Category Archives: Faydalı Mevzular

Bu kategorideki yazılar belki işinize yarayabilecek bilgiler içeriyordur, okuyun.

Jules Verne’nin Atlas Tarih’teki Yolculuğu

Ülkemizin yayımlandığı günden beri kalitesini hiç bozmayan, pek çok konuyu ülkemizde tarihi belgeler ışığında ilk kez dile getiren ve özellikle yayımlandığı ilk dönemlerde ciltli olarak yayımlanması sayesinde her sayısı ayrı bir kıymetli olan Atlas Tarih Dergisi’nde elbette dünyanın gördüğü en büyük fantezi bilim ve coğrafya yazarı Jules Verne de kendisine yer bulmuştur.

Blogda önceki yıllarda bunun ilgili çeşitli içeriklere yer versem de özellikle koleksiyoncular ve araştırmacılar için Verne’ye yer veren tüm sayıların derli toplu bir yerde bulunması önemlidir diye düşünüyorum.

Atlas Tarih Dergisi deyince benim aklıma kıymetli büyüğümüz Kansu Şarman geliyor. Bu yazının ortaya çıkmasında kendisi bilmese de en büyük pay ona aittir. Şarman’la önceki yıl İstanbul’da yaptığımız Jules Verne buluşmasında bir araya gelmiş, Jules Verne’nin ülkemiz topraklarındaki ilk baskılarını toplamak yönündeki insanüstü gayretlerine şapka çıkarmıştım. Kansu Şarman, hem bir gazeteci hem bir yayıncı olmanın avantajıyla hayatı boyunca izini sürdüğü Jules Verne’nin bugün bulunması imkânsız pek çok kitabını, çevirisini toparlayabilmiş. Kendisinin Atlas Tarih dergisinin yanı sıra İş Bankası Yayınları’ndan çıkan kitapları da özellikle tarih meraklıları için dikkate değer eserler. İkinci Dünya Savaşı döneminde gerçekleşen bir deniz operasyonuyla alakalı Adamlı Torpidolar kitabı okurken çok keyif aldığım bir kitabıydı mesela.

Neyse biz uzatmadan Jules Verne’e, bu deli dâhinin Atlas Tarih Dergisi’nin sayfalarına nasıl konuk olduğuna bir bakalım.

İlk olarak Ocak 2012’de yayımlanan 10. sayıda kapakta “Jules Verne’nin Türk Kahramanı Keraban Tophane’den Üsküdar’a Karayoluyla Geçti!” başlığıyla verilmiş. Bu yazıyı Alpaslan Akkuş kaleme almış. Ancak ilk sayfada kullanılan görselde “Kansu Şarman arşivi” ibaresi hemen göze çarpıyor. Yazıda Verne’nin Fransız yayıncısı Hetzel’in gravürleri kullanılmış. Sekiz sayfalık makalede oldukça ilginç bilgiler de yer alıyor. Örneğin Keraban Ağa’nın bir inat uğruna Karadeniz üzerinden yaptığı yolculuğun kitabın yayınından elli yıl kadar önce 1817 yılında Trabzonlu Rahip Bıjışkan tarafından tersi yönde yaptığını öğreniyoruz. Bu seyahati kitaplaştıran rahibin kitabı 1969 yılında Türkçe’ye de çevrilmiş.

Yine Atlas Tarih’in Kasım-Aralık 2020’de yayımlanan 66 no.lu 10. Yıl Sayısı’nın kapağında “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah 150 Yaşında – Kaptan Nemo Jules Verne’dir” alt başlığıyla verilmiş. Bu yazı Kansu Şarman tarafından kaleme alınmış olup toplamda sekiz sayfadan oluşuyor. Yine bu sekiz sayfalık içerikten bu romana ilham veren kişinin Jules Verne’ye yazılmış 1865 tarihli mektubuyla Fransız kadın yazar George Sand olduğunu anlıyoruz. Bayan Sand mektubunda “bizi denizlerin derinliklerine götüren bir roman yazın” şeklinde bir dilekte bulunuyor. Birkaç yıl sonra 1867’de Fransa’da tüm Dünya ülkelerinin katılımına açık Evrensel Sergi isimli organizasyonda Verne bir denizaltı görüyor. Hatta ilginç bir bilgi olarak aynı sergiye dönemin Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz ile Şehzade Murat (V) ve Şehzade Adbülhamit (II) de katılıyorlar. Aynı günlerde oralarda bulunan yazarla tanışıp tanışmadıklarını bilmiyoruz ama.

Verne’nin “Kaptan Nemo” ismini bulurken meşhur Odysseia destanından esinlendiğini biliyoruz. Burada “Nemo” ismi Latince kökenli olup “hiç kimse” anlamına geliyor. Romanı okuyanlar da zaten neden böylesi bir isim seçtiğini pekâlâ anlayacaktırlar. Kansu Şarman, yazısında romanın Türkçe dilindeki yolculuğundan da bahsediyor. Bu eserin ilk defa 1891 yılında Ahmet İhsan Tokgöz tarafından Türkçe’ye çevrildiğini öğreniyoruz. Yine yazı içerisinde bir alt bilgi olarak, romanda kısacık değinilen Girit İsyanı’nda, Verne’nin Yunanlıların tarafını tutarak Türklere karşı çıkardığı isyanı anlatan başlı başına bir romanı “L’Archipel en Feu – Takımadalar Yanıyor”un halen Türkçe’ye çevrilmediğinden bahsediyor. Şarman’ın yazısının en güzel yanı ise son kısımda yer alan çok kapsamlı bir bibliyografya içeriyor olmasıdır. Ayrıca Kaptan Nemo’nun beyaz perde uyarlamalarına da değiniliyor.

Bu yazıdan yaklaşık 1 yıl sonra bu defa Şubat-Mart 2022’de yayımlanan 73. sayıda “Jules Verne: 150. Yılında Seksen Günde Devrialem” üst başlığıyla yayımlanmış dergi. Blogda da şuradaki yazımda bahsetmiştim hatta. Burada sevgili Kansu Şarman şov yaparak tam 10 sayfalık bir içerik hazırlamış. Yine bu içeriği bir bibliyografya ile desteklemiş. Kansu Abi’nin bu eseri seçmesi elbette tesadüf değil. Yazılışının 150. yılını dolduran bu roman Türkçe’ye de ilk defa çevrilen Verne romanıdır. Ancak bu ilk çevirinin çevirmeni ne yazık ki belli değildir. Bir parantez açmak gerekirse Jules Verne’in ülkemizde yayımlanan ilk baskıları konusunda Kansu Şarman, öncü bir isim ve referans bir kişidir. Bu yayınlara ait bugün bildiklerimizi büyük ölçüde kendisine borçluyuz. Bilgiyi kendisi için saklamayıp yayımlıyor oluşu sayesinde bizler de faydalanabiliyoruz. Ali İhsan Tokgöz’ün “Matbuat Hatıralarım” isimli kitabını bu sayede öğrendim mesela. Bu eser, Verne’in dilimizdeki yolculuğu için yol gösterici niteliktedir.

Şarman, dergide kaleme aldığı bu yazılarda bahse konu eserlerin yalnızca konusuna değil, dilimizdeki geçmişlerine de detaylı olarak yer veriyor. Dolayısıyla Atlas Tarih’te yayımlanan bu içerikler çok daha kıymetli bir hale geliyorlar.

Ve son olarak geçen ay yayımlanan Mart-Nisan 2024 tarihli 84. sayıda yine kapakta “Balonla Yirmi Dört Dakika – Jules Verne” başlığıyla bir yazı kaleme aldı Kansu Abi. Bu yazı da yine bir Verne romanı (Balonla Beş Hafta) ekseninde yazılmış ve tarihi bir önem taşıyor. Zira Verne’in hayatı boyunca yaptığı ilk ve tek 24 dakikalık balon yolculuğunun macerasını anlatan mektup bu sayıda ilk kez Türkçe’ye çevrilmiş. Mektubu Devrim Çetinkasap orijinal dilinden çevirmiş.

Metnin içerisinden balon maceraları için Verne’e ilham veren kişinin Edgar Allan Poe olduğunu öğreniyoruz. Yine Verne’in dönemdaşı, yakın arkadaşı ve bir fotoğraf efsanesi Nadar’dan da bu yazıda bahsediliyor.

Evet, özetle Atlas Tarih’te bu güne dek yayımlanmış ve benim bulabildiğim tüm Jules Verne içerikleri bunlardır. Eğer gözümden kaçanlar varsa başta Kansu Abi olmak üzere ilgililerin dönüşlerini bekliyorum. Ben Kansu Abi’nin yıllar içerisindeki tüm birikimiyle, Tükçe’de yazılmış en kapsamlı Jules Verne kitaplarından birisini yayımlayacağını düşünüyorum. Kendisine de bir Verne hayranı olarak teşekkür ederim.

