatolia: Murat İlkan, şarkıyı Türkçe söylemeyi tercih etti. Eski bir şarkı olmasına rağmen yine tüm salon hep bir ağızdan eşlik ettik. Anatolia, Bir, MMXII albümündekiler ve son yayımlanan single şarkılarla birlikte, grubun hatırı sayılır miktarda Türkçe şarkısı olduğunu fark ettim.
  • Lions In A Cage: İşte o şarkı! This Too Will Pass‘le birlikte grubun en sevdiğim parçası! Murat İlkan’ın sesinden bir kere daha dinledim. Henüz ilk notalarında tüylerim diken diken oldu, 2. defa! Parçadaki ara bölümü yapmayıp iki defa solo çaldılar. Kim daha iyi vokaldir tartışmasına hiç girmiyorum ancak Unspoken‘daki şarkıları kimse Murat İlkan kadar iyi söyleyemez diyebiliyorum. Bu ülkede Murat İlkan gibi bir ses, böyle bir sanatçı var!
  • Ölümlü: Ben This Too Will Pass‘i çalarlar diye bekliyordum, hatta emindim. Ancak olmadı, çalmadılar. Bu yüzden Ölümlü’yi dinlerken biraz hayal kırıklığım vardı.
  • Bu Düzen Yıkılsın: Murat İlkan, sahneye yeniden Ogün ve Gökalp abileri davet etti. Sırada grubun single olarak yayımladığı şarkılar vardı anlaşılan. Öyle de oldu. Bu Düzen Yıkılsın, özellikle davul soundunun zirve yaptığı bir şarkı oldu. Davullar çalınsın kısmında cidden davul ön plana olabildiğince çıkmıştı.
  • Sur: Pentagram’ın geçtiğimiz yıl yayımladığı bu üç single’da da koro vokal vardı. Ben çok beğenememiştim. Ancak bu şarkı melodik girişiyle bir anda konserde başlayınca aslında gayet klas bir şarkı olduğunu fark ettim. Hatta şu anda yazıyı yazarken Sur çalıyor.
  • Gündüz Gece: Üç vokalle hiç dinlememiştim. Ancak çok popüler bir eser olduğundan tüm salon coşkuyla eşlik etti.
  • Tigris + Bir: Gecenin son performası oldu. Parçaya Tigris’le girdiler. Hayatımda Tigris kadar gaz ve gerilim dolu intro az dinlemişimdir. Ne zaman, nerede dinlersem dinleyeyim etkisi muazzam oluyor. Bir’i çalmaya o kadar gaz ve yüksek başladılar ki anlatamam. Ortalara doğru davulcu Cenk Ünnü bile Gökalp abinin uzattığı mikrofonla parçaya eşlik ediyordu. Parça biter bitmez rodiler ve fotoğraf kamera ekibi sahneye fırladı, böylece konserin de bittiğini anlamış olduk.
  • Sonsuz: Ogün Sanlısoy, sahneden anons etti: Bu şarkıyı sizin söylemenizi istiyoruz! Böylece tüm salon Sonsuz’u söylerken onlar da sahnede bizleri selamladılar. Salon bağıra çağıra şarkıyı söylerken onlar da seyircileri kameraya çektiler. O anları aşağıya ekliyorum. Böylece gece bitti.
Yukarıdaki videoda bizim göründüğümüz an

Sahnedeki tüm müzisyenler gece boyunca çok iyiydiler. Metin Türkcan, galiba bir parça hariç tüm şarkılarda soloları çaldı. Cenk Ünnü kusursuzdu. Piyasada open hand çalan davulcu çok az olduğundan setup kurulumundan başlayarak, çok dikkatli izledim onu. Ancak genel soundda davullar çok baskındı. Çoğu yerde gitarları örttü. Vokaller arasında en güçlü Gökalp Ergen idi. Parçalardaki tüm çıkışları ve hatta fazlasını yaptı. Gizli kahraman Ozan Tügen idi. Altyapılarla desteklenen parçalar grubun soundunu biraz daha yumuşatsa da müzikal kaliteyi inanılmaz arttırıyor.

