Tag Archives: alper

Bayramda Adana & Mersin Lezzet Turu

Bayram tatilinin dokuz gün olarak açıklanması, pek çok çalışanın yaşadığı şehirden, evinden, ortamından uzaklaşıp kendisini yeniden başlatmasına olanak sağladı. Biz de uzun süredir ailelerimizle gerçekleştirmek istediğimiz bir planı devreye soktuk: Adana’da lezzet turu!

Bayramın ilk iki günü Ankara’da aile evinde geçirdikten sonra Cuma sabahı Alper ve Özge’yle buluştuk. Ankara’da şehir içinde araba kullanmayı hiç sevmiyor ve tedirgin oluyorum. Ancak sabahın erken saatlerinde ne kadar da güzelsin Ankara 🙂 Kaldığımız yerden yola çıkıp seri bir şekilde giderek Alperler’in akıllara zarar bir yokuşun kıyısında olan evinin önünde durduk. Sonra bin bir tedirginlikle kapalı garaja girdim. Arabayı bırakıp az bir eşyamızı Alper’in aracına yükledik. Mert’in bebek koltuğunu ilk defa başka bir araca monte ettim. Küçük bir arabada bu işi eğilip kalkarak yapmak biraz zorlayıcı olsa da daha iri ve hacimli bir arabada kendim de şaşırarak bir dakikada koltuğu yerleştirdim.

Yola çıktık. Ankara-Niğde Otobanı’nı kullanarak önce Tarsus’a gidecek, burada Sercan ve Ülkü ile buluşacak, daha sonra da Adana’ya geçecektik. Otoban ne muhteşem bir şey! Dört şeritli yolda ortalama 125-130 km hızla yola devam ettik. Sonra Alper kenara çekti ve direksiyona geçmemi işaret etti. İşte bu an benim kendi arabamdan sonra başka bir arabayı kullandığım ilk an oldu. Yaklaşık 1-1,5 saat kadar sürdüm. Şoförlük tecrübem yaşıma göre oldukça az olduğundan bu aracı kullanmak benim için güzel bir tecrübe oldu.

Yola çıktıktan ve iki küçük mola verdikten sonra, yaklaşık 5 saatte Tarsus’a ulaştık. Büyük bir tesadüf eseri Sercan ve Ülkü’yle ilçenin içerisinde arkalı önlü olacak şekilde denk geldik. Araçları park ettikten sonra sabahtan beri kahvaltı bile yapmamış bünyelerimizin ilk lezzet durağına, Yeşilova Kebap Lahmacun’a gittik. Burada Tarsus’a özel Kolej Dürüm, fındık lahmacun ve humus yedik. Bu humus yoğun bir yağ, tahin ve maydanozla servis ediliyor. Üzerindeki pul biber ve çeşitli baharat ilaveleriyle ekşimsi ve yedikçe yediren bir tadı var. Fındık lahmacun ise çay bardağının ağzı büyüklüğünde ve üzerinde adana kebap harcı var. Böyle bir çıtır lezzet yalnızca buraya has. Kolej dürüm ise esasında adana dürüm. Ancak lavaşı oldukça çıtır ve yarım porsiyon. İyi de ismi neden kolej dürüm? Çünkü Tarsus’ta bulunan çok meşhur Amerikan Koleji öğrencileri sayesinde bu ürün bu isimle tanınmış.

Burada doymadan, tadımlık porsiyonla yemeği bitirdik ve yürümeye mesafesindeki bir tatlıcıya geçtik. Künefeci Sadık, kapısında kuyruk olan bir işletme. Yine tadımlık porsiyonlarla künefe sipariş ettik. İsteğe göre dondurmalı da yapıyorlar. Burada kart geçmiyor. Nakit çalışıyorlar. Lezzet oldukça iyiydi.

Tarsus, kelimenin tam anlamıyla otantik bir yer. Çarşısında pek dolaşamasak da geçip gördüğümüz yerler, ite çarpa ilerleyen insan toplulukları, heyecanlı turistler, bıkkın esnaf, terkedilmiş gibi duran kirli vitrinler ve öğlen güneşi bana fantastik bir filmin dekorundaymışız hissi verdi.

Okumaya devam et

Dolunay Düşleri: Atina’da Hafta Sonu (Atina Rehberi)

Şubat ayının dolunayı bakır bir para gibi, gökyüzünde parlıyordu. Biz böyle bir dolunay gecesinde itiraf etmiştik seninle astronomiye olan merakımızı. Bulutlar süpürülür gibi dağılıyor, dolunayın güzelliği ve büyüklüğüne, gölge dahi düşmüyordu. Aklıma Atina’da aldığım o çok güzel kartpostal geldi. Atina’da, Partenon’un ardında yükselen Dünya’nın en güzel yüzü. Sahi ben Atina’ya gitmiştim. Onu anlatmadım değil mi?

Öyle bir iki ay değil, neredeyse bir yıl önce almıştı Alper biletleri. Hiç beklemediğim bir anda, telefonuma Pegasus’tan gelen mesajı görünce önce dolandırılıyorum sanmıştım. Hemen ardından Alper arayıp müjdeyi verdi: Atina’ya gidiyorduk! Ancak tam 10 ay sonra.

Sayılı gün, öyle ya da böyle geçiyor. Nihayet önceki hafta sonu yolculuğumuz başladı. Cuma akşamı Alper’in Ankara’dan bindiği trene ben de Eskişehir’den dahil oldum ve restoran bölümünde sohbet ede ede İstanbul’a vardık. Pendik’te inip yürüyerek istasyondan ayrıldık. Önce bir şeyler atıştırıp daha sonra da yakındaki metro durağına gittik. Buradan metroyla doğrudan Sabiha Gökçen Havalimanı’na gittik.

Sabiha Gökçen’e ulaştığımızda saat gece yarısını geçmişti. Kontrol noktalarından geçip biraz da Duty Free mağazasını gezdik. Saat ilerledikçe yorgunluğumuz da tavan yapmıştı. Hemen lounge bölümüne geçip burada yaklaşık dört saat süreyle uyuduk. Daha önce lounge kullanmamıştım. Çok büyük nimetmiş gerekten.

Sabah 08.00’de ki uçağımıza dinlenmiş bir şekilde geçtik. Yanımızda yalnızca birer sırt çantası olduğu için bagaj vs. sorunumuz da olmadı üstelik. Vakit gelince uçağa yerleştik. Yarım saat rötarlı olarak havalandık. Uçakta da uyuyarak yaklaşık 1 saat süren yolculuğu tamamladık.

Atina’da, Venizelos Uluslararası Havalimanı’na indikten sonra pasaport kontrol sırasına geçtik. Yunan Polisi burada yalnızca tek gişeden geçiş açtığı için neredeyse uçak yolculuğu kadar bekledik sırada. Havalimanından hızlıca ayrılıp hemen bitişiğinde bulunan metro istasyonuna geçtik. Burada nakit parayla, havaalanına bir kere gidip gelmeye izin veren ancak üç gün boyunca tüm hatlarda sınırsız olarak geçerli metro kartından aldık 20 Euro’ya. Bu detay önemli çünkü adamlar bu kartı turistler için tasarlamışlar. Havaalanından çık, şehri gez, geri havaalanına dön ve evine git. Mantık bu.

Neyse uzatmayayım. Tam 1 saat süren bir metro yolculuğundan sonra otelimizin bulunduğu Omonia durağında indik. Şimdiki aklım olsa direkt Akropolis durağında inerdim. Bu detayı da birazdan açıklayacağım. Omonia’da inip yürüyerek otelimize geçtik. Ancak otel sahibi Yorgos, odalarımızın henüz hazır olmadığını söyledi ve şehri gezmemiz noktasında bazı tavsiyelerde bulundu. Biz de ağırlığımızın bir kısmını burada bırakıp yola çıktık.

Atina’nın en önemli turistik duraklarını birazcık yorulmayı göze alıp yürüyerek gezebiliyorsunuz. Hızlı adımlarla Monastiraki Meydanı’na geldik. Burada Yunanistan’da yaptığımız en büyük keşiflerden birisi olan Mavile isimli müzik grubunun müthiş performansını izledik. Yunanistan’da dikkat çekici şekilde, şehrin hemen her kısmında sokak müzisyenleri var. Kendi kurdukları küçük sistemlerle müzik yapıyorlar. Amfileri, mikserleri, davul setuplarıyla sahne alan gruplardan farksızlar. Mavile, hemen herkesin bildiği ve eşlik ettiği klasik rock parçaları seslendiriyor.