Evde Şalgam Suyu Hazırlamak

Blogun “kendin yap” yazılarından birisi daha sizlerle buluşuyor. Önceki hafta sevgili Mustafa’nın büyük desteğiyle ilk defa kendi şalgam suyumuzu üretmeye kalkıştık.

Adana’dan babamın eski bir arkadaşı yaklaşık 10 kg civarında siyah havuç göndermişti. Önceki yıllarda Mustafa’nın kendi için şalgam kurduğunu bildiğimden yine onu arayıp rica ettim. “Şalgam kurmak” dedim evet, bu süreci turşu kurmak gibi düşünebiliriz.

Öncelikle elimizdeki tüm siyah havuçları soyuyoruz. Fena halde renk verdiği için mutlak suretle eldiven takmak gerekiyor. Soyma işlemi bittikten sonra 5 litrelik pet şişenin ağzından içine girecek şekilde şalgamları birkaç iri dilime ayırmak gerekiyor. Burada kalın olanları boyuna birkaç dilim yapmak yeterli olabilir.

Dilimleme işlemi bittikten sonra 5 litrelik bir şişeye yaklaşık 1,5 kg kadar siyah havuç dolduruyoruz. Daha sonra bu kaplara yaklaşık 3,5 yemek kaşığı salamura tuz ve 3,5 yemek kaşığı pilavlık kalın taneli bulgur ekliyoruz. İşte benim tüm bu süreçte en şaşırdığım şey de bu oldu: Bulgur ekliyoruz! Bulguru da ekledikten sonra üzerinde hiçbir boşluk kalmayacak ve hatta birazcık da taşacak şekilde, pet şişeyi suyla dolduruyoruz. Şişe tamamen dolunca artık içeride hava kalma ihtimali olmayacak. Peki ya kabın içerisine hava girerse?

Hemen kapağı sıkıca kapatıp yetmezmiş gibi bir de elektrik bandıyla sıkıca sarıyoruz. Artık bu kabın içerisinde hava girme olasılığı kalmıyor. İşin bundan sonraki kısmı ise beklemek. Kaplarımızı doğrudan güneş görmeyen, serin bir yerde ilk etapta 35 gün bekleteceğiz. Bu süre içerisinde kaplar şişecek. Şişmesi lazım. Şişmiyorsa hava almış demektir.

Şişen kapları bu sürenin sonunda açıp artık mayalanmış olan şalgam suyunu bulgurdan süzerek daha küçük hacimli başka kaplara aktarıyoruz. İçerisindeki havuçları da atmayıp şalgamla beraber tüketebiliyoruz. Dolayısıyla ilk etapta kullandığımız kap sayısı kadar kaba 35 günlük sürenin sonunda da ihtiyacımız olacak. 10 kilogram siyah havuçtan biz 7 tane 5 litrelik pet şişeyi dolduracak kadar ürün hazırladık. Bunlardan eğer mayalanma süresinin sonunda bozulan olmazsa sürecin sonunda elimizde yaklaşık 25-30 litre içecek olacak. Bu içecekleri mutlak suretle dolapta/soğuk ortamda saklayıp en fazla iki ay içerisinde tüketmemiz lazım. Çünkü raf ömrümüz biraz kısıtlı olacak.

Bu noktada dikkatinizi çekeceği üzere ürüne “koruyucu” herhangi bir madde eklemedik. İşte endüstriyel ürünlerle ev yapımı olanlar arasındaki fark da bu zaten. Endüstriyel üründe raf ömrünü arttırmak için mecburen ilgili yasal düzenlemelere uygun, ancak elbette ki lezzete etki eden/tadı bozan bir madde ekleniyor. Bu durumu düzeltmek için bu sefer de yapay aroma ekleniyor. Evde üretilen üründe, tüketim süresini makul tutabilirseniz endüstriyel gıdaya mümkün olduğunca az temas ederek tüketiminizi şenlendirebilirsiniz.

Değerli kardeşim Mustafa’ya bu süreçteki desteği, ilgisi ve bilgisi için çok teşekkür ederim. Eğer buradaki formülle siz de bir şalgam kurma girişiminde bulunursanız, sonuçlar hakkında bilgi verirseniz memnun olurum.

ESTÜ Çevre ve Sürdürülebilirlik Kulübüyle Coffee Talk Buluşması

Birkaç hafta önce sevgili Fatih bana ulaşıp okulumuzdaki Çevre ve Sürdürülebilirlik Kulübü’nün yapacağı buluşma etkinliğine katılıp katılamayacağımı sordu ve ekledi: “Sürdürülebilirlik üzerine konuşacağız, kamu tarafının bakış açısını merak ediyoruz.

Geçtiğimiz perşembe akşamı, Doktorlar Caddesi’nde bulunan Caribou isimli mekânda buluştuk. Buranın üst katı bu tür etkinlikler için ayrılmış, kapalı ve oldukça hoş bir yerdi. Saat 20.30’da mekâna henüz girmiştim ki hemen ardımdan Fatih ve Faik geldiler. Birlikte oturma düzenini ayarladık ve kulüp üyelerinin katılımlarını beklemeye başladık. Arkadaşlarımız yavaş yavaş gelip yerlerini aldılar ve sohbetimiz başladı.

Fatih’in buluşma öncesinde kısaca izah ettiği üzere, konumuz olan sürdürülebilirlik kavramı üzerinden sohbetimiz başladı. Tamamına yakını Çevre Mühendisliği Bölümü öğrencisi olan katılımcılar arasında bir Makine Mühendisliği ve bir de Kimya Bölümü öğrencisi de vardı. Kulübün önceki haftalarda yaptığı zirvede de zaten bu çeşitliliği görmüş ve oldukça mutlu olmuştum.

Etkinliği iki bölümde gerçekleştirdik. İlk bölümde dinleyiciler biraz daha dinleyen pozisyonunda kalıp konuya ilişkin fikirlerini pekiştirmekle yetindiler. İkinci bölümde ise sorular, öneriler ve beklediğim üzere çıkışlar gelmeye başladı. Bu da esasen teknik tartışmalarda özlenen ve beklenen bir durumdur. Bu noktada Caribou bizi biraz üzdü. Saat henüz 21.30 olmasına rağmen, toplanmış olduğumuz üst katı kapatacaklarını söylediler. Böyle olunca kitleyle birlikte mekânın giriş katına inmek durumunda kaldık. Ancak bu küçük yer değişikliği dahi sohbetimizin akışını bozamadı.

Sohbete hazırlık yaparken bazı önemli noktalar belirlemiştim. Özellikle değinmek istediğim bir konu da ülkemizin Paris İklim Anlaşması’nı imzalaması süreciydi. Bu süreçte, uluslararası bir çevre örgütünün iddia ettiğinin aksine, ülkemizin elde ettiği politik başarıyı kendi bakış açımla anlatmaya çalıştım. Yine yenilenebilir enerji kaynakları ile devlet mekanizmasının bu projelere yönelik teşviklerinden bahsedip bu projelerin kurulum ve işletilmesiyle ilgili süreçlere değinmeye çalıştım. Bu noktada özellikle biyogaz santrallerinin bende yarattığı hayal kırıklığına lafı getirdim. Kaliteli mühendislik hizmetinin masanın her iki tarafında da önemli olduğunu vurguladım.

Yaklaşık iki saat süren etkinlikten kendi adıma çok keyif aldım. Pandemi mağduru jenerasyon üniversitelerden mezun oldu ve/veya bu yıl olacaklar. Bu jenerasyonun ardından gelenlerin, kendi adlarına çok daha parlak işler yapabilme fırsatları var. Mezun oluncaya kadar, okulda geçirdikleri zamanı yalnızca derslere odaklanmış olarak değil, mesleki kültürlerini geliştirme fırsatı tanıyan bu tür kulüp ve bölümümüz etkinliklerine de katılarak değerlendirmelerini tavsiye ediyorum. Kendi adıma bunun çok faydasını gördüm. Bu sayede, henüz öğrenciyken tanıştığım pek çok meslektaşımla, farklı üniversitelerde öğrenim gören arkadaşlarımla profesyonel çalışma hayatında da ilişkilerimi sürdürme şansı yakalayabildim.

Başta Çevre ve Sürdürülebilirlik Kulübü yönetimine (Fatih ve Çağla) nazik davetleri için, kulüp üyesi arkadaşlarımıza da katılımları için çok teşekkür ederim. Etkinlik arasında benimle Linkin Park hakkında konuşarak keyfimi ikiye katlayan Tan’a da ayrıca teşekkür ederim.