Başka Mustafa, Mehmet ve Yiğit olmak üzere, konsere gelmem konusunda beni teşvik eden herkese teşekkür ederim. Konserde olduğu halde görüşemediğim dostlar İnanç, Emre Abi ve Burki‘ye selamlar. Konser bitince kulis kapısında yığılan kalabalığı görüp mekandan ayrıldık. Geride kalan kardeşim Mustafa kulise girip tüm grup üyeleriyle fotoğraf çektirip CD’sini imzalatabilmiş. Çok mutlu oldu. Ayrıca Mehmet de en az benim koleksiyonum kadar geniş Pentagram koleksiyonunun bir kısmını imzalatabilmiş.

Yazıda yer alan fotoğrafları yukarıda saydığım arkadaşlarım ve ben çektik. Her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Pentagram, halen Türkiye’nin en büyük gruplarından birisi ve çok yetenekli müzisyenlerden oluşuyor. Umarım yeni bestelerinden oluşan albümleri için bizleri daha fazla bekletmezler. Keşke This Too Will Pass’i de çalsaydılar da “GEÇÇEK” “GEÇÇEK” diye bağırsaydık biz de.

Fotoğraf: Levan Uzbay

EKLEME: 01.03.2022 Lions In A Cage videosu eklendi.

Beklenen Buluşma: Covid Pozitifim!

İyiyim, çok iyiyim ama testim pozitif. Beşinci dalga vurdu, kaçamadım.

Geçen hafta yıllık izinde evdeydim. Pazartesi mesaiye başladım. Salı günü öğleden sonra bir hapşırma başladı. Burnum da tıkanınca mesai çıkışı sağ olsun Serdar Abi götürdü bıraktı hastaneye, test verdim. Saat 17.30 civarı verdiğim testin sonucu gece 02.00’de çıkmış. Sabah karşı telefonuma Sağlık Bakanlığı‘ndan gelen SMS’i görünce şaşırdım. Test sonucum pozitif çıkmıştı. Herhangi bir ağrı sızı, öksürük vs şikayetim yoktu.

Bu sabah eşim de erkenden gidip test verdi. Sonuç bir kere daha şaşırttı: Günlerdir yan yana olmamıza rağmen o negatifti. Filyasyon ekibi eskisi gibi eve gelmiyor. En azından Eskişehir‘de gelmiyor. Telefonla aradılar. Yaklaşık 10 dakika konuştuk. Arayan görevli, 3 doz biontech aşısı olduğum için, muhtemelen hiçbir şey hissetmediğimi söyledi. Genelde bunu görmüşler.

Son birkaç haftadır kardeşlerim ve tüm arkadaşlarım birer ikişer hastalandı, ocak dışı kaldı ve elendiler. Şöyle bir saymaya kalksam Alper‘in de dediği gibi (ki kendisi de pozitifti) her aileden bir kişi pozitifti. Özellikle Eskişehir’imizin Türkiye’de başa oynadığı şu dönemde yolumun kesişmesi çok da zamansız olmadı. Neyse en azından durumum iyi. Umarım kötüleşmez.

Şimdi eşim de benim gibi 3 doz biontech’li olduğu için temaslı bile sayılmadı. Beş gün boyunca işe gidip gelecek. Benzer şekilde benim de yedi günlük karantinamın beşinci gününde gidip test yaptırarak negatif çıkması halinde aynı gün, pozitif çıksa bile bulaştırıcılığım sona ereceği için yedinci gün işe dönmem gerekiyordu. Ancak ben bu satırları yazarken bilim kurulu yeni kararlar aldı ve anladığım kadarıyla artık semptom göstermeyenler PCR testi yaptıramayacaklar. Öyle ya da böyle, Mert‘le birlikte geçireceğim “dolu dolu” bir hafta beni bekliyor.

Bugün Eskişehir’e Sercan geldi uzun süre sonra. Birkaç gün önceden haber verdiği için plan yapıp hazırlık yapmıştık. Bu akşam bize gelecekti. Ertesi gün de Efendi‘nin sahne alacağı konsere birlikte gidecektik. Olmadı. Olmayınca olmuyor. Her şeye rağmen beni unutma. Sizlere de başarılar çocuklar. “İçimdeki boşluk büyüyor, güzel şeyler niye ölüyor? İnsan düşünür, düşünür de bir yol bulamaz ki…”

Dolunay’da Bir Define Avı – 2

Önceki bölümü okumak için tıklayın.