Bu meydandan şehrin en büyük bitpazarına (flea market) geçtik. Burada bir sahaftan Yunanca ve oldukça şık basılmış bir Jules Verne kitabı, Balonla Beş Hafta’yı aldım. Türkiye’deki Jules Verne baskıları neden böyle değil ki? Buradaki bit pazarında oldukça çeşitli nitelikte ve türde eşya, elektronik cihaz, kitap, basılı materyal ve plakları bulmak mümkün. Yalnız bir uyarım olacak: Esnaf pazarlığı sevmiyor. Pazarlık yapmaya çalışırsanız “Thank you” deyip kapıyı gösteriyorlar.

Burada arkamızda görünen heykellerin kopyalarını Partenon’da sergiliyorlar

Bitpazarında dolaştıktan sonra kart postal almak istedik. Ancak hafta sonu olması nedeniyle postaneler kapalıydı ve pul satan başka da bir yer yoktu. O yüzden daha sonra göndermek üzere kartpostallarımızı aldık. Tam gaz Akropolis Müzesi’ne doğru yola çıktık. Dediğim gibi Atina’da, tarihi turistik yerleri yürüyerek turlayabilirsiniz. Bunun için birkaç rota oluşturmak mümkün. Ancak yaptığımız araştırmada, hemen her tecrübeli rehberin, Atina’da dünyaca ünlü Partenon’u görmeden önce muhakkak Akropolis Müzesi’ni görmek gerektiği tavsiye ettiğini gördük. Biz de planımızı buna göre şekillendirdik. Yukarıda bahsetmiştim. Atina’ya bizim gibi kısa süreliğine geliyorsanız, tavsiyem havaalanında metroya bindikten sonra doğrudan Akropolis durağında inmeniz. Metroda bir aktarma yapmanız gerekecek ancak metro sistemi hiç de karmaşık olmadığı için rahatlıkla bunu yapabilirsiniz. Metro durağı müzenin hemen yanında. Buraya havaalanından eşyalarınızla bile gelseniz müzenin içerisinde eşyalarınızı, valizinizi ücretsiz olarak bırakabileceğiniz bir vestiyer var. Zira müze içerisinde bırakın valizi, sırt çantasıyla dahi dolaşmanıza izin verilmiyor. Müzenin giriş ücreti 10 Euro. Ancak 25 yaşın altındaki tüm AB vatandaşlarına ücretsiz. Müzeye girip dolaştıktan sonra valizinizi orada bırakıp hemen müzenin karşısındaki girişleri kullanarak Partenon’a gidebilir, en son müzeye uğrayıp valizinizi de alarak şehre dönebilirsiniz.

Müzeye girdik. Ücreti ödedik. Burada ve genel olarak Atina’nın her yerinde Türkiye’den geldiğimizi söyleyince gülümsedi insanlar. Umduğumuz gibi bir ırkçılıkla karşılaşmadık. Zaten buradaki halk da fenotip olarak ülkemizin insanlarına benziyor. “Avrupalı” imajı öyle çok da keskin değil. Dükkânlara girdiğimizde bizi “Kalimera, kalosarisoti” diyerek karşılıyorlar; biz “Hello” deyince de turist olduğumuzu anlayıp hediyelik eşyaları göstererek “three for ten euros” diyorlardı. Kim Yunan kim Türk genel de pek anlaşılmıyor ancak Avrupa’nın ve Dünya’nın diğer halklarına mensup diğer turistler, tıpkı Umut Sarıkaya karikatürlerindeki gibi adeta parlıyorlardı.

Bu kitabede bir tamirat işinde köleler ile masonların birlikte çalıştıkları yazılmış.

Müzeyi pek de etkileyici bulduğumu söyleyemem. Müzenin düzeni ve yerleşimi, en azından bizim arkeoloji müzelerimize göre daha zayıf. Partenon’da bulunan tüm heykel ve eserlerin orijinalleri müzeye taşınarak koruma altına alınmış. Sizin tarihi alanı gezerken gördükleriniz ise aslına uygun yapılmış taklitleri. Üst katında bir kafeterya ve müze shop var. Ancak biz vakit kaybetmemek için burada zaman geçirmedik. Hızlı bir şekilde turumuzu tamamladık. Bu arada müzenin zemin katında (girişin altı) kazı çalışması vardı. Belki de birkaç on yıl içerisinde bu müzenin eksi birinci katı da olacaktır. Müzeden çıkıp hemen karşımızda, Partenon’un da bulunduğu Akropolis alanına gidebilirdik. Ancak çok acıkmıştık.

Okumaya devam et

2023 Yılımın Özeti

Koskoca bir yılı, büyük bir felaketi, Cumhuriyetimizin bir asrını geride bıraktık. Çok şeyler yaşadık, çok şeyler okuduk, dinledik ve izledik. Çokça ders çıkardık. Dostlarımızdan vazgeçmedik. Blogun artık geleneksel bir hale gelmiş olan 2023 Yılımın Özeti yazısı başlıyor.

Mesleğimde 11. yılı ve Eskişehir’deki işyerimde 6. yılımı geride bıraktım bu yıl. Meslek hayatımın en sıra dışı yıllarından birisiydi bu sene yaşadıklarım, yaşadıklarımız. Şubat ayının henüz ilk günlerinde yaşanan deprem felaketi öyle aylarca konuşulmadı. Genel seçim atmosferiyle ana akım medyada depreme dair hiçbir negatif haber göremez olduk. Diyar diyar Anadolu gezen programların hiçbiri, o taraflara uğramaz oldu. Ülkecek, kaybettiğimiz onbinlerin acısını kolay unuttuk gibi görünüyor. Neyse. Hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza rahmet diliyorum. Geride kalan yakınlarına ise baş sağlığı ve sabırlar diliyorum.

Çalıştığımız kurumun bu büyük afette en önemli görevleri üstlenmesi dolayısıyla, yılın ilk yarısında pek çok arkadaşımız deprem bölgesinde çeşitli zamanlarda görev yaptılar. Benzer şekilde il içindeki çeşitli birimlerde de mesai arkadaşlarımız görevlerini başarıyla yerine getirdiler. Her birine bu fedakarlıkları için teşekkür ederim. Onlar, bu yaraların sarılmasındaki gerçek kahramanlardır.

Bu yılın en önemli gündemlerinden birisi de elbette taşınma sürecimiz oldu. Temmuz 2016’dan beri oturduğumuz evimizden Temmuz 2023’te taşındık. Bu yeni evimize taşınma süreci biraz sancılı oldu ama nihayet birkaç ay içerisinde yerleşme sürecimiz bitti.

Bu yıl blogda 52 yazı yer almış. Bu da hemen hemen her hafta için bir yazı demek. Esasında haftalık iki yazı yazabilmek çok ama çok daha güzel olurdu. Ancak mevcut sorumluluklar bunun önüne geçiyor. Çünkü ailem, iş ve Mert Ekin‘in sorumluluğu şu an için buna izin vermiyor. Yazmış olmak için yazmayı istemiyorum. Hele hele yapay zekaya yazdırmak gibi bir saçmalığı ise asla tercih etmeyeceğim. Çünkü bu blogun, 2008’den beri yayında olmasının sebebi zaten yazmaya olan ilgim ve sevgim. Mert’in ilgi ve oyuna olan ihtiyacı yaşıyla orantılı olarak arttığından, yazmak ancak onun rüya gördüğü zamanlarda mümkün olabiliyor. Üstelik annesinin çalışma koşullarından dolayı hafta sonlarında da yazıp çizmeye pek vakit kalmıyor. Pek çok kişi için blog yazmak artık demode ve zahmetli bir uğraş. Modasının geçtiğini düşünebilirsiniz. Ancak yine de blogların halen “anlatmanın en iyi yolu” olduğunu düşünüyorum. Buna en yakın şey ise podcastler. Özellikle konsept podcastlerin son birkaç yıldır tutkunuyum.

Şimdi birazcık 2023 yılı blog istatistiği verelim. Bu yıl blogda en çok okunan yazılar Madeni Para Koleksiyonum: 1 TL ve Yıl Serileri, İyi Bir Münazara İçin İpuçları ve Avatar – Arayış (Çizgi Roman) oldu. Bu yıl yazdığım yazılar içerisinde en çok okunan ise I. ve II. Dünya Savaşları Kitap ve Film Önerileri isimli yazım oldu. Blogda en çok tıklanan görsel yüksek lisans diplomam olmuş. Ancak ilginç bir şekilde bu görselin yer aldığı yazının okunması sayısı o kadar da yüksek değil.