Sürdürülebilirlik Zirvesi ’24

Geçtiğimiz hafta cumartesi günü, Eskişehir Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde, Çevre ve Sürdürülebilirlik Kulübü tarafından “Sürdürülebilirlik Zirvesi” düzenlendi. “Geleceğimiz yeşil, kararımız sürdürülebilirlik” mottosuyla düzenlenen etkinlikte, alçak gönüllü arkadaşlarımız etkinliğin başına “Birinci” ifadesi eklememişler ancak bu kalitede bir girişimin, tek defayla sınırlı kalmayacağı ve gelecek yıllarda da geleneksel olarak devam edeceği, etkinliğe katılan herkes tarafından teyit edilmiş oldu.

Eskişehir Teknik Üniversitesi bünyesinde kurulan Çevre ve Sürdürülebilirlik Kulübü, esasen köklerini Anadolu Üniversitesi Doğa ve Çevre Kulübü’nden alan, okulun en eski öğrenci topluluklarından birisi. “Sürdürülebilirlik” başlığı altında, yalnızca çevre mühendisliği mesleğini değil, pek çok disiplini kucaklayan yapısıyla da okulumuzun an itibariyle en kalabalık kulüplerinden birisidir.

Kulübün şu anki Başkanı Fatih, etkinliğin haberini verip bir de davetiye yolladı sağ olsun. Eh, böyle bir etkinliğin Eskişehir’de, üstelikte öğrencilerin ve kıymetli hocalarımızın inisiyatifiyle yapılıyor olması büyük bir şanstı! Katılmamak ise büyük bir talihsizlik olacaktı.

Cumartesi sabahı sevgili oğlum Mertoşki’yi doyurup kahvaltısını da bitirdikten sonra annesini bekledik. Annemiz eve gelince ben de hemen hazırlanıp kampüse doğru yola çıktım. Duyurulan katılımcılar arasında özellikle Akkuyu Nükleer Santrali’nden gelecek olan katılımcıyı merak etmiştim. Okula nihayet ulaşıp kaydımı yaptırdıktan sonra bu kişinin programını bir son dakika gelişmesiyle iptal ettiğini öğrendim.

Öğleden önce yapılan sunuşlar hakkında bilgi edindikten sonra mobilitehaber.com isimli sitenin kurucusu Mustafa Maraditli ile okulumuzun öğrencisi Begüm Baygıner tarafından yapılan sunuşu izlemeye koyuldum. Burada özellikle kent içi ulaşımının mikro ve orta ölçekli alternatiflerine değindiler. Mercedes firmasının elektrikli araçları için koyduğu hedef, daha doğrusu koyduğu hedeften vazgeçtiğini açıklaması, sektörde oldukça ses getirmiş. Elektrikli araçların geleceği konusunda bir karamsarlık yaratır mı konusu üzerinde tartıştılar. Bir parantez de öğrencimiz Begüm Baygıner için açayım. Bu arkadaşımız çevre mühendisliği öğrencisi olmanın yanında aslında oldukça güzel otomobil çizimleri yapan bir grafik sanatçısı ve yarış meraklısı. Kendisinin bu eserlerini sergilediği şöyle de bir hesabı var.

https://www.instagram.com/begumbayginer

Avusturya menşeili TÜV firmasından gelen Global Sürdürülebilirlik Müdürü Burcu Çelebi‘ye ait sunum, daha ziyade firmaların sürdürülebilirlik alanındaki sertifikasyon süreçlerini anlatıyordu. Birkaç ay önce Bakanlığımızın düzenlediği etkinlikte bu konuyu öğrenmiştim. Bu sunuş da güzel bir tekrarı oldu.

Son olarak Bilecik’te faaliyetini sürdüren Park Cam firmasından sürdürülebilirlik mühendisi Berra Tunçer ile Satış Pazarlama Şefi Ebru Keskin’in sunumları vardı. Bu ikili günün son sunumu olmasına rağmen oldukça renkli ve ilham verici hususlara değindiler. Park Cam firması, Bilecik’ten tanıdığım, esasen pek çok hoş anılarımın olduğu, ülkenin en büyük üretim kapasitesine sahip cam ambalaj üretim tesislerinden birisidir. Fabrikanın kuruluşundan itibaren sık sık denetlediğimiz, pek çok sürecine eşlik ettiğimiz bir tesistir. Bir gece yarısı yaptığımız heyecanlı ve sıra dışı denetim maceramız sayesinde tanıdığım arkadaşım Harun, o gün etkinliğe gelememişti. Selamımı almıştır umarım. Sunuşların sonunda Berra ve Ebru Hanımlara katılım belgelerini sunmak da bana nasip oldu.

Etkinlik bittiğinde sunumlarıyla destek olan misafirler, katılımcılar, hocalarımız ve kulüp üyeleriyle toplu bir fotoğraf çektirdik. Hocalarımızla sohbet ettikten sonra bölüme de uğradım. Kısa süre önce kaybettiğimiz Filiz Hocamızın odasının önünün çiçekler ve güllerle süslendiğini gördüm. Mekânı cennet olsun.

Eskişehir Teknik Üniversitesi Çevre ve Sürdürülebilirlik Kulübü üyelerine, değerli başkanı Fatih’e ve yardımcısı Çağla’ya, kıymetli hocam ve kulüp danışmanı Prof. Dr. Aysun Özkan’a nazik davetleri için teşekkürü borç bilirim. Elinize emeğinize sağlık! Umarım gelecek yıl bu zirve, çok daha geniş bir katılımla, çok daha geniş bir mekânda ilgililerine ulaşır.

ETO’dan Müthiş Seminerler: Sunum, Diksiyon, ve Hitabet

Kısa süre önce sevgili Şevkiye sayesinde haberim oldu. Eskişehir Ticaret Odası tarafından kurulan ETO Akademi bünyesinde neredeyse her hafta oda üyelerine ve takipçilerine yönelik oldukça faydalı seminerler düzenleniyor sevgili okur.

Geçtiğimiz haftalarda Eskişehir Ticaret Odası’nın İki Eylül Caddesi‘nde bulunan hizmet binasında, eğitmen Tuğba Kaplan tarafından Sunum Teknikleri ve Sunum Yapmanın Püf Noktaları konulu bir seminer düzenlendi. ETO Akademi’de katılacağım ilk etkinlik olacağı için açıkçası biraz da heyecanla etkinliğin yapılacağı salona ulaştım. Salonda kendime iyi bir yer bulup yerleştim ve beklemeye başladım.

Etkinlik saatinde eğitmenimiz Tuğba Kaplan geldi ve oldukça yüksek bir enerjiyle etkinlik başladı. Yaklaşık 2 saat süren etkinlikte pek çok faydalı not aldım. Blogu okuyanların bildiği üzere şimdi sizlerle parça parça da olsa bu faydalı bilgileri paylaşacağım.

  • Sunuş ve sunum yapmak aslında bir sahne olayıdır. Sahne ise deneyimlenmesi gereken bir şeydir.
  • İnsan hiçbir zaman “olamaz”. Hayat ve öğrenme serüveni sonsuzdur. Dolayısıyla koltuğa oturan kişinin “ben artık oldum” demesi yanlıştır.
  • İletişim eğitimi olmayan yöneticiler, iletişim hataları yaparak işi yürütmeyi beceremeyince sert iletişimi tercih etmeye başlıyor. Bu durum da insanların kendisinden uzaklaşmasını sağlıyor.
  • Bir konuşma ya da toplantı öncesi kendimizi tanıtırken çok yüzeysel olmamalıyız. Örneğin hedef kitlenin durumuna göre kısacık hobilerimizden bahsedebiliriz. Eğitmenimiz de kendisini tanıtırken böyle yaptı.
  • “Ortaya konuşmak” sağlıklı bir iletişim biçimi değildir. Boşluksuz ve net iletişimi tercih etmeliyiz. Zira beynimiz boşlukları doldurmaya meyillidir. Boşluklar geçmiş tecrübelerle doldurulmaya çalışılır. Kültürümüz gereğince talep etmiyor, niyet okumaya çalışıyoruz. Bu da iletişim kazalarını doğuruyor.
  • Mevcut eğitim ve yönetim sistemi, “konuşturmamak” üzerine kurulu olduğu için sunum yapmak, bir şeyleri düzgün şekilde aktarabilmek için konuşma yapmak gibi konularda korkuyu yenmek çok zor olmaktadır. Çünkü bu korku çocukluğumuzdan gelmektedir.
  • Asla ve asla bir başkasının hazırladığı sunum sunulmaz. “Başkasının ceketi giyilmez.” Anlatıcı bir birim süreyi içerik hazırlamak için kullanmışsa en az iki birim süreyi de bu içeriği prova etmek için kullanmalıdır. Bu duruma sunum matematiği deniliyor.
  • Prova önemlidir. Çünkü anlatıcı, sunucu kitlenirse seyirci küser.
Okumaya devam et

Fujifilm Etkinlikleri: Serkan Tuna Konser Fotoğrafçılığı

Fujifilm Eskişehir tarafından 1 Aralık Cuma günü güzel bir etkinlik daha düzenlendi. Türkiye’nin profesyonel olarak çalışan az sayıdaki konser fotoğrafçılarından olan Serkan Tuna, yaklaşık 30 kişinin katılım sağladığı güzel bir etkinlikte hem tecrübelerinden hem de fotoğrafa olan bakış açısından bahsetti.