Çukurdan çıkıp yan yana oturdular. Ben ise bakışlarımı Halit‘ten ayırmıyordum. Halit fark etmiş olacak ki Serdar‘a babacan bir tavırla “Gülüm moral bozmak yok, haydi bir daha bakalım” dedi. Detektörü bu sefer kendi çalıştırıp kayanın etrafında dolaşmaya başladı. Kazdıkları çukurun tam karşısında, kayanın diğer tarafına vardıklarında detektör bu sefer öncekinden de güçlü bir şekilde ötmeye başladı. Halit sitemkar bir şekilde seslendi. “Yav bak burasıymış, sen bize niye iki saattir yanlış yeri kazdırıyorsun?” Serdar da şüpheli gözlerle alete bakıp “Abi heyecan yaptım herhalde.” dedi. Bu sefer kazma küreği değişip yine kazmaya başladılar. Ben de bu esnada Halit’in tepkisini gözetmek için dudaklarımı kıpırdatıyordum. Halit beni dua okuyorum sanıp kendince her kazma vuruşunda eşlik ederek besmeleler çekiyordu. Sabah ezanına iki saatten az zaman kala, öncekinden daha büyük bir çukur kazıp yine elleri boş kalınca Serdar neredeyse sinirden ağlayacaktı. Halit ise duruma anlam veremiyordu. Bu sefer onlara fırsat bırakmadan söze girdim. “Serdar önceki yıl Karaman’da çıkardıkları lahdi hatırlıyor musun? Bu definede ya muska var ya da bunu cinler yüz görümlüğü olarak aşağıya çekiyorlar. Gelin bu gece bu işi bırakalım. Burayı toparlayalım. Sabah ben bir etrafı soruştururum.”

Halit pek sevinmese de razı oldu. Bu sefer de ben de yardım ettim ve kazdığımızdan daha kısa sürede iki çukuru da doldurabildik. Son kürekleri atarken ezan vakti girmişti bile. Pikaba bindik. Serdar direksiyona geçti. Köyün girişinde biraz oyalandık. Böylece sabah namazından çıkan üç beş köy sakininin evlerine, sıcak yataklarına dönmelerini bekledik. Ertesi sabah Serdar, Halit’i de alarak bahçesine geçti. Definecilikte kuraldı bu. Ortaklar birbirini bırakmazdı. Ben de Eskişehir‘e dönüp Gündoğdu Mahallesi‘nde oturan Salim Amca‘ya uğradım. Salim Amca’nın babasından kalan eski bir kitaplığı vardı. Pek kimseye göstermez, sözünü etmezdi. Pek çoğu Osmanlıca, Aramice ve Dünya’nın diğer eski dillerinde yazılmış birçok kitabını ve parşömenini gözü gibi saklar, temizler ancak ne yazık ki okumasını bilmezdi. Salim Amca’ya bir selam verip biraz “kitap okumak” istediğimi söyleyince ikiletmedi. Kitaplıkta daha önce gördüm ve ismi günümüz Türkçesiyle “Anadolu İllerinde Mevcut Olan Gömülerin Tılsımları ve Bunlara Müdahale Usulleri” olarak çevrilebilecek kitaba göz atmak istiyordum.

Kitabı yaklaşık iki saat boyunca incelememe rağmen ne Eskişehir’in ne de S… ilçesinin adına rastlayamadım. Hal böyle olunca Serdar’ı arayıp köye geçeceğimi, oradaki yaşlılarla konuşacağımı söyledim. Serdar bana ve ben de ona tereddütsüz güvendiğimizden hemen yola çıktım. Ç… köyünde kahvehaneye gidip oturdum. Bir saat içinde köyden üç beş kişiye ismiyle hitap edecek kadar samimi olmuştum. Adamlara “maden” aradığımızı, dağda sondaj yaptığımızı anlattım. Biraz ilgiyle dinler gibi oldular. Sonra da yavaş yavaş herkes işine gücüne bakmak için kahvehaneden ayrıldılar. Tam bu esnada altmış yaşlarında bir amca, tebessüm ederek yanıma yaklaştı. “Oğlum ben sizin ne aradığınızı, nerede aradığınızı biliyorum. Sizi geçen sabah namazından biraz geç çıkınca gördüm. İlla ki ‘alacağız’ diyorsanız o yaylanın üstünde diğer köyün merası var. Oranın çobanını denk getirin. Anlatıversin.