Bu yıl bloga en çok ziyaretçiyi ilginç bir şekilde Facebook göndermiş. İkinci sırada Instagram yer alıyor. Blogun Instagram hesabı instagram.com/myresortblog/ kişisel hesabımdan daha hareketli bir şekilde yayına devam ediyor. Ancak takipçi sayısının artması için pek bir çalışma yapmadım. Bu sene kendime bir hedef olarak blogun Instagram takipçi sayısını arttırmayı koyuyorum. Bir detay olarak da esasen Whatsapp durumları üzerinden de blogu takip ettiğini bildiğim pek çok arkadaşım olmasına rağmen Whatsapp üzerinden kaç kişinin geldiğini göremiyorum ne yazık ki.

https://www.instagram.com/myresortblog/

Eveet, sıra geldi aylık maceralarımıza. İşyerinde tuttuğum günlükten de destek alarak ay ay yaşadıklarıma olabildiğince kısa notlar halinde yer vereceğim. Belki siz de kendinize rastlayabilirsiniz.

Okumaya devam et

Bu Yılın Jules Verne Eserleri

Bu yıl artık bitiyor. Ben ise halen tam anlamıyla düzene girmemiş bir odada, büyük hayal kırıklıkları içerisinde ve gecenin bir yarısında bu blog gönderisini kaleme alıyorum.

Yıllık iznimin yanmaktan kurtarabildiğim kadarını koparttım ve bu süreçte evde, kitaplarım ve kasetlerimle oturmaktan büyük keyif alıyorum. Evde olunca İrili ufaklı pek çok işimi de hallettim. Eh ekonomik açıdan pek de parlak bir dönemde olmadığımdan, evimde ve odamda olmak, oğlumla vakit geçirmek beni oldukça mutlu ediyor. Hayal kırıklıklarım var, büyük hayal kırıklıkları. Ancak artık inanıyorum ki içinde olduğumuz kısır döngü bir şekilde değişecek ve hayatımızda büyük bir döneme daha gireceğiz. Oturmuş bunu bekliyorum.

Yıl içerisinde yine pek çok sahafın, kitapçının, eşin ve dostun kapısını aşındırdım. Elime de oldukça güzel Jules Verne kitapları geçti. Bir kısmı hediye olan bu kitapların birkaç tanesi de şans eseri keşfettiğim dip köşe sahaflardan elime geçti.

Sevgili Hicri Abi’nin Koridor’unu ilk defa ziyaret ettiğimde Meteor Avı isimli kitabın Tübitak tarafından basılan karton kapaklı bir baskısını buldum. Böylece Tübitak tarafından basılan dört Jules Verne kitabının ciltli ve karton kapaklı baskılarından oluşan sette yalnızca Macellanya isimli kitabın ciltli baskısı eksik kaldı. Bunu da bulacağım.

Tübitak koleksiyonumda durum bu şekilde

Geçtiğimiz aylarda bloguma ulaşarak Jules Verne yazılarıma ilgili gösteren Sebahattin Kuralay’ın müthiş bir desteği oldu. Verne’in kitaplarını toplamaya başlayan bu kıymetli takipçime istediği bazı baskıların bilgilerini vererek yardımcı olmaya çalıştım. Sağ olsun o da bana elimde bulunmayan Gezginci Cambazlar ve Balonla Beş Hafta baskılarını gönderdi. Buda’nın İntikamı isimli kitap ise bende mevcuttu ancak onun gönderdiği baskı bendekinden çok daha iyi durumdaydı. Sağ olsun var olsun.

Şu ya da bu sebeple Ankara’ya gittiğimizde, günlerce evde oturmak yerine kendime bir takım yeni alışkanlıklar edinmeye başladım. Bunların en güzeli Kızılay’da Alper’le buluşmak oldu. Evin yakınından geçen metro sayesinde, Keçiören’den Kızılay’a gitmek son dönemde oldukça kolay oluyor. Alper’le buluşamadığımız bir hafta sonu, Keçiören’de hiç sahaf ziyaret etmediğimi fark ettim. Ufak bir araştırma yaparak eve yakın mesafede bir tane buldum. Şansıma bu sahafın Nadirkitap sitesinde de profili vardı. Böylece elindeki tüm Jules Verne’leri listeleyebildim. Hemen aynı gün dükkâna gittim. Satıcı biraz ilgisiz ve sert mizaçlı olsa da aradığım kitapları ve hatta çok daha fazlasını bulup aldım. “Dünyanın Merkezine İniş” isimli kitabı oradan buldum mesela.

İnkılap Aka Yayınları ve bu yayınevinin Ferid Namık Hansoy tarafından yapılan çevirileri, Verne’nin dilimize kazandırılması noktasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Yukarıdaki fotoğrafta yer alan Robensonlar Okulu kitabı da bu baskılardan birisi. Ancak beni oldukça şaşırtan baskı, 1994 yılında İnkılap Kitabevi tarafından (bu sefer yanında Aka olmadan) basılan ve çevirisi yine Hansoy’a ait olan İki Yıl Okul Tatili isimli roman oldu. Ben böyle bir seri olduğunu, hatta bu baskının bir seri olup olmadığını bile bilmiyorum. Yayınevinin İnkılap Aka iş birliğinde çıkan üç baskısından sonra galiba bu kitap da bir dördüncü seri olarak yayımlanmış. Çünkü önceki baskılarda iki ayrı cilt halinde verilen bu roman, dördüncü baskıda tek cilt içerisinde birinci ve ikinci kitap olarak toplanmış. En arka sayfada kapakta ise serinin diğer baskıları görülüyor.

Fotoğrafta tam ortada bir de Sabit Fikir isimli dergi görülüyor. Derginin Ağustos 2023’te basılan 150. sayısında kapakta Jules Verne yer alıyor. Dergide Ayşe Banu Karadağ’ın “Jules Verne’nin Kahramanları” isimli yazısı yer alıyor. D&R’larda satılan bu dergi, esasında takip ettiğim bir yayın değil. Bu “benim için özel” sayıyı alıp inceledim ve fark ettim ki esasında kapak konusu olan yazıda da “Yeni Başlayanlar İçin Verne” tadında, yazarın Verne ile olan ilk tecrübelerine yer verilmiş. Bu noktada yazarın yaptığı şu tespit gerçekten çok değerli: Verne romanlarındaki kahramanların çoğu bilim insanları. Okuduğum onlarca romanı düşününce “ben bunu nasıl fark etmedim?” dedim. Aynı sayıda Ali Emre Değirmenci‘nin “İnatçı Keraban 140 Yaşında” isimli bir de inceleme yazısı yer alıyor. Bu yazı, kapak konusundan daha çok hoşuma gitti. Verne’nin Osmanlı’da geçen tek romanı olması bakımından zaten oldukça sevdiğim romanın iki sayfaya sığdırılan güzel bir incelemesi kaleme alınmış. Hatta biz bu yıl Ağustos ayında tam da bu romanın ilk cümlesinde belirtilen tarih ve saatte, aynı yerde buluşmuştuk. Dergide başka bir Verne içeriği yok. Dolayısıyla bugün Türkiye’de halen daha, Dünya’nın en meşhur yazarlarından olan Jules Verne hakkında, Kitap-lık Dergisi’nin 2000 yılında yayımlanan 44. sayısından daha iyi ve daha güncel bir edebiyat dergisi yayımlanmadı. Bu açıdan sevgili arkadaşım Uğur Karabürk’ün Neon Nexus için yazdığı yazılar belki ileride çok daha değerli olacaktır.

Büyük fotoğrafta sağ alt tarafta Kiril harfleriyle basılmış bir baskı görüyorsunuz. Bu da çok değerli arkadaşım, bu yıl tanıştığımız stajyerim Sumru’nun Bulgaristan’dan bana getirdiği bir hediye. “Jul Vern – Hubaviyat Jult Dunav” yani “Güzel Sarı Tuna”. Kendisine çok teşekkür ederim. Kitapla birlikte güzel de bir kartpostal getirmişti sağ olsun. Bu kitabı biraz inceleyince aynı Bulgar yayınevinden çıkan Kaptan Nemo isimli kitabı da (ki bu muhtemelen bizim bildiğimiz adıyla Denizler Altında 20000 Fersah) umarım bir gün kendim bulup alırım.

Evet, bu yılın küçük bir Jules Verne özeti oldu bu yazı. Konuya ilgisi olmayanlar için elbette çok bir anlam ifade etmeyebilir ancak var olduğunu bildiğim pek çok koleksiyoncu için de faydalı olacağına inanıyorum. Alfa Yayınları’ndan halen devam eden seride iki yeni kitap daha yayımlandı. Bu seri nihayet yayınevi tarafından tamamlanınca bununla ilgili başlı başına bir yazı yazacağım. Evde de oldukça yer kaplayan bu seriden sonra muhtemelen Verne adına büyük bir boşluk tamamlanmış olacaktır.