Geçtiğimiz hafta Instagram’da etkinliğin haberini görünce hemen tıklayıp kayıt yaptırdım. Fujifilm Eskişehir’in bu şekilde bir sistemi var. Etkinliğe çevrimiçi kaydoluyorsunuz. Eğer etkinliğe kayıt yaptırdığınız halde teşrif edip katılmazsanız da sizi bir süreliğine diğer etkinliklerden banlıyorlar. Yani bir süre boyunca düzenlenecek etkinliklere isteseniz dahi artık katılamıyorsunuz. O açıdan planımı programımı yapıp kaydımı tamamladım.

Konser Fotoğrafçılığı, 2000’li yılların ikinci yarısında özellikle Volkan sayesinde dikkatimi çeken ve yaptığımız organizasyonlarda da hayli ekmeğini yediğimiz bir fotoğrafçılık türüydü. Elbette aradan geçen zamanda, Eskişehir’de katıldığım neredeyse her konserde fotoğraf çekmeye devam ettim. Blogdaki pek çok konser kritiğinde de bu kareleri okuyucularla paylaştım.

Serkan Tuna, Ankara’da bir kuruluşta uzman biyolog olarak çalışıyor. Aslında fotoğrafçılık hikayesinde ikimizin de kesiştiği noktalar var. O da konuya ilgi duyunca benim gibi Açık Öğretim Fakültesi’nde Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümü bitirmiş ve bu işi tıpkı benim gibi hobi ve “üretmek kaygısıyla” yapıyor. Fotoğrafa benim de kullandığım Canon markasının makineleriyle başlayıp 450D, 550D ve 70D ile devam etmiş. Ancak an itibariyle, aynasız sistem makinelerden olan Fujifilm XH-1 kullanıyor. 2016 yılından beri konserler hariç hiçbir şey çekmiyor. Elbette ki onun ulaştığı profesyonellik seviyesi oldukça farklı ve hatırı sayılır bir düzeyde.

Özellikle sosyal medya üzerinden paylaştığı çalışmalarının kolaj yapılmasında Özer isminde 16 yaşında bir grafikerle çalışıyormuş. Bunu etkinliğin en başında söyledi ve bu genç arkadaşımızın müthiş potansiyelini vurguladı.

Serkan Tuna’nın anlatımlarından derlediğim ufak tefek notlarım var. Bu notları hem faydalanmak isteyenler için hem de ileriye dönük olarak kendime bir arşiv olması bakımından burada paylaşacağım.

Tuna’ya göre hemen her fotoğrafçının sahip olduğu evrensel krizleri var. Bunlar aşamalar halinde gerçekleşiyor ve fotoğrafçının nihayetinde kendisiyle ilgili bir sonuca ulaşmasını ve olgunlaşmasını sağlıyor:

  • Temel Bilgiler ve Kompozisyon: Bu aşama fotoğraf tekniğinin öğrenilmesiyle geçen sancılı bir süreci içeriyor. Elimize aldığımız makinedeki tüm o temel ve detay ayarların ne işe yaradığını ve kareye ne şekilde etki edeceğini öğrendiğimiz süreçtir bu. Bu sürecin karmaşık ve zor olduğunu düşünen yeni başlayanlar, daha bu aşamada makinelerini bir kenara bırakıyorlar. Ancak bu krizi aşmayı başaranlar ise kendilerini dahi sanıyorlar. Gerçekten de bu durum böyle.
  • Teknik İlerleme, Ekipman Yenileme, Işık Kullanımı: Bu aşamada fotoğrafçı, yeni farkına vardığı “dehasının” etkisiyle, her gördüğünü çekmeye başlar. Aslında bu aşamada kendini, yapmak istediğini bulmaya çalışıyordur.
  • Sanat, Ticari, Haber, Belge İşleri: Bu son kriz, artık fotoğrafçının kendisini bulduğu aşamadır. Fotoğrafçı artık ne yapmak istediğinin farkına varmış ve bakış açısını buna göre şekillendirmiştir.

Serkan Tuna’nın haberi var mıydı bilmiyorum ama yine aynı mekânda dinleme şansı yakaladığımız Haluk Çobanoğlu’nun bir kitabının da ismi olan “Biz Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz?” sorusunu yineledi ve bu sorulara kendi bulabildiği cevapları paylaştı bizlerle. Neden?

  • Saf bencillik: Öznel bir bakış açısıyla çekmek
  • Estetik coşku: Üretmenin hazzıyla çekmek
  • Tarihsel dürtü: Belge üretebilmek amacıyla çekmek
  • Politik gaye: Tarafını belli etmek amacıyla çekmek. Sanatçı bu noktada, Ankara’da meşhur bir grubun daha önceden fotoğraflarını çektiğini, ancak sonrasında vokalistinin yaptığı açıklamalar sebebiyle o grubun fotoğrafını çekmeyi bıraktığından bahsetti.

Beklediğimin aksine, etkinlikte fotoğraf tekniğinden pek bahsedilmedi. Zira Fujifilm’in blogunda bizzat Serkan Tuna tarafından kaleme alınmış şu yazıda konser fotoğrafçılığı için teknik tüyolara yer veriliyor. Merak edenler için oldukça faydalı bir içerik. Yine de aralarda bahsettiği bazı teknik gerekliler, ISO’nun mümkün olduğunca yüksek olması ve diyaframın da olabildiğince açık olması gibi koşullardı. Şu anda kullandığı Fujifilm marka makinede de oldukça yüksek bir ISO performansının yanı sıra netleme hızının da yüksek olduğundan bahsetti. Bunun yanı sıra aynı konuyu tam 6 sayı boyunca Fotoğraf isimli dergide de kaleme almış. Etkinliğe katılanlara özel olarak bu altı sayının derlemesini tek bir dosya halinde paylaştı.

Serkan Tuna, konser fotoğrafçılığının aslında biraz da olsa spor fotoğrafçılığına benzediğini söyledi. Çünkü kameranın önünde sürekli hareket halinde olan objeler var ve şarkının trafiğine göre onları en kritik anlarda çekebilmek gerekiyor. Spor fotoğrafçılığında genellikle bir ışık problemi yokken işte konser fotoğrafçılığının en büyük handikabı özellikle mekanlarda ciddi ışık sıkıntısı olması.

Konser fotoğrafçılığının Serkan Tuna’nın tabiriyle “kaymağı” turnelermiş. Tuna ise daha ziyade festivalleri fotoğraflıyor.

Etkinlik boyunca ülkemizin ve Dünya’nın bazı önemli konser fotoğrafçılarının isimleri zikredildi. Bu isimler şu şekilde:

  • Muhsin Akgün: Türkiye’nin en iyi konser fotoğrafçılarından ve Türkiye’deki en büyük konser arşivi de kendisindedir. Bu konuda yazılmış 2 kitabı (Söz ve Müzik: İstanbul 1 ve 2) vardır ve ülkemizde çalışmadığı gazete, dergi, yayınevi, yapım şirketi neredeyse yok denilecek kadar azdır. Kişisel sergileri, uluslararası basında çokça kullanılan eserleriyle bu alanda ülkemizin yüz akı denilebilecek seviyededir sanatçı.
  • Todd Owyoung: New York’lu sanatçı aynı zamanda bir Nikon fotoğrafçısı. Müzik fotoğrafçısı olarak yalnızca konserlerde değil tüm prodüksiyon süreçlerinde çalışmalarına devam ediyor.

Konser fotoğrafçılarını da bazı alt gruplara ve stereotiplere ayırmış Serkan Tuna. Yıllardır gittiği, gördüğü konserlerde tanıştığı onlarca fotoğrafçıyı gözlemledikten sonra kendi kendine şöyle güzel bir sınıflandırma yapmış:

  • Belgeselciler
  • Keskinciler
  • Reklamcılar
  • Undergroundcular
  • Kavramsalcılar
  • Hikaye anlatıcılar

Bu sınıflandırma esasında fotoğrafçılık eğitiminde de değinilen ve literatürde kısmen kendine yer bulan bir sınıflandırma. Burada belgeselciler, fotoğrafın belge niteliği üzerine çalışmalarını dayandıran fotoğrafçılardır. Örneğin yıllar önce dağılmış bir müzik grubu, yıllar sonra tek bir özel gösteri için bir araya geldiğinde belgeselci yaklaşıma sahip bir fotoğrafçı, bu özel gösteriyi asla kaçırmaz. Çünkü bu özel olay bir tekrarı daha olmayacak ve “belgelenmesi” gereken bir durumdur. Ya da örneğin keskinci denilen gruptakiler, “mükemmel kareyi” arayan kişilerdir. Her şeyin net ve kusursuz olduğu tek bir kare onlar için yeterlidir. Bir örnek olarak hikâye anlatıcılar ise başlı başına o etkinliğin hikayesini anlatmanın peşindedirler. Sanatçının mekâna gelişiyle başlayıp son ışık kapatılana kadar oradadırlar. Burada belgeselcilerle karıştırmamak gerekir çünkü belgeselci bunu çok özel bir etkinlik için planlar. Hikayeci ise bu bakış açısına katıldığı her etkinlik için sahip olabilir.