Amcaya “Yok amca maden arıyoruz biz, sen ne dedin şimdi?” desem de o, köylü kurnazlığıyla gülerek ayrıldı yanımdan. Böylece ertesi gün Halit, Serdar ve ben yine yola çıktık. Adamın dediği meraya geldiğimizde bomboş bir ağıl bulduk. Serdar ve Halit hazırlıklı gelmişlerdi. Kendilerine kampçı süsü vererek büyükçe bir çadır kurup hemen bir semaver yaktılar. Serdar bana gülerek “Abi sana söylemedim ama en az bir haftalık malzeme aldım. O herifi görmeden gitmeyeceğiz.” dedi. Serdar’ın kararlılığı Halit’e de güç vermiş gibiydi. “Gülüm ben Haymana’da bir kuyumcu buldum. İnşallah parayı çıkartınca her türlü yardım edecek. Bu çoban da inşallah tarif eder bize.

instagram: betul_turksoy

Böylece tam üç gün bekledik. Son gün neredeyse hiç konuşmadık. Akşam hava kararmasına az bir zaman kala Serdar birden fırladı ayağa. “Aha işte geliyor!” Gerçekten de birkaç kilometre uzakta hafif bir toz bulutunun eşlik ettiği yüzlerce koyunluk bir sürü ve yanı sıra yürüyen bir adam bize doğru geliyordu. Dakikalar sonra çıngırak sesleri, sürünün kokusu ve köpeklerin havlaması eşliğinde çoban yanımıza yaklaştı. “Selamın aleyküm.”

Beklediğimden çok daha şehirli bir şiveyle verdiği selamı aldık ve buyur ettik. Adam iyice yaşlanmış, gözleri çukura kaçmış, yırtık kazağından yer yer buruşuk cildi görünen, buna rağmen yine de dimdik yürüyen biriydi. Serdar, günlerin verdiği sabırsızlıkla “Dayı gel bakalım otur, üç gündür seni bekleriz bak burada” dedi. Adam şaşırtıcı bir olgunlukla gülümsedi: “Geldim işte. Önce bir çay vere hele. Şimdi sor bakalım. Ne istiyorsun?” Halit yaşlı adama çay doldururken Serdar kısaca onu neden aradığımızı, definenin yerini bulduklarını ancak kazıp çıkartamadıklarını anlattı. Adam ciddiyetle dinledikten sonra bir süre sustu ve anlatmaya başladı.

Oğlum bakın, bu definenin hikayesini ben yıllar önce duydum. Bana da sizin gibi kazıp kazıp bulamayan birisi anlatmıştı. Tabi o zamanlar detektör falan yoktu şimdiki gibi. Şimdi imkanlar daha iyi. Bu bahsettiğiniz define nereden baksan yedi yüz sekiz yüz yıllıktır. Kanaatimce artık buna sahip çıkan cinler var. Bu define artık yüz görümlüğü olmuş.” Adam böyle deyince Halit de hemen beni kast ederek ekledi “Evet hocam da öyle söyledi“. İhtiyar yüzüme baktı ve devam etti: “Şimdi sizden iki kişi, herhangi bir ayın üçüncü cuması sabah namazından önce bu yere gideceksiniz. Tek kelime konuşmadan ve birbirinize bakmadan kayanın etrafına ardıç ağacı külü serpip bir daire çizeceksiniz. Sonra yine konuşmadan ve bakışmadan birbirinize zıt yönlerde gidip oturacak ve güneşin doğmasını bekleyeceksiniz. Güneş doğunca o döktüğünüz külün üzerinde bir şekil belirecek. Mesela diyelim horoz şekli belirdi. İşareti görür görmez hemen o hayvanı kurban edip kanını küle serpeceksiniz. Böylece tılsım bozulacak, defineyi aşağıdan bırakacaklar. Siz de kazarak kolaylıkla alacaksınız. Unutmayın şekli görünce tereddüt etmeden hemen kurban edin. Yanınıza kurban kabul edilen her hayvandan bir tane alın muhakkak.