Antalya’da Birkaç Güzel Gün

Aklımda seninle ilk defa yolculuğa çıkışım değil bu. Seni düşleyerek kilometrelerce yol çektim. Gittim ve geldim. Sen benimle olduğundan bir zaman sonra, her gittiğim “kavuşmak”, dönüp geldiğim ise “ayrılık” oldu. Bazen seni geride bırakıp uzaklaşmak, kaçmak için yola çıktım. Ancak o yollar beni nihayet sana, senin kollarına getirdi. Ya yaşadıklarım tarifsizdi ya da düşlerim çok gerçek… Aynı şehri, aynı yatağı paylaşmasak da şu an, ben bu karanlık yolların bilinmez virajlarında savruluyorken sensiz, hissetmeye çalıştığım her duyguda, durmaksızın seni arıyorum.

En son ne zaman gitmiştim Antalya’ya? 2021’de Side’ye gitmiştim. Bundan önceki son hizmet içi eğitim ise taa 2019 yılında idi! İşte bu kadar süre sonra, nihayet şeytanın bacağını kırıp iş yerinde, üzerinde çalıştığımız bir konuya ilişkin düzenlenen bir eğitime katılmak üzere Antalya’ya doğru yola çıktım. Üstelik yalnız da değildim. Yunus Emre ve Volga da bu birkaç günlük seyahatte bana yol arkadaşı oldular.

Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece, saat 01.00’de Eskişehir Otogar’ında buluşup Antalya’ya giden otobüse bindik. Arka arkaya aldığımız koltuklara yerleştikten kısa süre sonra, bende hayalle gerçek birbirine karıştı. Uyumuşum. Gözlerimin kapalı kaldığı sürede, otobüs iki kere mola vermiş, Yunus ve Volga otobüsteki çirkef kadınla uğraşmış, birer film izlemiş, Adalya Tesisleri’nde molaya inmişlerdi. Ben gözlerimi açtığımda ise nihayet Antalya Otogar’ına giriyordu otobüs. Arası bende yoktu. Saat 06.00’yı geçmişti. Tam 5,5 saate yakın süre, o koltukta kitlenmiş bir vaziyette uyumuşum.

Otogarda inip kalacağımız ve etkinliğin düzenleneceği otele taksiyle geçtik. Muratpaşa’da bulunan Akra Barut isimli bu otele ilk defa geliyordum. Otele erken geldiğimiz için bir süre lobide bekledik, bulmaca çözdük. Daha sonra nihayet odalarımız verilince eşyalarımızı odalarımıza bırakıp Antalya’daki IKEA’ya doğru yola çıktık. Bir otobüs ve bir tramvayla aktarma yaparak ve 10 dakika da yürüyerek mağazaya ulaştık. Burada hemen bir kahvaltı yapıp güzel bir mağaza turu attık. Birkaç saatten fazla zaman geçirip öğle yemeğini de burada hallettikten sonra tekrar otele döndük.

Otele döndüğümüzde bir süre dinlenip denize koştuk. Otel görevlisinden deniz suyu sıcaklığının 26 ºC olduğunu öğrendik. Bu bizim için büyük nimetti! Ancak şöyle bir durumla karşılaştık: Bu otelin plajı yoktu! Denize, falezin dibinde inşa edilmiş bir platformdan cumburlop giriliyordu ve girdiğimiz noktada suyun derinliği 4 metre civarındaydı. Yunus Emre’yle biraz yüzdükten sonra medarı iftiharımız Volga geldi yanımıza. Tekne motoru misali, köpürüp şapırdatarak girdi suya. Önde Volga’nın kafasını görüyorduk ancak arkadan gelerek suyu köpürten şeyin bir çift bacak olması ihtimaline şaşırıyorduk.

Bir süre suda eğlenip yeniden otele çıktık. Otelin en iyi özelliklerinden birisi eksiksiz bir fitness salonunun olmasıydı. Burada kaldığımız süre boyunca bu salonda uzun antrenmanlar yaptım. İlk gün böylece geleneksel su sporları ve sulu şakalar eşliğinde bitti.

İkinci günümüz, aslında eğitim programının ilk günüydü. Oldukça teknik ve başlı başına bir uzmanlık konusu olan Kalıcı Organik Kirleticiler hakkında eğitim programında tamamı profesör olan eğitimcilerimizin ikisiyle yüz yüze, bir tanesiyle de uzaktan bağlantı kurarak üç gün boyunca çalıştık. Diğer günlerin tamamı otelde geçti. Bir akşamüzeri, otelin ücretsiz olarak sunduğu bisikletlerden alıp tam da otelin önünden geçen 25 km.lik bisiklet yoluna vurduk kendimizi. Elbette tamamlayamadık ancak 4-5 km. gidip geri döndük. Şansımıza otele girdiğimiz anda yağmur başladı.

Eğitim süresince, diğer illerde çalışan pek çok arkadaşımızı gördük, görüştük ve bir o kadar da yeni arkadaşla tanıştık. Bu eğitimde ilk defa tanıştığımız Zonguldak İl Müdürlüğü’nden Gülsüm’e, Tunceli’den Fatih Bey’e ve İstanbul İl Müdürlüğünde çalışan Aslıhan Hanım’a selamlar. Gülsüm, Caner’in Zonguldak’taki oda arkadaşı. Aslıhan Hanım’la tanışmamız ise biraz ilginç oldu. Etkinlik devam ederken hocalardan birine bir soru sordum. Bu esnada Aslıhan Hanım, olduğu yerden bana adıma hitap ederek seslendi. Şaşırdım elbette. Ancak kendisiyle biraz konuşunca, aslında aynı okuldan mezun olduğumuzu ve bir süredir blogumu takip ettiğini öğrendim. O anda belli etmemeye çalışsam da bu beni mutluluktan havalara uçurdu. Eskişehir’de yaşayan, yazan, çizen bir çevre mühendisi olarak diğer illerdeki meslektaşlarıma ve mezunlarımıza blogum aracılığıyla ulaşabildiğimi görmek beni çok mutlu etti. Gürcan, Ahmet, Olgun, Orkun ve Göksel başta olmak üzere tüm diğer arkadaşlara da selamlar.

Eğitimin son günü Yunus Emre ve Volga, Eskişehir’e otobüsle dönecekleri için otelden saat 16.00 civarı ayrıldılar. Ben ise Ankara’ya gideceğim için bir süre daha otelde kalacaktım. Akşam 21.45 uçağıyla Ankara’ya gidecek, ertesi gün ise hızlı trenle Eskişehir’e geçecektim. Herkes otobüsünün, uçağının saati yaklaştıkça ayrıldı otelden. Geriye kalan son ekip olarak biz de otelden saat 19.30 gibi ayrıldık.

Burada da kısa süreli bir kriz yaşadım. Saat 18.00’de uçak için check-in yapmadığımı hatırladım. Online check-in sayfasını açınca sistem hata verdi ve kontenjanın dolduğunu söyledi. Durum böyle olunca geriye, şansımı havaalanında denemekten başka bir yol kalmıyordu. Havaalanına girince, hemen ilk check-in bankosuna koşturup bilgileri girdim ve uçakta kalan son iki koltuktan birini seçebildim. Sonradan Alper’le konuşurken, eğer acele etmeyip koltuk seçemeseydim, bilet almış olmama rağmen uçağa binemediğim için hava yolu şirketinin bana ceza ödeyip otele yerleştireceğini, ertesi gün ise ilk uçakla Ankara’ya gönderebileceği, öğrendim.

Yarım saat rötarla uçağa bindim. Uçakta Bakanlıktan tanıdığım Hakan Bey’le yan yana denk gelince çok sevindim. Sarsıla sarsıla yükselip yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra sert bir inişle Esenboğa Havalimanı’na indik.

Saat 23.15’te havaalanından çıkıp Ankara Air isimli servis otobüslerinden birine 80 TL ücret ödeyerek bindim. Eve geldiğimde saat 01.00’i geçmişti. Böyle ufak ufak yolculuklar yapınca Ankara’ya olan sempatim ve tahammülüm de artıyor. Başımı yastığa koyduğumda geride kalan üç günün mutluluğuyla, stresten olabildiğinde uzak olmanın verdiği rahatlıkla gözlerim kapandı.

Otelden ayrılmadan birkaç saat önce çektiğim bir fotoğraf.

Temmuz Dolunayı: Marmaris’te Kamp

Pazar günü müthiş bir dolunay vardı. Hemen fotoğraflarını çektim. Ancak ertesi akşam çektiğim fotoğraflara baktığımda netlikle ilgili bir sıkıntı olduğunu fark ettim. Aksi gibi o akşam da bulutların ardında ay seçilemiyordu. Ben de Salı gecesi yeniden, bakır bir para gibi parlayan ayın fotoğraflarını çektim. Bu fotoğraf, üst üste çekilen 20 karenin istiflenmesinden oluşuyor. Üst üste çektiğim onlarca fotoğrafımızın külleri semaya savrulurken tek damla yaş düşmemişti gözlerinden.