Gelelim Serkan Tuna’nın bizlerle paylaştığı tecrübelere. Kullandığı sunumda yer verdiği onlarca kare fotoğrafta hem yerli hem yabancı sanatçılar üzerinden fotoğraflarının hikayelerini de kısaca anlattı. (Bu fotoğrafların pek çoğu yukarıda bağlantı verdiğim Fujifilm blogundaki yazıda yer alıyor.) Zorlu PSM’nin Türkiye’deki en iyi ve kaliteli konser mekânı olduğunu söyledi. Burada yakın zamanda düzenlenen Blind Guardian konserine çeşitli evrak işleri yüzünden fotoğrafçı pass-card’ı alamamış. Dolayısıyla mekâna da fotoğraf makinesi sokamamış. O da bunun üzerine cep telefonuyla fotoğraflar çekmiş.

Çalışması en zor ismin Teoman olduğunu söylüyor. Etkinliğin öncesi, etkinlik sırası ve sonrasının oldukça tedirgin bir şekilde geçtiğini ifade ediyor. Ne yaparsan yap ama Teoman’ı kızdırma!

Gösterdiği fotoğraflar arasında fotoğrafçıya poz veren sanatçıları ayrıca sevdiğinden bahsetti ve o anda ekranda kim vardı? Eski In Flames, yeni The Halo Effect bass gitaristi Peter! Ah bu adamı çok seviyorum 🙂 Ankara’da oturduğu için, bu şehirde olan konserleri pek atlamamış. Gösterdiği fotoğrafların büyük kısmı Ankara’daki mekanlarda çekilen karelerdi. Eskişehir’de de izlediğimiz sevgili Şef Musa Göçmen’in Senforock konserleri (ki bu işe bu konserlerden birisi sayesinde başlamış), Heavy Stage 8 konserinde Carnophage’ın sahnesi gibi kareler aklımda kalan önemli karelerden bazıları.

Vurulup Düşen Asker

Etkinliğin en güzel yanlarından birisi de dinleyicilerin de aktif olarak katılım sağlayabilmesi oldu. Pek çok diğer sunumun aksine, Serkan Tuna’nın sunumunda bizzat dinleyiciler tarafından cevaplanmak üzere hazırlanmış başlı başına bir bölüm vardı: Fotoğrafçının sıkıntılı soruları. Örneğin bu iş, konser fotoğrafçılığı, bir sanat mı yoksa zanaat mı? Ya da üretilen işler birer belge mi yoksa reklam mı? Pekâlâ ortaya çıkan işleri değerlendirirken içerik mi yoksa biçim mi bizim için önemli olmalı? Bu saydıklarımın kati bir cevabı olmadığının farkına varmışsınızdır. İşte Tuna’nın da varmak istediği sonuç belki de buydu. Zira dinleyiciler olarak hiçbir soruda fikir birliğine varamadık. Bu konuları tartışırken Capa’nın çok meşhur “Vurulup Düşen Asker” fotoğrafına da atıf yaptı Tuna. Bu fotoğrafı kötü çekilmiş ve kısmen flu bir fotoğraf olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa çekildiği iç savaş dönemine dair uyandırdığı fikirler açısından mı ele almalıyız? Burada yine benim de kısa süre önce blogda yer verdiğim Henri Carter Bresson’dan bir alıntı yaptı: “Keskinlik bir burjuva kavramıdır, oysa içerik her şeydir.

Etkinlik sona erdiğinde, o gün salona ilk gelen izleyiciye bir kitap hediye ederek İzbe Prints isimli hesabın, bu yayını yalnızca baskı ve kargo maliyeti karşılığında sunduğunu belirtti. Bu kitap konser fotoğrafçılığı üzerine hazırlanmış ve kolektif bir şekilde oluşturulmuş. Keşke şansıma ben kazansaydım, burada da yer verirdim. Ancak ilgili profilden sipariş edeceğim. Etkinlik bitti, insanlar salondan ayrılmaya başladılar ve ben de nihayet ayağa kalkıp yanına yaklaştım.

Etkinliğin başından beri çalışmalarıyla ve oldukça samimi tavırlarıyla dinleyicilerin beğenisini kazandığını düşündüğüm Serkan Tuna’yla sosyal medyadan takipleşerek bir de hatıra fotoğrafı çektirdik.

Kendisine kendi adıma teşekkür ediyorum. Eline, emeğine ve Eskişehir’e geldiği için ayaklarına sağlık. Umarım bir konserde yeniden karşılaşabiliriz. Fujifilm Eskişehir’e de bu güzel etkinliklere devam ettikleri için teşekkürü borç bilirim.

History Of War D-Day Özel Sayısı

Son aylarda elime geçen çok değerli yayınlar var sevgili okur. Bu dergileri böyle ara ara bloga da yazıyorum. Arşivciler ve konunun meraklıları için ufak bir Google araması yapıldığında My Resort’ün ilk sıralarda çıkıyor olması oldukça keyif verici.

Takip ettiğim süreli yayınlardan en güzeli olan History Of War Dergisi’nin 6 no.lu Mart-Nisan-Mayıs 2023 sayısı Özel Koleksiyon Sayısı başlığıyla çıktı ve II. Dünya Savaşı‘nın kaderini değiştiren Overlord Operasyonu‘nun amfibi kısmını oluşturan Normandiya Çıkarması‘nın yani D-Day‘in baştan sona tüm hikayesini anlatıyor. Derginin bu sayısı, D-Day’e dair içerdiği askeri ve tarihi bilgilerin yanı sıra oldukça çarpıcı fotoğraf ve çizimlerle de konuya ilişkin Türkçe yayımlanan en iddialı içeriklerden birisi olduğunu ispatlıyor.

Normandiya Çıkarması, dünya savaş tarihinin o güne dek gördüğü en büyük askeri harekatlardan birisi ve en büyük amfibi deniz çıkarma harekatıdır. Planlanmasında Çanakkale Savaşları‘ndaki çıkarmaların esas alındığı söylenir. Zira D-Day’e kadar, Dünya’nın en büyük askeri çıkarmaları Çanakkale Savaşları boyunca gerçekleştirilmiştir. D-Day çıkarmasının arkasındaki isim Amerikalı General Dwight Eisenhower‘dır. Bu başarı kendisini bir anda Dünya’nın en tanınmış askeri kişiliklerinden birisi haline getirdi. Hem savaşın kazanılmasını sağladı hem de General Ike‘ın yalnızca 9 yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin 34. başkanı olmasını sağladı. General aynı zamanda NATO’nun da ilk komutanıdır.

Eisenhower’ın planladığı operasyonu sahada uygulayan isim ise İngiliz General Bernard Montgomery‘dir. Mareşal unvanı alan General Monty, askeri anlamda Eisenhower kadar popüler olamadı. Bu durumda elbette Normandiya öncesinde, Afrika’daki çatışmalarda Nazi tank dehası Erwin Rommel‘i ancak durdurabilmiş olması da etkili oldu.

Dergide D-Day’in deniz çıkarmasının öncülü olan hava harekatı ele alınarak konuya giriş yapılıyor. Operasyonun gerçekleştiği beş sahilin, çıkarma öncesinde hava kuvvetlerince etkili bir şekilde bombalanarak çıkarma yapan birliklerin, Alman artıklarına karşı rahat bir çıkış yapmaları hedefleniyordu. Ancak dergide de yer verilen çeşitli sebepler ve beceriksizlikler yüzünden bombalamanın bazı sahillerde çok da efektif olmadığı görülüyor. Bu noktada da yıllardır süregelen tartışmalara değiniliyor.

Hatta Er Ryan’ı Kurtarmak filmindeki, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı sahneleri arasına ismini yazdıran Omaha Beach sahnelerinde de hava kuvvetlerinin etkisizliğine oldukça göndermeler mevcuttur. Çıkarmanın neredeyse her aşamasıyla ilgili yapılmış çok kaliteli yapımlar var. Çıkarmanın deniz ayağıyla ilgili Er Ryan’ı Kurtarmak, hava indirme ayağıyla ilgili Kardeşler Takımı, planlanmasıyla ilgili Ike: Çıkarmaya Geri Sayım isimli yapımlar mevcut. Bugün bile savaşın muhatabı olan ülkeler, hemen her alanda bu büyük askeri operasyondan besleniyor ve sürekli yeni yapımlar, kitaplar, filmler, oyunlar üretiyorlar. Bu noktada elimizde Çanakkale Savaşı gibi döneminin en büyük askeri olayı varken, bu savaş topraklarımızda yaşanmış ve büyük fedakarlıklarla kazanılmışken ne yazık ki üretebildiğimiz içeriklerin pek de yeterli ve kaliteli olduğunu söyleyemiyorum. Ülkemizde bu büyük mücadeleyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması için gerekli azmi de içeren bu başarıyı hemen her yönüyle, bütün olarak ya da kısmen anlatabilecek çok iyi yönetmenler, oyuncular ve teknik imkanlar olduğuna inanıyorum.