İhtiyarın söyledikleri beni olduğum yere çiviledi. Halit derin düşüncelere dalmıştı. Serdar ise hemen bir hesaba girişti. “Abi kümes hayvanları kolay, küçük baş da ben bizim köyden bulurum. Büyük baş işi sıkıntı.” Böyle deyince Halit hemen atıldı. “Yahu para verip satın almaya gerek yok. Sen güvendiğin birinden emaneten bir düve ve bir tosun iste. Eğer külde işaret çıkarsa hangisini kesersek onun parasını ve hatta etini de olduğunu gibi veririz. Eğer işaret çıkmazsa aynen iade edersin.” Serdar bu fikri kabul etti. İhtiyara bizimle görüştüğünü kimseye söylememesini söyledik ve yanından ayrıldık. Arabaya binecekken Serdar abartarak yaşlı adamın yanına bir daha gitti ve kendince biraz da göz dağı verdi.

Henüz ayın ilk günleri sayılırdı. Definenin normal yollarla çıkarılamayacağını anlayınca Halit epey rahatlamıştı. Serdar’a dönerek “İstersen hocamı yolcu edelim, gerek kalmadı, sonra parayı alınca helalleşiriz.” dedi. Serdar ciddileşerek “Hayır Halit abi, hocam en sonuna kadar bizimle olacak, rica ediyorum.” dedi. Halit biraz bozulsa da belli etmeyerek “Tabi gülüm sen nasıl istersen.” diyebildi.

İki ay daha hazırlıklarla geçti. Böylece geçtiğimiz cuma günü, yani ayın 16’sını 17’sine bağlayan gece bir traktör ve arkasında kapalı kasa römork olduğu halde yola çıktık. Serdar ve Halit gerekli hazırlıkları yapmış, her şeyi eksiksiz tamamlamışlardı. Bu süre içerisinde Halit birkaç defa geride bıraktığı hal işlerini yoluna koymak için Ankara‘ya gidip gelmişti. Ben ise rüyalarımda seni görebilmek için yine gelecek ömrümden feda etmeye devam ediyordum. Nihayet yola çıktığımız gece Serdar önce ufak ufak, giderek ise daha uzun ve sesli bir şekilde öksürmeye başladı. Bu durum beni epey telaşlandırdı. Bu hayra alamet olamazdı. Ben sormadan o başladı: “Abi üşüttüm galiba, sabah ne olur ne olmaz diye hamama gitmiştim.”

Böylece Serdar’ın köyünden yola çıkıp definenin bizi beklediği koruluğa geldiğimizde iki saat geçmişti. Traktörün üstünde açıkta olan Serdar ise iyiden iyiye kötülemişti. Nihayet varıp kontak kapatınca Serdar uyuklamaya başladı. Bunun üzerine Halit kızgınlıkla seslendi. “Serdar gülüm kalk n’apıyorsun, bu gece elimizden kaçarsa ben bir ay daha bekleyemem. Hocam sen de bir şey desene.” Ben Serdar’ın bu aniden hastalanmasına anlam verememekle meşgulken Serdar Halit’e ve bana dönerek “Abi ben bu halde kül mül dökemem. Öksürüp duruyorum. Şimdi hayvanların yanına kapalı kasaya girerim. Onların sıcağı beni biraz ısıtsın. Siz külü dökün ve bekleyin. Şekil belirince hemen yanıma gelin, hayvanı indirip ben keserim. Hem de o vakte kadar biraz dinlenmiş olurum.” dedi.

Hayatımda ilk defa bir büyüye, bir tılsıma bulaşmıyordum elbette. Seneler önce, Serdar’ı bile tanımıyorken, Şam‘a gittiğim geldi aklıma. Ama böylesi bir define işine en başından karşı olmama rağmen olayların beni duruma nasıl soktuğuna ise anlam veremiyordum.

Halit ile kayanın başına vardık. Sırt sırta vererek ardıç ağacı külünü kusursuz bir daire oluşturacak şekilde dökmeye başladık. Birbirimize hiç bakmadık. Kayanın diğer ucunda buluşunca yine gözlerimi hiç çevirmeden döndüm. Kayanın diğer ucuna geçtim ve sırtım kayaya dönük şekilde oturmaya başladım. Halit’in de aynı şeyi yaptığını varsayıp beklemeye başladım. Böylece tedirgin bir şekilde üç dört saat kadar oturmuş olmalıydık ki ortalık aydınlanmaya başladı. Halit’le konuşmuştuk. Güneşin iyice tepeye çıktığından emin olunca yerimden kalktım. Halit’e doğru yürüdüm. Halit de ayağa kalkmış öylece küle doğru bakıyordu. Yavaşça yaklaştım ve küldeki belli belirsiz insan şeklini fark etmemle bir silah patlaması duydum. Halit elindeki silahı yere indirirken gözümün içine bakıyordu.