Bu fotoğrafı da Alper, Pazar gecesi İsviçre’de çekti.

Geçen yaz Alperler ve Sercanlar’la Datça‘ya gittiğimizde yolların, daha ziyade rampa ve virajların, zorlayıcı olması beni biraz yıldırmıştı. Ancak özellikle denizin güzelliğine hayran kalmış ve şu upuzun yolları bir daha göze alıp gelebilir miyiz acaba diye düşünmüştüm. Bu sene de olan oldu ve göze aldım.

Mustafa ve Sertan‘la bir yaz kampı planı yaparak Marmaris‘te bulunan Çubucak Orman Kampı‘nı aradık. Yine bir önceki yıl Datça’dan dönerken Çububak Kampı’na uğrayarak Volkan’ın ailesini ziyaret etmiştik. Necati Amca ve Rızvan Teyze, çok uzun süredir bu kampın müdavimleri olarak yılın hatırı sayılır bir bölümünü burada geçirmekteydiler. Yanlarına uğradığımız kısacık birkaç saatte bile kampın sahip olduğu teknik imkan ve altyapı beni memnun etmişti.

Çubucak Kampı’nı rezervasyon için aradığımızda telefonu açan görevli henüz bir kelime etmemize müsaade etmeden kamp için hiç yer kalmadığını, bırakın Haziran’ı, Temmuz’u, Eylül ayına kadar tamamen dolu olduklarını söyledi.

Biz de bunun üzerine buraya oldukça yakın mesafedeki Çatlak Kamping denilen yeri aradık. Burada yer bulup rezervasyon yaptırdıktan sonra hazırlıklarımıza başladık. Bu süreçte Dechatlon‘dan Arpenaz 4.1 Fresh & Black çadırı aldım. Ufak tefek donanım eksiklerini tamamladım.

Nihayet 24 Haziran sabaha karşı saat 05.00’te üç araçlık bir kafile halinde Eskişehir’den yola çıktık. Kütahya üzerinden saat 10.00 civarı Denizli’ye girdik. Denizli‘de ilk rotamız Gazezoğlu isimli pideci oldu. Burada özellikle kıymalı pideyi şiddetle tavsiye ediyorum. Ustalar pideyi sokağa kurulan bir tezgah üzerinde hazırlıyorlar. Yine sokağa kurulmuş masalarda müşterileri ağırlıyorlar. Bu pidecinin de bulunduğu çarşı ise ayrı bir ilgiyi hak ediyor. Çünkü onlarca küçük ve kolay kolay her yerde göremeyeceğiniz iş koluna mensup esnaflar arı gibi çalışıyorlar. Sepetçiler, pideciler, demirciler ve dahası…

Burada yemek yedikten sonra Denizli’de şehir içinde biraz vakit geçirdik. Daha sonra ise eşyalarımızı bırakmak üzere Denizli Öğretmenevi‘ne gittik. Yerleşip biraz da dinledikten sonra yeniden Denizli merkezinde bulunan bir kebapçıya doğru yola çıktık: Kebapçı Fahrettin Usta. Bu işletme hakkında yapılan onlarca iyi yorumun haklı olup olmadığına karar vermek üzere Denizli’nin trafik keşmekeşine girdik. Şunu söylemekte fayda var ki günün erken saatlerinde rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Biz öğlen saatlerinde arayıp saat kaçta ve kaç kişi geleceğimizi belirttik. Gitmeyi düşünüyorsanız muhakkak fiyat da sorun.

Fahrettin Usta’nın mekanını nihayet çarşının içerisinde bulup yerlerimize yerleştik. Dakikalar sonra kendimizi bir kuzu ziyafetinin ortasında bulmuştuk bile. Gastronomi turlarına meraklıysanız ve yolunuz Denizli’den geçiyorsa mutlak suretle uğramanızı tavsiye ederim. Nasıl bir şiddetle ve iştahla yiyorsak artık, bizzat Fahrettin Usta, sipariş ettiğimizin en az yarısı kadar eti getirip masaya bıraktı ve kendi ikramı olduğunu söyleyerek ekledi: İşte gerçek kebap budur!

Okumaya devam et

Yavuz Çetin Tribute Konseri – 12 Haziran Eskişehir IF

Geçen hafta Perşembe günü, oldukça yoğun, yorgun, kelimenin tam anlamıyla acı-tatlı bir gün yaşadıktan sonra kendimi koltuğa bıraktım. Birkaç saniye geçmişti ki telefonuma bir Instagram bildirimi düştü: Surge Türkiye sizi gönderisinde etiketledi.

Surge Türkiye hesabı ülkemizde müzik yayıncılığında, özellikle de Rock ve Metal türlerinde oldukça aktif bir platform. Her gün onlarca farklı konser, albüm haberinin yanı sıra temsil ettiği müzik türlerine ait albüm incelemeleri ve magazinsel haberlerle de son derece ilgi çeken bir ortam. Hem internet sitelerini, hem de Instagram hesaplarını takip ediyorum. İşte bu platform, Eskişehir’de IF’te yapılacak Yavuz Çetin Tribute by Yavuzcan Çetin konseri için üç kişilik davetiye çekiliş yaptı. Alper’i ve Merve’yi etiketleyip çekilişe katıldım.

İşte Perşembe günü akşamında telefonuma gelen bildirim, bu çekilişi kazandığımı müjdeliyordu. Surge Ekibi hemen benimle iletişime geçti ve kaydımı yaptırdım.

12 Haziran Pazartesi akşamı saat 21.00’de IF Performance Hall’e gittim. Kapı açılışı saat 20.00, etkinlik başlangıcı ise 21.30 olarak duyurulmasına rağmen içeride çok bir kalabalık yoktu. Ön sıranın hemen ardında sahnenin tam karşısına kuruldum. Saat 22.15’te grubun üyeleri sahnede yer alıp intro niteliğinde bir giriş parçası çalarak konserin başlayacağının müjdesini verdiler. Bu esnada sahnenin arkasındaki ekranda şu yazımda da bahsettiğim BLUE belgeselinin görüntüleri akmaya başladı.

Derken alkışlar eşliğinde grubun solisti ve frontman’i Yavuzcan Çetin geldi ve ilk parçalarına başladılar. Yazının bundan sonraki bölümünde, konserdeki şarkılar üzerinden bir kritik yazacağım. Şarkı listesinin altında konserde kaydettiğim şarkılardan bazı kesitlerin yer aldığı bir video yer alıyor.