Dergide verilen harita ve çizimler aslında çerçevelenip saklanacak kadar güzel içerikler. Ancak bu görselleri doğrudan dijital grafik olarak bulabilmek çok zor olsa gerek. Ben de o sebeple tarayarak ayrıca arşivledim.

Dergi her ne kadar D-Day Özel Koleksiyon sayısı olarak yayımlanmış olsa da bu ana temanın haricinde başka içeriklere de yer vermiş editörler. Meşhur Osmanlı-Rus Savaşı‘nın anlatıldığı aşağıdaki yağlı boya tablonun güzelliğine vuruldum. Bu tabloyu 1893 yılında Alexey Popov çizmiş. Biraz araştırarak oldukça yüksek kaliteli orijinal çizimini bulabildim. Tablonun ismi Şıpka Geçidinin Savunması. Osmanlı askerleri Rus askerleriyle çarpışıyorlar. Hakim tepede bulunan Ruslar, Osmanlı askerlerini mağlup ediyorlar.

Evet, History Of War ekibine bir kere daha teşekkür etmek gerekiyor. Sadık bir okuyucu olarak tek isteğim, hem bu dergi için hem de kardeş dergi olan All About History için birer “Dizin Kitapçığı” hediye etmeleri. Bu dizinleri periyodik olarak güncelleyebilirler. Hatta baskı maliyetlerinin artmasından çekiniyorlarsa derginin içerisinde verecekleri bir QR kod ile bu dizinleri sürekli güncellenen çevrimiçi bir formata da kavuşturabilirler. Çünkü her iki derginin de elimizde biriken sayıları giderek artıyor ve oldukça detaylı tarih ansiklopedilerine dönüşmek üzereler. Dizinler sayesinde uzun vadede merak edilen isimler, yerler, olaylar ve ekipmanlar hakkında bilgiye ulaşmak çok daha kolay olacaktır.

TÜBİTAK Gökbilim ve Evrenbilim Serisi

2022 yılının son aylarında Ankara‘dan ve Eskişehir‘den özellikle astronomi üzerine epey bir yayın toparladım. Popüler Bilim Kitapları kategorisinde satılan bu yayınlar, hem benim çerez okumalarım oluyor hem de Mert‘in önümüzdeki yıllar içinde okumasını ya da en azından göz gezdirmesini umut ettiğim eğlenceli bilgi kaynakları olacaklar.

Evdeki diğer kitapları da şöyle bir düzenleyince fark ettim ki epey bir gökbilim kitabı almışım bugüne kadar. Gökyüzüne, uzaya ve diğer yıldızlara dair oldukça kaliteli görsellerle desteklenmiş olan bu kitapların büyük kısmı ciltli ve ciddi anlamda güzel kitaplar. Elimde oldukça fazla sayıda TÜBİTAK yayını olmasına karşın bu yazıda özellikle, gökbilim ve evrenbilim temalı olan kitaplara yer vereceğim.

Evrenin Şiiri: 1995 yılında yazılan, Türkçe’ye ilk defa 2000 yılında çevrilen ve 2001 yılında ikinci baskısını yapan kitabın yazarı Robert Osserman. Kitap “Kozmosun matematiksel bir açıklaması” alt başlığı ile yayımlanmış. Dünya’ya felaketten başka bir şey getirmeyen yeni milenyum öncesinde, o dönemde ses getiren ancak şimdi neredeyse birkaç bin dolarlık ekipmanla bile gözlemlenebilecek keşiflerin haberleri büyük yankı uyandırıyormuş. Yazar, Dünya’nın büyüklüğünü hesaplamaya çalışan Yunanlılardan başlayarak Einstein’a ve sonrasında yaşanan gelişmelere kadar, evrenin matematiksel olarak büyüklüğünü, gök cisimlerinin davranışlarını ve her şeyin başladığı patlamanın sonrasında insanoğlunun bu sistemi nasıl çözmek için çabaladığını aktarmaya çalışmış. Uzayın ve gezegenlerin neden “düz” olmadığını da anlatmış. Bendeki baskısı ciltli ve şömizli olan bu kitabı TÜBİTAK ne yazık ki artık basmıyor.

Bulut Gözlemcisinin Rehberi: İlk defa 2006 yılında Richard Hayes ve Daniel Grossman tarafından “Bulut Sevenler Derneği” isimli bir organizasyonun üyelerinin çektiği fotoğraflarla bezeli, anlatım dili olarak da keyifli bir kitap. Adı gibi bir rehber. Yani herhangi bir bulut gördüğünüzde, kitaptaki görsellere bakarak sınıflandırmasını yapabilirsiniz. Bu kitabı TÜBİTAK 2010 yılında hem ciltli hem de karton kapaklı olarak bastı. Kitabın orta kısmında diğer kısımlarından farklı olarak renkli basılmış bölümler yer alıyor. Bu kısım bir test içeriyor ve soruları doğru cevaplarsanız Bulut Gözlemcisi Diploması kazanıyorsunuz. İşin içerisine optik de girince kitap gerçekten dopdolu bir başvuru kaynağına dönüşüyor. Bu kitapla ilgili bir diğer beğendiğim şey ise içerdiği görseller ve dip notlar. Yalnızca bulut fotoğraflarından değil, popüler kültüre yapılan onlarca atıftan ve alakalı çizimlerden bahsediyorum. Daha ziyade bir coğrafya kitabı gibi dursa da Bulut Gözlemcisinin Rehberi, bakışlarını göğe çeviren herkes için dört dörtlük bir kaynak.

Andromeda Galaksisi

Evrenin Kısa Tarihi: Kuşe kağıda, renkli ve pırıl pırıl basılmış bu kitabın bende 1997 tarihli karton kapaklı baskısı mevcut. İlk kez ABD’de Joseph Silk tarafından 1994’te yayımlanan kitap Türkçe’ye Murat Alev tarafından 1997’de çevrilmiş. Çevirmen, bu kitabın kozmoloji ya da evrenbilim alanında Türkçe yazılmış ders kitapları haricindeki ilk kaynak olduğunu ifade etmiş. Yazar ise kitabın Berkeley’de verdiği dersin notlarından şekillendiğini söylüyor. Zaten kitabı incelerken ve belirli konular özelinde okurken de bu ders kitabı havasını oldukça seziyorsunuz. Çok sevdiğim ve yıllardır masaüstü arka planımı süsleyen Andromeda Galaksi‘si ve buna benzer onlarca astrofotoğraf içeren kitap, zaman zaman sizi formüllere boğan bir akademik esere dönüşüveriyor. Yine de ilk helyum atomunun oluşumu, karşı madde, karanlık madde gibi konu başlıkları oldukça kapsamlı. Bu kitabı ne yazık ki TÜBİTAK artık basmıyor olsa da başka bir yayınevi tarafından baskısı halen yapılıyor.

Boylam: 1800’lü yıllardan itibaren çözülmeye çalışılan önemli bir sorun vardı: O anda bulunduğumuz noktayı, nasıl hiç şaşmaz bir şekilde işaretleyebilirdik? Ya da sonsuz bir okyanusun ortasında karalardan uzaktayken aslında tam olarak nerede duruyorduk? Gökyüzündeki yıldızlara bakarak bu sorunu çözebilir miydik? Yoksa bugün en ucuz kol saatinde bile bulunan kronometre denilen icat sayesinde bu sorunu halledebilir miyiz? Cevabı biliyoruz artık, halledebiliriz, John Harrison sayesinde. İşte Boylam isimli bu ciltli ve kuşe kağıda basılmış kitap, İnsanlığın bu engeli nasıl aştığını anlatıyor. İlk defa 1995’te Dava Sobel tarafından sadece metin olarak yazılıp basılan kitap 1998’de William Andrews‘in derlediği görsellerle “Illustrated” formatında yayımlanıyor. Türkçe’ye de 2004 yılında işte bu basımdan Miyase Göktepeli tarafından çevriliyor. Birbirinin devamı olmayan bölümleri ve öykücü anlatımı sayesinde daha ziyade bir coğrafya kitabı olarak da kategorize edebileceğim kitap Dünya ve gökyüzü arasında harika bir bağ kuruyor.