Yere düşüp birkaç saniye ne olduğunu anlayamadan yattım. Sonra ise kendime geldiğimde sağ tarafımda büyük bir yanma hissediyordum. Bu esnada uzaklarda sertçe açılan bir kapak sesi duydum. Sonra bir bağırışma sesi ve iki el daha silah sesi… Anlaşılan Halit, Serdar’ı da hiç tereddütsüz vurmuştu. Hasta halini fırsat bilip beni de kurban ederek tılsımı bozmuştu. Birazdan gelip öldüğümden emin olunca kanımı küle serperek kazmaya başlayacaktı.

Birden arkamda Serdar’ın sesini duydum. Koşarak geldi ve “Abi iyi misin?” dedi. Elleriyle kıyafetimin yan tarafını yırttı. “İyi bari o… çocuğu nişan alamamış, sıyırıp geçmiş.” dedi. “Serdar külde insan şekli belirdi. Kurban olarak insan istiyorlar.” dedim. Serdar soğukkanlılıkla ayağa kalkıp ardıç külünü dağıttı. “Abi bitti bu iş gidelim.” dedi. “Halit nerede?” dedim. “Kaçtı.

Saat öğlene vardığında biz çoktan çobanla konuştuğumuz meraya varmıştık. Yolda Serdar bana kendi kurduğu planı anlattı. Meğer sürenin dolmasını beklerken Halit’in Ankara’ya gidiş gelişlerinden şüphelenince izini sürmüş ve Ankara’da bu adamın kendine bir silah aldığını öğrenmiş. Yolda hasta numarası yapıp römorka geçmiş ve oradaki bir delikten bizi gözetlemiş. Halit’in silahla ancak iş bittikten, defineyi kazıp çıkardıktan sonra bizi tehdit edeceğini, defineyi alıp kaçmaya çalışacağını düşündüğünden traktöre bir düzenek yerleştirmiş. Ancak külde insan figürü çıkacağı aklının ucuna bile gelmemiş. Daha sonra ise Halit’in küldeki figürü görür görmez bana silah doğrulttuğunu fark edip bir hışımla römorkun kapağını açtığını, bu esnada Halit’in panikleyip kapağa çarptığını ve boğuştuklarını, Serdar’ın hasta olmadığını anlayan Halit’in de rastgele ateş edip kaçtığını anlattı.

Merada çobanı bulamayınca Serdar hiç tereddütsüz başka bir yöne doğru sürdü traktörü. Böylece yarım saat sonra küçük bir derenin başında sürüyü ve çobanı bulduk. “Lan nereden biliyordun burada olduğunu?” diye sordum şaşkınlıkla. “Abi geçen sefer kaç gün bekledik ya, ben de ayrılırken yanına gidip sordum hatırlarsan. Burada olmazsan nerede bulurum seni diye.

Yaşlı çoban bizi görünce oldukça şaşırdı ve tedirgin oldu. Serdar lafı dolandırmadan sordu: “Dayı Halit senin yanına geldi mi?” Çoban kısık bir sesle sordu: “Öldürmediniz mi onu?” “Biliyordun değil mi?” diye bağırdım adama. “Ulan biliyordun insan kurbanını ve bile bile bizi gönderdin. O herif beni öldürmeye kalktı. Allah’tan Serdar uyanık davrandı da onu da vuramadı ve kaçtı. Allah belanı versin senin.

İhtiyar ayağa kalktı. Şu anda bu satırları yazdığım anda bile tüylerimi ürperten, sağ tarafımdaki sargının altındaki yarayı sızlatan bir halde konuştu: “Hala anlamadınız değil mi? Siz çok şanslısınız ki hala hayattasınız. Kardeşim sizin kadar şanslı değildi. Yıllar var, o külde o şekli gördüğümde onu nasıl öldürebildiğimi hala aklım almıyor. Siz çok şanslısınız, o değildi. Haydi varın gidin yolunuza.