  1. Cherokee: Yavuz Çetin denilince akla gelen ve “platin saçlı karıların altında Grand Cherokee” dizesiyle oldukça akılda kalan, en iyi parçalardan birisi. Açılış parçası olarak tercih edilmesi çok yerinde. Yalnız konserin ilk şarkısı olduğundan birazcık ses sisteminin azizliğine uğradı ve finalde çaldıkları solo neredeyse hiç duyulmadı.
  2. Gecenin Rengi: Yalnızca nakaratını biliyordum bu parçanın. Bu parçadan itibaren grubun klavyeci ve gitarist üyesi Yağmur Kerestecioğlu, yeteneği ve enerjisiyle oldukça dikkatimi çekmeye başladı.
  3. Sweet Home Alabama: Grup yalnızca Yavuz Çetin besteleri çalmıyor. Çetin’in ilham aldığı, çalmayı ve söylemeyi sevdiği parçaları da çalıyor. Bu da onlardan birisiydi. Parçanın finalinde Yavuzcan’ın çığlığıyla seyirci, konserin başından itibaren en enerjik haline büründü.
  4. İstanbul’a Ait: Klavyenin kısa bir introsunun ardından bu çok sevdiğim parça başladı. Bana göre Yavuz Çetin’in en melodik şarkısı bu.
  5. Seni Çok İstiyorum: Yavuz Çetin’in İlk albümünden, buram buram Texas Blues kokan bir şarkı. Oldukça eğlenceli. Parça boyunca sololar atıldı, grubun klavyecisinin esasında oldukça başarılı bir gitarist olduğunu da görmüş olduk. Bu arada neden bilmiyorum ama Spotify’da 1997 tarihli İlk albümünde bu parça yok.
  6. Sadece Senin Olmak: Bir önceki parçayla birlikte salondaki çifteler için söylediler. Parçanın nakaratına ve bu kısımdaki vokal melodisine hayranım. Sözlerinin her bir dizesini ilan-ı aşk ederken kullanabilirsiniz 🙂
  7. Old Love: Yavuzcan, grubun klavyecisi ve gitaristi Yağmur’un söyleyeceği Eric Clapton’a ait bu şarkıyı Yavuz Çetin’in çok sevdiğini söyledi.
  8. Çal Genç Adam: Şarkının tam ismi bu şekilde midir emin değilim ancak Yavuzcan’ın 18 yaşındayken yaptığı bir parçaymış.
  9. Everybody Needs Somebody: Stevie Wonder’ın bu parçasını anons ederken “Rahmetli ben küçükken evde bunu çalardı, beni de dans ettirirdi” dedi. Bir dinleyici olarak o an garip hissettim. Yavuzcan’ın babasıyla olan çocukluk anıları aslında ne kadar da kıymetli bizler için. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük birkaç gitaristinden birisi olan Yavuz Çetin’in hayatına dair en ufak bir bilgi kırıntısı bile gerçek hayranları için oldukça ilgi uyandırıcı oluyor.
  10. Birkaç Saat: Bu şarkıyı tınısı bakımından Johnny B. Goode’a benzetiyorum. Enerjisi oldukça yüksek bir parça, sahnede de çok iyi çaldılar. Parça bitince sahneye ara verdiler.
  11. Oyuncak Dünya: Konserin ikinci yarısı Yağmur’un akustik gitarla çaldığı güzel bir introyla başladı. Albümde akustik olarak yer alan bu şarkıyı grup müziğine uyarlamışlar.
  12. Purple Haze: Yukarıda bahsettiğim üzere Yavuzcan’ın babasıyla olan güzel hatıraları bizler için paha biçilemez: Büyük bir samimiyetle anlattığı şu anısı örneğin. Çocukluk döneminde müzik zevkinin yozlaşmaya başlaması üzerine bir gün annesi “daha kaliteli müzikler dinle oğlum” diyerek babasına ait bir çekmeceyi açıyor ve orada babasının satın aldığı albümleri buluyor Yavuzcan. Bu albümler arasında en çok albümü satın alınan sanatçının Jimi Hendrix olduğunu görüyor. Yani Yavuz Çetin çok büyük bir Hendrix hayranıymış. İşte Hendrix’in Purple Haze isimli parçasını da en sevdiği sanatçının en sevdiği şarkısı olarak çaldılar.
  13. Baby Don’t You Wanna Go: İşte yine şüpheye düştüğüm parçalardan bir tanesi. Yavuzcan bu şarkıyı “Blues Marşı” olarak nitelendirdi ancak inanın şarkının ne olduğunu hatırlayamıyorum.
  14. Benimle Uçmak İster misin: Ve salondaki pek çok dinleyici gibi benim de en beklediğim anlardan birisi gelmişti. Bass gitarist Aytaç Er’in elleriyle kanatlanma işareti yaptığını görünce kamerayı da açıp beklemeye başladım. Salonda bir ayin sessizliği vardı. Herkes olanca dikkatiyle grubu izlemeye koyulmuştu. İlk notalarla ve ardından sözlere tüm salon eşlik etti. Kendi adıma bu parçada gitarda, özellikle o ikonik soloyu Yağmur’un çalmasını isterdim. Davulcu Batuhan Yıldırım da parçanın tırmanışa geçen ve zirve yapan bölümlerinde oldukça iyiydi. Parçanın zirvesi olan “Gel Benimle Ol” çıkışının biraz daha orijinaline benzer olmasını isterdim elbette ancak yine de tüylerim diken diken oldu milyonuncu defa.
  15. Yaşamak İstemem: Çetin’in en bilinen, belki de kendine dair her şeyin ipucunu yerleştirdiği parçası Yaşamak İstemem, bir önceki parçanın hemen ardından geldi ve kitle ayağa kalktı.
  16. Unchain My Heart: Ben konser bitti sanıyorken söz sırası Yağmur’a geçti ve bu kült parça başladı. Canlı performansta dinlediğim en iyi Unchain My Heart bu konserde çalındı ve söylendi. Yağmur Kerestecioğlu İnanılmaz vokal yapıyor. Parçanın ortasında bir sürprizle “Resimdeki Gözyaşları’na bağladılar şarkıyı. O şarkı da bitti derken geriye dönüp Unchain’i de bitirdiler.
  17. La Bamba: Yavuzcan’ın şipşak çaldığı giriş riff’inden sonra parça başladı. Şarkının bazı sözlerini Türkçeleştirerek söylediler. Ama mekan inanılmaz reaksiyon verdi bu son iki parçaya.
  18. Kim Kurtarır Canımızı: Yağmur tüm salona “Kerim Çaplı” ismini duyup duymadığımızı sordu. Salonda oldukça çok sayıda bir kitle el kaldırdık. Yağmur daha sonra Kerim Çaplı’nın ölümünden yıllar sonra, oğlu tarafından şans eseri bulunan ve yarım kalmış albümü “Kayıp” albümünü ve sanatçıyı andı. Bu albümün tamamlanıp düzenlenerek yayımlanması sürecinde kendisi de görev almış. Kayıp isimli bu albümü ben de 2021 yazında İstanbul’dayken almıştım. Bu albümde yer alan “Kim Kurtarır Canımızı” isimli şarkıyı çaldılar. Kerim Çaplı’nın biyografisini okuyanlar ya da konser boyunca arkada dönen Blue isimli belgeseli izleyenler hatırlayacaklardır ki Kerim Çaplı’nın Amerika’da müzik yaptığı dönemlerde kendisine “Kim” ismiyle hitap ediyorlarmış. Yani aslında sanatçı “Kim Kutarır” derken belki de gizli anlamda kendisini de kastediyordu.
  19. Köle: Son parça. Yavuzcan konserin başından beri çaldığı babasına ait ve İlk albümünün kapağında da görülen elektrogitarını Yağmur’a verip kendisi klavyenin başına geçti. Son parça başlandığında özellikle mi ayarladılar bilmiyorum ama konserin başından itibaren arkada led ekranda dönen belgeselin de jeneriği akmaya başladı. Böylece tadını çıkara çıkara uzattılar parçayı.

Grup sahne boyunca yer yer deneysel de denilebilecek şeyler yapıyor. Özellikle klavyecilerinin konserin büyük kısmını doğaçlama olarak çaldığını ve hiçbir konserde birbirinin aynısı şeyler çalmadığından eminim. Klavyeci Yağmur Kerestecioğlu, grubun diğer elemanlarından farklı olarak bambaşka ruh hallerine giriyor. Gerçi konser boyunca grup elemanlarının tümü oldukça tutkulu bir şekilde çalıyorlar ancak yine de en temkinli olan Yavuzcan.

Elbette “Yavuz Çetin Tribute” ismiyle sahne almak oldukça da büyük bir sorumluluğu yüklenmek demek oluyor. Kemiklerini sızlatmamak adına çaldığınız her notanın, seçtiğinin her şarkının seyirciye geçmesi ve onay alması gerekiyor. İzlediğim ve dinlediğim kadarıyla grup Yavuz Çetin isminin altında ezilmiyor, bilakis o isme değer katıyor. Yavuzcan Çetin, kesinlikle babası taklit etmeye çalışmıyor, müzikal yeteneği ve grup arkadaşlarıyla sağladığı uyum sayesinde kulaklara iyi gelmeyi başarıyor.

Gillette Blue 3 Koleksiyonumun Yeni Üyeleri – Kartpostallar

Koleksiyonunu yaptığım pek çok arasında insanların en ilgi duyduğu ve görünce şaşkınlıklarını dile getirdikleri şeyler Gillette markalı tıraş bıçaklarım oluyor. Hatta blogun üst sekmesinde bu koleksiyonum için ayrı bir sayfa bile yer alıyor.

Gillette Blue 3 tıraş bıçaklarının Türkiye’de satışa sunulan tüm modellerini 2014 yılından beri topluyorum. Bazıları sürekli olarak üretilmeye devam etse de bazı modelleri (renkleri) artık bulmak imkansız.

Neredeyse üç yıldır yeni bir Gillette Blue 3 modeli üretilmiyordu. Ben de son bir yıldır bu koleksiyonumun artık nihayete erdiğini ve sergilemek için kalıcı bir camekan yaptırmanın zamanının geldiğini düşünüyordum. Geçen hafta Migros’ta Blue 3 Plus Cool ve Blue 3 Comfort Slalom isimli yeni modelleri görünceye kadar…

Blue 3 Plus Cool

Özellikle son iki yıldır üçe katlayan fiyatlarıyla, bırakın koleksiyon yapmayı satın alırken bile iki kere düşündüren bir ürün haline geldi artık tıraş bıçakları. Elbette bu durum yerli markaların işine yaradı. Neyse ki düzenli tıraş olmamız yönündeki yasal gereklilik, yerinde bir mahkeme kararıyla iptal edildi de artık sadece gerektiği yerde ve gerektiği kadar tıraş oluyoruz. Dolayısıyla pahalı da olsa kullanım sıklığım azaldığı için halen Gillette’in bıçaklarını almaya devam ediyorum.