Gökyüzünü Tanıyalım: TÜBİTAK’ın bu alanda en çok baskı yapmış, en çok satmış kitaplarından birisi bu işte. M. Emin Özel ve A. Talat Saygaç‘ın çok meşhur eseri, ilk defa basıldığı 1993 yılından beri 5 kez güncellenip 17 baskı yapmış (2020) ve yaklaşık 50.000 adet satmış. İnanılmaz zengin içeriğiyle yukarıda saydığım kitaplar arasında en klas olanı kesinlikle budur. Bende mevcut olan son baskısında, en arka sayfasında Gökyüzü Atlası Poster eki ve kitapta yer alan içeriklere sesli olarak da ulaşmayı sağlayan kare kodlar yer alıyor. Türkiye’de Türkçe hazırlanarak basılan bu kitap için bu alandaki YÜZ AKIMIZ diyebilirim. Yaklaşık 500 sayfalık eserin çok kapsamlı bir indeksi, Güneş sistemi başta olmak üzere önemli yıldızların özelliklerinin yer aldığı bir Ekler bölümü yer alıyor. Kitap her mevsim için hazırlanmış toplam dört ana bölüm ve bu dört ana bölümü destekleyen dört yardımcı bilgiler bölümünden oluşuyor. Yazarlar içerikleri yalnızca metinlerle değil, çizim ve çoğunluğu mitolojiden alınmış görsellerle destekliyorlar. Karşılaştırmalı reprodüksiyonlar, uzay teleskoplarının çektiği fotoğraflar ve hatta sanat tarihinden önemli tabloların, portrelerin yer aldığı bu kitap mutlak suretle kütüphanenizde olması gereken bir kitap. Şanslıyız ki baskısı var ve fiyatı sadece 42 TL (2022).

Derin Uzay: Simsiyah bir fonta yaldızlı harflerle basılmış kapağına, parlak kuşe sayfalarına bakınca bir prestij kitabı gibi duran bu eser, aslında bir fotoğraf albümü. Govert Schilling‘in hazırladığı kitap 2017 yılında Bilge Tanrıseven tarafından Türkçe’ye çevrilmiş. Diğer kitapların aksine, kitapta yer alan metinler yalnızca görsellerin açıklamalarından ibaret. Dolayısıyla plansız bir okumayla bile birkaç saat içerisinde incelenip okunabilir. Yer verilen her gökcismi için bir pasaport kutusu yer alıyor ve cismin/görselin teknik özellikleri aktarılıyor.

Güneş Sistemi: Güneş’in Etrafında Dönen Gezegenlerin, Uyduların ve Diğer Gök Cisimlerinin Görsel Keşfi alt başlığıyla kuşe kağıda baskılı ciltli olarak sunulan kitap astronomiye ilgi duyan ve yeni başlayanlar için harika bir görsel kılavuz şeklinde hazırlanmış. Marcus Chown tarafından ilk olarak 2011 yılında yayımlanan eser 2019 yılında Türkçe’ye çevrilerek basılmış. 200’ü aşkın sayfasında bine yakın çizim ve görsel yer alıyor. İlk ve orta seviyeli okullarda rahatlıkla kullanılabileceğinden, ilgi duyan çocuğunuza almanızı tavsiye ederim.

Gezegenler: Şimdilik kitaplığımdaki TÜBİTAK basımı son gökbilim kitabım bu. Aslında içerik olarak bir önceki Güneş Sistemi kitabına benziyor. Etkileyici Görsellerle Güneş Sistemimiz alt başlığıyla sunulan bu kitapta diğerinden farklı olarak gerçeklik ve büyüklük/küçüklük algısı üzerine oynayan reprodüksiyon görseller yer alıyor. Boyut olarak oldukça büyük ve bir atlas konseptiyle hazırlanmış. Kuşe kağıda ve ciltli olarak satışa sunulan kitap BBC’de yayımlanan The Sky at Night isimli programın sunucusu Maggie Aderin-Popcock‘ın danışmanlığında hazırlanan bu kitap ilk defa 2014 yılında İngiltere’de basıldıktan sonra 2018’de ülkemizde basılmış. Güneş Sistemi’ndeki her bir gezegenin ilk keşfinden itibaren günümüze kadar gelişmelerini aktaran çok güzel zaman çizelgeleri yer alıyor. Her bir gezegen/uydu için ayrı ayrı başlık ve bölümler hazırlanmış.

Şüphesiz TÜBİTAK, özellikle gökbilim konusunda içeriği ve baskısı kaliteli kitaplar yayımlamaya devam edecektir. Emsallerine nazaran makul fiyatlarıyla TÜBİTAK Yayınları her zaman ilgimi çeker. Dolayısıyla burada sıralanan kitapların elimdeki son kitaplar olmayacağı ortada. Önümüzdeki dönemde yayınevinin uzay ve astronomi konulu yeni kitaplar basacağından eminim. Ancak özellikle yazıda ilk sıralarda verdiğim kozmoloji/evrenbilim kitaplarının, bir süre daha yeniden basılacağını düşünmüyorum. İşin içine sonsuzluğun tanımı ve yazarların yer yer öne sürmekten çekinmediği fazlasıyla cüretkar fikirleri girince, bu kitapların aslında bir tür sansüre uğradığını söylemek gerekiyor. Bundan dolayı özellikle doksanlı yıllarda ve ikibinli yılların başlarında basılan pek çok TÜBİTAK yayını popüler bilim kitabının artık baskısı düşünülemiyor bile. Bunları ancak sahaflardan toplayabiliyoruz. Ancak elbette neye inanıyorsak inanalım, bilimsel bakış açısı bize “dayatılanı değil, okuyup karar verdiğimizi” seçmemizi söylüyor. Ben hayatım boyunca böyle yaptım. Arada bir de gökyüzüne baktım ve seni gördüm.

I. ve II. Dünya Savaşları Kitap ve Film Önerileri

Askeri tarih ve Dünya Savaşları tarihi, yıllardır ilgimi çeken hem akademik hem de popüler kültür alanlarında takip ettiğim konulardır. Bugüne dek okuduğum yüzlerce sayfa kitaptan, izlediğim onlarca saat film, belgesel ve diğer görsel içerikten süzdüğüm yegâne fikir şu: Savaş, insanlığa bulaşan en büyük salgın hastalıktır ve ne yazık ki bu salgını bir türlü bitiremiyoruz.

Dünya savaşları tarihi, medeniyetin ve insanoğlu tarihinin ibret alınası yıkım ve acılarıyla dolu tarihidir. Yaklaşık yirmi yıl arayla patlak veren bu iki savaştan ilki dört, ikincisi ise yaklaşık altı yıl sürmüş, kendi jenerasyonlarını tüketmiş, Dünya nüfusunda kayda değer azalmalar yaşanmış, yaşayan nüfusun savaşlar dolayısıyla doğrudan ve dolaylı olarak neredeyse üçte birinden fazlası etkilenmiştir. Osmanlı Devleti’nin de bu savaşlarından ilkine dahil olarak, yıkımına giden süreci hızlandırdığı ve Kurtuluş Savaşımızı tetiklediğini biliyoruz. Milli tarihimizin en önemli parçalarından birisi olan Çanakkale Deniz ve Kara Savaşları da I. Dünya Savaşı’nın önemli ve küresel ölçekte en büyük kayıplara yol açan bölümlerinden birisidir. Yani bu topraklarda yaşayıp da konuya ilgisiz kalmak çok da mümkün değil.

Neyse, girizgâhı fazla uzattım. Bu yazımda I. ve II. Dünya Savaşları hakkında bugüne bir şekilde okuyup, izleyip beğendiğim ve faydalı olabileceğine kefil olduğum kitap, film, belgesel gibi içeriklerden bahsedeceğim. Ancak şunu da özellikle belirtmek istiyorum ki burada yer verdiğim içerikler bir şekilde karşıma çıkan, gördüğüm, okuduğum içeriklerdir. Yani “bunlardan daha iyisi yoktur” gibi bir iddiam kesinlikle yoktur. Belki de birkaç ay sonra karşıma çok daha iyi bir kaynak çıkacaktır. Yorum olarak “şunu nasıl unutursun?” diyeceğiniz film ve kitaplar olabilir. Lütfen yazıya ulaştığınız platform fark etmeksizin, yorum bırakın. Gelen yorumların yoğunluğuna göre bizzat isminizle ikinci bir yazı da kaleme alabilirim. Ancak an itibariyle tavsiye edebileceklerimi paylaşmaya başlıyorum.

Kitaplar:

Kitaplar konusunda, aşağıda 2. sırada tanıtımını yaptığım infografik kitabının ön sözünde şöyle bir ibare yer alıyor:

“İkinci Dünya Savaşı hakkında yazılmış kitapların sayısı, savaşın bitiminden bu yana geçen saat sayısından fazladır. Bütün zamanların bu en büyük çatışmasına müdahil olan kurumların (silahlı kuvvetler, bakanlıklar, hükumetler, büyük elçilikler, komisyonlar, ajanslar, komiteler, ofisler, misyonlar, işletmeler ve düşünce kuruluşları) ürettiği veri deryasının yanında, yayınlanmış bu kitaplar da devede kulak kalır.”