Dolunay’da Bir Define Avı – 1

Böyle şeyler pek anlatılmaz. Yani anlatmamak gerekir. Ama şu son birkaç aydır yaşadığımız maceranın kendisinin değil ama sonunun dolunaya denk gelmesi sebebiyle, nasıl sona erdiğini bilmek de senin hakkındır diye düşünüyorum. Seninleyken başladığım alışkanlıklara, sensizken de devam edince sanki sen hep benimleymişsin gibi oluyor. Gerçi çoğu zaman komik bulurdun, bazen de kızardın ancak nihayet gözlerin bendeki sırlara açılınca susup saçımı okşadığın anları hiç ama hiç unutmuyorum.

Dört ay önceydi. Levent ve Furkan‘la Eskişehir’de Hat Boyu‘nda eski mekanımızda oturuyorduk. Levent daha içeri attığı ilk adımda biraz da hüzünlenerek “Buraya ne olmuş lan böyle?” dedi. Furkan da “Abi biz devrederken böyle bir mutfak alanı bırakmadık.” diye hayıflandı. Yeni işletmenin mutfağı iyice küçültüp birkaç masa daha sığdırmaya çalışması pek hoşlarına gitmemişti. Böylece daha oturur oturmaz, konu açılmıştı eskilerden. Öylece birkaç saat oturduk.

Derken telefonun çaldığını duydum. Levent gülerek “Helal olsun, yıllardır aynı melodi.” dedi. Ekranda Serdar‘ın adını görünce tereddütsüz açtım. Daha o tek kelime edemeden ben sordum “Abi nihayet döndün mü? Özledim vallahi seni.” Serdar, hayatımda çok az şahit olduğum bir ses tonuyla telefonun diğer ucunda adeta fısıldıyordu. “Abi Merhamet Tiyatrosu’na gel.”

Leventler’le vedalaşıp yola çıktım. On dakikalık yürüme mesafesindeki mekana vardığımda Serdar’ı kapıda duran arabanın içerisinde gördüm. Saat henüz ikindi bile olmamışken, güpegündüz selektörleri yakıp söndürerek bana işaret veriyordu. Arabaya binince tek kelime konuşmadan çalıştırdı ve Şeker Fabrikası yakınlarındaki tenha bir yola sürmeye başladı. “Abi nihayet buldum. İnhisar yolu üzerinde son bir köy var. Oranın yaylasında böyle bir kaya varmış. Çok şükür definenin yerini buldum.

Son birkaç aydır, hafta sonları ortalıklarda görünmemesinin sebebini böylece açıklamış oldu. Serdar’ın aylar önce Ankara Hali‘nde tanıştığı Halit isminde birisi, Eskişehir‘den geldiğini duyunca Serdar’ı büyük heyecanla bir köşeye çekerek Eskişehir’in Bilecik sınırına yakın bir köyünde, bir kayanın altında çok büyük gömü olduğunu anlatmış. Serdar’ın dediğine göre adam öyle heyecanla anlatmış ki yalan söylemesine imkan yokmuş. Serdar insan sarrafıdır. Bazen bir yeni tanıştığı birinin çay bardağını tutuşundan dolayı masasından kalkıp gider. Bazen yolda yürüyen bir adamın gidip omzuna dokunur ve şaşılacak şekilde o kişinin adamlığını, insanlığını takdir eder. Serdar’ın tanımadığı ancak benim çok iyi tanıdığım birkaç kişiyi onunla tanıştırıp ilk izlenimlerini sorduğumda Serdar sanki kırk yıldır tanıyormuş gibi peşin hükmünü verir. İlginç olan ise hep haklı çıkmasıdır.

Halit Serdar’a, Eskişehir’deki M… veya S… ilçelerinden birine bağlı bir köyün ormanlık arazisinde oraya ait olmadığı belli olan büyükçe bir kayanın olduğunu, bu kayanın altında gömü olduğunu anlatmış. Bu gömünün detektörle kolayca tespit edilerek saptanabileceğini, kendisinin birkaç köyde araştırma yaparken Jandarma tarafından yakalandığını, ancak bölgeyi bilen biri olursa işlerinin çok kolay olacağını da eklemiş. Serdar büyük bir öz güvenle bana dönerek “Abi bu adam bana bu defineyi anlatırken benim zaten aklıma üç dört tane yer geldi öyle. Çocukken kır bayır az gezmedim. Ben bu işe gireceğim. Ama senin de olman lazım.” dedi.