Gillette markası, elbette ürün yelpazesini sadece Blue 3 kullan at bıçaklarıyla sınırlandırmıyor. Blue 3’ün bir de yalnızca başlıklarının değiştiği Sensor 3 modeli var. Bıçak olarak Blue 3 bıçaklarının aynısını kullanıyor ve fiyat olarak daha ucuz. Çok uzun süredir bu modelde tek bir sap üretilmişken artık üç farklı renkte sap olduğunu görüyoruz.

İşte yıllar sonra eklenen bu yeni modellerden sonra koleksiyonumun son hali.

Gillette Blue 3 Koleksiyonum (Mayıs 2023)
Gillette Mach 3 ve Mach 3 Turbo Koleksiyonum (Mayıs 2023)

Geçen hafta Perşembe günü oldukça yorucu bir etkinlikten sonra eve gidip bayıldım. Tüm geceyi de yarı baygın geçirdim. Ertesi gün bir nebze olsun kendime geldim. İşyerine gelip masamın üzerinde Caner’in Avrupa turu esnasında İtalya’dan yolladığı kartpostalları görünce çok ama çok sevindim. Tüm gün yine koşuşturmacayla geçse de, Caner’in güzel sürprizi sayesinde günün geri kalanını ayakta geçirebildim.

Koleksiyonumda epey bir kartpostal var. Bu fotoğrafta gördükleriniz ise son altı ayda sevgili arkadaşlarımın bana yurtdışı seyahatlerinden gönderdikleri şehir kartpostalları. Elbette bu koleksiyonumun ilk taşını koyan sevgili Alper’i anmadan geçmeyeceğim. Onun seyyahlığı ve güzel fikri sayesinde, bu kartpostallarım artık elle tutulur bir biriktirme tutkusuna dönüştü.

Şu anda yurtiçi ve yurtdışında kartpostal gönderimi halen en ucuz postalama şekli. Zarfsız ve takipsiz olduğu için hemen hemen tüm uluslararası posta teşkilatlarında kartpostal gönderisi en ucuz gönderilerdir. Dolayısıyla siz de ister yurtiçi ister yurtdışı olsun, yaptığınız seyahatlerden güzel bir anı bırakmak ya da sevdiklerinize ucuz ve uzun yıllar boyu unutulmayacak bir sürpriz yapmak isterseniz kartpostal gönderebilirsiniz.

Yeni nesil bilmez” klişesine girmeyeceğim çünkü biliyorlar. Örneğin bu fotoğrafta yer alan iki kartpostal, çok sevdiğim iki genç meslektaşımın bana gönderdikleri kartlar. Çekya için Buket’e ve Auschwitz için Fatih’e çok teşekkür ederim. Düşünüp vakit ayıran ve bu koleksiyonumun bir parçası olan tüm arkadaşlarıma da teşekkür ederim.

Dolunay: Mert 3 Yaşında, Gecikmeler

Merhaba, bugün 5 Mayıs 2023. Sevgili Mert Ekin, bugün 3 yaşını doldurdu. Güzel bir dolunay gecesinde, odamda yalnızken yazmaya fırsat buldum. Bir önceki yazıyı dokuz gün önce yazmışım. Evde bir şeyler yapabilmek için açıkçası pek fırsat bulamıyorum şu sıralar.

Sevgili oğlum Mert önceki iki doğum gününün aksine, bu yıl artık iyice konuşmayı sökmesi sayesinde doğum gününde “kedi çocuk” olmak istediğini, kendi ifadesiyle “maaamii (mavi)” renk pasta istediğini söyledi bize. Doğum gününe kimleri çağıracağından bahsetti. Eh durum böyle olunca, biz de Pijamaskeliler isimli çizgi filmin karakterleri ve renk paletiyle süslediğimiz bir doğum günü yaptık. Yukarıdaki fotoğrafta maskesiz olan tek çocuk Mert, diğer yavrular ise Mert’in arkadaş ekosistemini oluşturuyorlar. Fotoğrafta görülen pastanın yaptırılması sürecindeki yardımı ve ilgisi sebebiyle, sevgili arkadaşım Sevda ise ayrı bir teşekkürü hak ediyor.

Mert’in böyle birden bire üç yaşına gelivermesi beni oldukça acı tatlı düşüncelere sevk etti. Kendime sorup duruyorum: Ben bu çocukla yeteri kadar ilgilenebiliyor muyum? Vakit geçirebiliyor muyum? Üç yıl ne kadar çabuk geçti! Mert artık konuşuyor, bağımsız hareket ediyor, zaman zaman yıkıp döküyor 🙂 Anne babalar çocuklarının bu dönemlerini nasıl hatırlarlar acaba? Galiba çocukların bu dönemi, sordukları sorularla, kendi kendilerine oynadıkları küçük oyunlarıyla ve olanca komik tepkileriyle en sevimli olduğu dönemler. Onunla daha çok ilgilenmek, onu bir şeylere daha çok yönlendirmek, belki de bilinçaltına tüm o güzel davranışları tam da bu dönemde sokmak gerekiyor. Ancak özellikle şu son altı aydır yapılacak oldukça fazla yeni iş çıkıyor. Merve de ben de evde kullanmadıklarımızı uzaklaştırmak için çabalıyoruz. Bir de Mert’in bizden istedikleri var elbette.

Tüm bu işler, elbette başka diğer sürekli işlerimin de gecikmesinde rol oynadı. Özellikle My Resort Podcast kanalına bir aydan uzun süredir yeni yayın yükleyemiyordum. Dün gece çok sevdiğim öykülerimden olan “Uzak Bir Köyde Geçen Olaylar” isimli öykümü seslendirerek yükledim.

Gerçi bu gecikmede yaşadığım bir hastalık da etkili oldu. Nisan ayının ilk haftalarında hasta oldum. Yaklaşık bir hafta sesim düzelmedi. O yüzden düzgün bir kayıt da alamadım. Sonrasında da bayram tatili ve hemen akabinde Mert’in doğum günü organizasyonu denk gelince durum böyle oldu. Gerçi bayram tatili, son yıllarda geçirdiğim en güzel ve en kısa tatil oldu. Ankara’da çok kısacık kalmamıza rağmen sevgili dostum Emre ve eşi Şeyma ile görüştük. Bir gece de Özge ve Alper‘de kaldık ki özellikle müzikle dolu harika bir gün geçirdik. Buradan her birine ayrı ayrı teşekkür ederim.

Ülkemizde 14 Mayıs’ta yapılacak genel seçimin hangi senaryoyla sonuçlanacağı fark etmeksizin, özellikle kısa vadede dövizin ciddi bir tırmanışa geçeceği öngörülüyor. Dolayısıyla bir süredir almak için plan yaptığım bazı ekipmanları şu son üç dört aydır ufak ufak toparlamaya başladım. Ben satın aldıktan birkaç hafta sonra dahi bu ürünlerin fiyatları arttığı için kendimi şanslı sayıyorum. Yani yukarıda dert yandığım gecikmeleri, neyse ki bu ekipmanların tedariğinde yaşamadım. (Bir tanesi hariç. Onu da başka bir yazıya saklıyorum.)

Aldığım ve en sevdiğim yeni ekipmanım M-Audio‘nun M-Track Solo isimli usb ses kartı oldu. Eş zamanlı bir mikrofon ve bir de enstrüman girişine izin veren bu ekipman sayesinde davul ve mikrofon kayıtlarımı artık çok daha kaliteli bir şekilde yapabileceğim. Geçtiğimiz yaz aldığım kondenser mikrofonumu, Behringer Xenyx 802 mikserime bağlayarak çalıştırıyordum. Şimdi doğrudan ses kartı üzerinden kullanabileceğim.

Behringer demişken bir de kulaklık işi var. Mert sağ olsun, yıllardır davul setinde kullandığım kulaklığımı çekiştire çekiştire bozdu. Arada ufak temassızlıklar yaşıyorum. Seste de kayıplar ya da dalgalanmalar oluyor. Durum böyle olunca Behringer HPS3000 model bir kulaklık aldım. Ev kullanıcısı için ideal bir referans kulaklık olduğu yönündeki yorumlara güvenerek aldım. İlerleyen günlerde performansını göreceğiz bakalım.

Evet, Mayıs ayı yine dopdolu başladı. Yakın zamanda Müzik Fanzin platformu için çekeceğimiz güzel bir video olacak Hicri Abi‘yle. Umarım beğenirsiniz. Bir cover çalışması ise demleniyor ufak ufak. Şimdilik durumlar böyle. Sevgili oğlum, nice güzel yaşların olsun. Ömrün sağlık ve mutlulukla geçsin.