Dolayısıyla, sadece II. Dünya Savaşı’nı konu alan kitapları toplasanız bile binlerce eserden oluşan bir kütüphaneniz olabilir.

Birinci Dünya Savaşı Tarihi & İkinci Dünya Savaşı Tarihi: Basil Liddell Hart’ın referans kabul edilen bu iki eseri, her biri bin sayfayı aşkın içerikleri, savaşlara dair içerdikleri değerlendirmeler, her iki savaşta da yaşanan muharebelerin tamamına yer vermesi bakımdan oldukça iyi ve hatta bu işin kutsal kitabı niteliğindeki kitaplardır. Ben alır almaz I. Dünya Savaşı’ndaki Çanakkale Cephesi’ne dair yazılanları okudum. Müthiş bir anlatımı var. Çünkü Hart, Birinci Dünya Savaşı’nı bizzat cephede yaşamış, üç kere yaralanmış, zehirli gaza maruz kalmış. Hatta bu gaz yüzünden İngiliz Ordusu’ndan da emekli olmak zorunda bırakılmış. Birinci Dünya Savaşı Tarihi’ni de “Real War” adıyla 1930’da yayımlamış. Şu an okuduğumuz versiyonu bunun düzenlenip genişletilmiş bir versiyonu. İçerisinde bulunduğu savaşa, bir de “tankın icadında rol alarak” katkı sağlamış. Bu açıdan bakıldığında yazdığı kitapların da alanında Dünya’nın en iyileri arasında kabul edilmesi tesadüf değil. İş Bankası Kültür Yayınları’na ve çevirmen Kerim Bağrıaçık’a ne kadar teşekkür etsek azdır.

II. Dünya Savaşı İnfografik: Bu kitap, aslında bu yazıyı da yazmamı teşvik eden eser oldu. Bu yılın ilk günlerinde Kronik Kitap’tan çıkan kitap, formatı bakımından ülkemizde bir ilk niteliğinde. Henüz araştırmadım ancak bunun eğer I. Dünya Savaşı için hazırlanmış bir kardeşi de varsa, umarım yayınevi bunu en kısa sürede çevirip basımını yapar. Kitap altı yıllık savaşı, ele alabileceği neredeyse her açıdan ele alıp savaşa dair on binlerce satır sayısal veriyi görsel hale getiriyor. II. Dünya Savaşı’ndaki çok meşhur D-Day (Normandiya Çıkarması) gibi askeri operasyonlardan, insan ve silah gücüne kadar çeşitli alanlarda okuyucuyu içine çeken bir tasarıma sahip. Üstelik sadece askeri tarih meraklılarının değil, istatistik bilimine meraklı okurların da içerdiği infografik tasarımları bakımından muhakkak suretle kitaplıklarında bulundurması gereken bir eser. (İnfografikler, özellikle sosyal medyanın da etkisiyle on yıldan daha genç bir veri sunuş formatı olarak çok dikkat çekiyor ve ilgi görüyorlar. Ekonomik, sosyal, toplumsal, akademik ve neredeyse hemen her alanda üretilmiş veri yığınlarını görsel olarak ifade etmede kullanılan çok başarılı birer grafik tasarım ürünleri olarak oldukça da popülerler. İnternette herhangi bir konu hakkında infografik hazırlamanızı sağlayan harika şablon sitelerine göz atabilirsiniz.)

Okumaya devam et

Temmuz Dolunayı: Webb Teleskobu, Yolculuk

Ne muhteşem bir dolunay var gökyüzünde! Yılın en sevdiğim ayı olan Temmuz ayından selamlar. Az önce eve döndük ve dolunayı tabak gibi karşımızda görünce, hemen kameramı alıp balkona koştum. Şu yukarıda gördüğünüz dolunay fotoğrafı, yirmi adet fotoğrafın stoklanmasıyla oluşturuldu. Sana armağan ediyorum. Pek çok alışkanlığımı bıraktım ama dolunay beni bir türlü bırakmadı. Bir türlü kaçamadım. İşte diyorum bizim evin orası, sanki bir durak sonrası sensin. Ah be dolunay! Böyle de parlak olunmaz ki gecelerde!

Bu hafta, sosyal medyadaki ve internet ortamındaki başta astronomi platformları olmak üzere, hemen hemen tüm bilimsel platformlarda James Webb Uzay Teleskobu‘ndan bahsedildi. İnsanoğlunun uzaya gönderdiği en güçlü teleskop! NASA, bu kızılötesi teleskobun kaydettiği olağanüstü kaliteli ve detaylı görüntüleri tüm Dünya’yla paylaştı. Daha önce emektar Hubble tarafından çekilenlere göre kat be kat detaylı olan bu yeni görüntülerde önceki fotoğraflarda fark edilmeyen pek çok yeni detay yer alıyor. Bu açıdan bakıldığında, Webb Teleskobu, astro-gözlemcilik alanında yeni bir çağı başlatmış oldu.

Geçen yıl Aralık ayında yörüngeye fırlatılan teleskop, yaklaşık 30 yıllık bir çalışmanın ve kamuoyuna 10 milyar dolar olarak açıklanan maliyetinin bir karşılığı olarak, bugün Dünya’nın hizmetine girebilmiş durumda. 30 yıldır aralıklarla ertelenen fırlatılışı ve dönem dönem başarısızlıklarla sonuçlanan testleriyle NASA’yı da zor durumda bırakan bir teleskop olmanın yanı sıra, emektar Hubble’ı artık kızağa çekecek heyecanlı bir “göz” olarak işini yapmaya hazır.

Daha önce Hubble tarafından çekilen fotoğraflar ile Webb tarafından çekilen fotoğraflar karşılaştırıldığında astronomiyle uzaktan yakından alakası olmayan kişiler bile bu ikinci teleskobun çektiklerini rahatlıkla ayırt edebilir.

Üst Hubble, Alt Webb

Artık gökyüzünde bir toplu iğne başı kadar gözlemlediğimiz alanda bile milyonlarca yıldız olduğunu biliyoruz. Belki milyonlarca yeni sistem ve yeni Dünyalar… Yıllar önce Carl Sagan‘ın “Soluk Mavi Nokta“sını ilk defa görüp okuduğumda yaşadığım o hissiyatı yine yaşadım. Sagan’ın “Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun içinde bulunuyor… Her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, her umut dolu çocuk, her mucit, her kâşif, her ahlak hocası, yozlaşmış her politikacı, her şöhret yıldızı, her “yüce önder”, her aziz ve günahkâr işte orada yaşadı; bir güneş ışınında asılı duran o toz zerreciğinin içinde.” cümlelerini okuduğumda kendimi koskoca evrende bir toz zerresi olarak hissetmiştim. İşte Webb Teleskobuyla görüntülediğimiz bu yeni sınırlara sahip evren de bana bu hissi yaşattı. İçerisinde milyarlarca yıldız olan şu bulutsunun fotoğrafına baktım yeniden. Dünya’mız şuradaki en parlak yıldız bile olamayacak kadar küçüktü. Kendini evrenin merkezine koyan öğretinin aksine, evrenin önemsiz ve rastgele bir parçası olduğunu idrak etmek insanın (üstelik gezegende dolaşan en gelişmiş yaratık olarak) canını acıtıyor.

Bir dönem masaüstü görselim de olan kozmik uçurumun fotoğrafının bizzat Webb tarafından çekilen çok yüksek çözünürlükte indirmek isterseniz Evrim Ağacı sitesinden aldığım şu bağlantıya tıklayın. Dosya çok ama çok yüksek ççözünürlükte (124 MB boyutunda ve 14500×8400 piksel). Yıllar sonra bu bağlantı çalışmazsa bana şuradan mesaj atın. Dosyayı size ileteyim. Son olarak, ailemizin astrofizikçisi Ömer Abi‘yle bu gelişmeyi konuşmak üzere buluşacağım. O görüşmemizden de güzel bilgiler derleyeceğimden eminim.

Haftaya uzun bir yolculuğa çıkacağız. Sürücülük kariyerimin en uzun mesafesi olacak. Yıllar sonra ilk defa Alper ve Sercan‘la ortak bir plan yapabildik. O yüzden biraz heyecanlıyım. Bu yolculuğa cumartesi gecesi çıkacağız. Bu hafta bitene kadar bloga bir yazı daha yazmayı planlıyorum. Daha sonra ise ufak bir kesinti olacak. Ancak dönüşte her şey planladığım gibi olursa güzel bir “Gezdim Gördüm” yazısı da sizlerle buluşacak. Görüşmek dileğiyle!