Serdar bak abi, ben tanımadığım bilmediğim adamla iş yapmam. Bu define işi bizim işimiz değil. Para işine bulaştığımda başıma neler geldiğini Sakarya’dan biliyorsun.” dedim. Serdar son bir umutla “Abi parayı alma. Ama söz ver bir büyü, tılsım, in cin işi çıkarsa da yardım edeceksin.

Böylece Serdar’la birlikte yola çıktık. S… ilçesine bağlı Ç… köyünde bizi uzun boylu, çelimsiz, güldüğünde dudaklarının kenarında garip bir açıklık oluşan, yanık tenli bir herif karşıladı. “Serdar hoş geldin gülüm, hocam sen de hoş geldin.” Herif bana “Hocam” diye hitap edince Serdar’a dönerek baktım. O ise hiç bozuntuya vermedi, “Halit abi, hocamı rica minnet Nallıhan’dan getirdim.” İleride duran Halit, büyük bir saygı gösterisinde bulunup “Sizin araba oraya yürümez, isterseniz benim pikaba gelin” dedi.

Böylece Halit’in kullandığı araca önde Serdar, arkada ben olacak şekilde bindik ve yola çıktık. Halit işini biliyordu doğrusu. Arabanın sağ ve solunda bir madencilik firmasının logoları vardı. Büyük kısmı çamurla kaplıydı. Plakalar ise okunur okunmaz durumdaydı. Serdar’ın tarifiyle yola devam ettik. Dağ yolunda yaklaşık yarım saat daha gittikten sonra güneş artık kaybolmuştu. Far ışığıyla yola devam ediyorduk. Halit bir yandan şakalar yapıyor, bir yandan bana dualar ediyordu, varlığımın bile işlerini kolaylaştıracağını söylüyordu. Böylece gide gide son bir tepeyi aştık. Aşağıda yıkık bir çeşmenin yakında bir sıra kavak ağacı ve bu ağaca birkaç yüz metre uzakta ise büyükçe bir kaya vardı.

Serdar farların ışığını kapattırdı. Araçtan indik. Kayanın yanına gittiğimizde gökyüzünün ne kadar berrak olduğunu fark ettim. Serdar anlatmaya başladı. “Bu kaya kesinlikle buraya başka yerden taşınmış abi. Civarda bunun gibi bir taş daha yok. Ufak tefek yerlere de baktım. Yok. İster sabahı bekleyelim ister şimdi bakalım.” Halit büyük bir heyecanla “Gülüm makine yanındaysa bakalım şimdi, sabaha kazarız rahat rahat, değil mi hocam?” Açıkçası ben de heyecanlanmıştım. “Evet Serdar, sen detektörü getir. Ben de kendim bir okuyayım bakayım” dedim ve ekledim “Yalnız beyler aman diyeyim, sakın ola ışık falan yakmayın.” Böylece Halit ve Serdar, detektörün ayarlarıyla oynarken ben arabadaki çantamdan hızlıca okskadripodu çıkarıp ceketimin altında tutarak kayanın çevresinde bir tur attım. Gösterge seviyesi sarıya döndü. Serdar’a dönüp çaktırmadan “Lan oğlum burada acayip bir şey var, oks ilk defa sarıyı gördü” dedim. Ben daha lafımı bitirmeden detektör de alarm verdi. Halit “Hay maşallah” diye bağırdı. Gecenin karanlığında hemen pikabın arkasına koştu, kürek ve kazmayla geri döndü.

Serdar’la birlikte işaret aldıkları yeri kazmaya başladılar. Serdar toza toprağa bulanmıştı. Deli gibi kazıyordu. Halit ise göz ucuyla bana bakıyor, Serdar’ın söktüğü toprağı yarım yamalak dışarı atıyordu. Böylelikle gece yarısına kadar bir adam boyunda kazdılar. Sabırlarının iyice tükendiği anda Serdar söverek kazmayı dışarı attı. Bana seslenerek “Abi makineyi bi yollasana” dedi. Makine çukura girip en ufak bir sinyal bile vermeyince bu sefer Halit de okkalı bir küfür savurdu. “Tahtasını s… yerinde az önce ötüyordu şimdi n’oldu?

Sonraki bölümü okumak için tıklayın.