Meteora (2003) – Yirmi Yıllık Anılar ve Zirveyi Görmek

2003 yılının yaz aylarında, yaşadığım ilçenin semt pazarında gezerken bir korsan tezgahında karışık bir yabancı CD gördüm. O dönemlerde çok modaydı ve o sene çıkan -tarz fark etmeksizin- ondan fazla albümü içeriyordu. İşte bu karışık CD’nin içine Linkin Park’ın Meteora albümünü de ekleyen korsan sayesinde, Linkin Park grubu hayatıma girmiş oldu.

Meteora yayımlandığı 2003 yılından bugüne kadar, 36 dakikalık çalma süresiyle baştan son sıkılmadan dinleyebildiğim ve çok sevdiğim albümlerden birisi olmaya da devam ediyor. Aradan geçen yıllarda müzik zevkim death metal ve türevlerine doğru evrilse de bu rock albümü benim için o özel yerini korumaya hep devam etti. Dünya’yı ilk defa değil ancak belki de en açık şekilde rap-rock-scream vokal yelpazesiyle tanıştıran, üstelik bunu çoğunlukla aynı şarkı içerisinde yapabilmeyi başaran oldukça nadir bir gruptu Linkin Park. İki ayrı vokalisti, DJ’i ve oldukça dikkat çekici video klipleriyle dönemlerinin kendi türlerindeki en popüler grubuydular.

25 Mart 2023, Linkin Park’ın ikinci albümü Meteora’nın 20. yıl dönümü oldu. Yıllardır kulaklarımdan eksilmeyen bu başyapıtın yayımlandığı tarihin 25 Mart’a denk gelmesi hayatın başka bir cilvesi işte. Bir gün sonra olsa ne değişirdi?

Meteora, grubun oldukça ses getiren ilk albümleri Hybrid Theory’nin başarısını katladı ve arşa çıkardı. Grup dört yıl sonra Minutes To Midnight isimli üçüncü stüdyo albümünü yayımladı ancak ne yazık ki bu albümden sonra bir daha da o çıtaya erişemedi. Israrlı bir şekilde gittikleri tarz değişikliği ve elektronik müziğe evrilme süreci ise tarafımca ve pek çok eski nesil dinleyici tarafından kabul görmedi. Dolayısıyla Linkin Park, benim için ilk iki albümlerinden ibaret ve 2000’li yıllarımın en güzel anıları arasında yerini aldı.

Albüme ismini veren Meteora adı, Yunanistan’daki bir tapınağın; oldukça yüksek bir dağın zirvesinde yer alan bir tapınağın ismi aslında. Kelime anlamı ise “havada asılı” demek. Eh, albümünüze oldukça güveniyor olmalısınız ki ona böyle “havalı” ve “zirveden” bir isim seçebilesiniz. Albümün başarısı yalnızca dönemiyle sınırlı değil. Albümde son sırada yer alan ve albüme son anda eklendiği söylenen Numb parçası bugün bile halen Youtube’da en çok izlenen müzik videoları arasında yer alıyor. An itibariyle Youtube’da 1.9 milyar izlenmeye sahip ve bu yıl devam eden #Meteora20 etkinlikleri sayesinde, yıl sonuna kadar 2 milyara ulaşacaktır. 16 yıl önce yüklenen videoya bir de akıl almaz bir 4K restorasyonu yaptılar ki izlemeye doyamıyorum. Yalnızca bu şarkıya değil albümden çıkan tüm diğer kliplere (Somewhere I Belong, Faint, From The Inside, Breaking The Habit) aynı restorasyon işlemi yapıldı. Kişisel arşivim için bu videoları indirip sakladım.

Albümden bahsetmişken oldukça kısa notlarla desteklenmiş bir de parça listesi vereyim hemen:

No.ParçaSüreDeğerlendirme
1.Foreword0:13Albümün intro parçası. 
2.Don’t Stay3:07Albümdeki en agresif parça, gizli bir hit olarak kaldı. Strachler ve gitarları oldukça keyifli. Klip çekilmemesi büyük eksiklik oldu.
3.Somewhere I Belong3:33Albümden çıkan ilk single.
4.Lying from You2:55Single olarak yayımlanmasına rağmen klip çekilmedi. Strach kullanımı ve genel olarak vokalleriyle çok başarılı.
5.Hit the Floor2:44 
6.Easier to Run3:24 
7.Faint2:42Bir diğer klip parçası. Rap yönü ağırlıklı bir parça.
8.Figure.093:17 
9.Breaking the Habit3:16Animasyon klibiyle oldukça dikkat çekici. Albümdeki en soft parça.
10.From the Inside2:53Albümdeki favori parçam. Müzik videosu bizzat Mr. Hahn tarafından çekilen, oldukça agresif bir parça.
11.Nobody’s Listening2:58 
12.Session2:23Mr. Hahn’nın DJ performasından oluşuyor. Aslında bir outro ancak hemen sonrasında albüme son anda eklendiği söylenen Numb başlıyor.
13.Numb3:07Albümün en çok ses getiren parçası. Klibi ve anlattığı öyküyle oldukça iyi bir parça.

Bu albümü yıllar içerisinde bulabildiğim her formatta toplamaya çalıştım. Ancak plağını henüz bulamadım. Albümün kapağındaki kişinin kim olduğunu yıllardır merak ediyordum. Ben Mike Shinoda olduğunu düşünüyordum. Ancak 20. yıldönümü kapsamında yapılan etkinlikte bu kişinin o dönemde grubun grafik tasarım işlerine destek veren Boris Tellegen isimli sanatçı olduğu ortaya çıktı. Dünya’nın en meşhur albümlerinden birinin kapağındasın ancak kimse aslında kim olduğunu bilmiyor!

Meteora albümünün 20. yıldönümü için grup tarafından özel bir set piyasaya sürüldü. Orijinal albüm kapağının daha aydınlık bir haliyle çıkartılan özel sette, daha önce hiçbir yerde yayımlanmayan ve Chester’ın vokal yaptığı (2002’de kaydedilen ancak yayımlanmayan) yepyeni şarkılar, Meteora’daki şarkıların ilk hallerini içeren bir demo albüm ve daha önce hiç yayımlanmayan bir konser kaydı yer alıyor. Bu seti Türkiye’de temin etmem, şu an için pek mümkün görünmüyor. Bunun yanında, grup üyelerinden Mike Shinoda, Mr. Hahn ve Dave “Phoneix” Farell’ın katılımıyla bir de özel etkinlik düzenlendi ve canlı olarak yayımlandı. Bu etkinlikte grup üyeleri fanlarıyla bir araya geldiler.

#meteora20 etkinlikleri kapsamında ilk olarak yayımlanan Lost isimli yepyeni şarkılarını çok beğendim. Çünkü grubun Meteora dönemindeki müzik algısını yansıtıyor. Üstelik Chester’ın vokal yaptığı böyle full sürüm bir şarkının yirmi yıl boyunca hiçbir yerde yayımlanmamış olması ve yıllar sonra onun sesinden bir şarkı daha duyabilmek oldukça etkileyici oldu. Şarkıya bir de yapay zekayla klip çekmişler ki oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim. Şu sıralar grubun Youtube kanalı da coşmuş durumda. Tam 90 tane yeni video içeriği yayımlandı. Yukarıda da saydığım üzere yeni şarkılar, yıllar önce DVD olarak yayımlanan Live In Texas albümünün tüm live klipleri (üstelik full HD restorasyonla) ve yayımlanmamış eski demolardan oluşan bu içerik benim gibi eski hayranlar için altın değerinde.

Chester Bennington artık yok. Grup, intihar ettiği 20 Temmuz 2017’den sonra (doğum günümden bir gün sonra) yeni bir albüm yayımlamadı. Önümüzdeki yıllarda neler olur, neye karar verirler bilmiyorum. Yeni bir vokalist mi alırlar, yoksa yola vokalde Mike Shinoda ile mi devam ederler bilinmiyor. Ancak yine de 2000’li yıllarımızın güzel geçmesine katkıda bulundukları için büyük bir teşekkürü hak ediyorlar. Biz de albümün 20. yılına özel olarak bir şeyler yapmaya karar verip Alper, Yiğit ve Çağlar’la birlikte, albümdeki en iyi şarkılardan biri olan From The Inside için bir cover videosu hazırladık.

Meteora albümünün 20. yılı için Türkçe olarak yazılmış en kapsamlı yazıyı okudunuz. Bu yazıyı, Müzik Fanzin ve My Resort okurları için ortak olacak şekilde kaleme aldım. Her iki platformdan da erişilebiliyor. Yıl boyunca pek çok yepyeni içerikte işbirliği yapacağız. Takipte kalın.

Bu yazı eş zamanlı olarak muzikfanzin.com platformunda yayımlanmaktadır.