Category Archives: Kategorisiz Öylesine

Herhangi bir kategoriye dahil edemediğim ama yazdığım yazılar bu kategoridedir.

Nisan Dolunayı ve Köşe Başındakiler

Yerel seçimlerden sonra, günler şaşırılacak şekilde durgun ve bir birinin aynısı geçmeye başladı işyerinde. Mutluyuz, işimizi yapıyoruz. Öyle çok fazla da son dakika kaosları yaşamıyoruz. Bu sayede tam da olması gerektiği ruh haliyle evlerimize dönüyoruz.

Arada sürprizler yapsa da özellikle bayram tatilinden sonra Eskişehir’e bahar geldi diyebiliyorum, havalar ısındı. Bu da benim açımdan heyecan verici bir gelişme demek: Bisiklet sürmeye başladım. Artık işe bisikletle gidip geldiğim günler başladı ve o kadar mutluyum ki! Bazen dönüş yolunda, güneşin batmaya yöneldiği doğrultuda bakışlarımı tam da karşıya dikerek sürüyorum. Bisikletim caddeler, sokaklar ve insanların arasından süzülüyor. Kesişim noktamız lastiklerimin değdiği toprak ve ciğerime dolan hava onlar binlerce suretin arasından…

Ve çok daha özel bir kitle ise sabahçı arkadaşlarım. Arkadaş diyorum ama bakışlarındaki umursamazlık ve sabırsızlıktan başka hiçbir şeylerini bilmiyorum. Adları nedir? Yaşları nedir? Neden her sabah bu köşe başında oturup o buz gibi taşlara bekliyorlar? Ve nasıl oluyor da hepsi aynı aynı boya şişesinden çıkmış gibi karanlık kimseler? Tekinsiz muhabbetler dönüyor olmalı aralarında. Neden sonra dolunaydan birkaç gün evvel, bir minibüsün yanaştığını ve bu köşe başındakilerin üşüştüğünü gördüm. Minibüsün önünde minik bir tabela asılıydı. İşte bu tabelada yazan birkaç kelime aradığımı cevabı veriyordu bize.

Şaşırarak bakıyorum,
Nasıl da birbirimize benziyoruz.
İşte ben ayağımda yarım yamalak bir kundura,
Cebimde yarısı bitmiş sigara paketi,
Belki diğerinde yeni paketin parası, birkaç kuruş.

Birkaç kuruş,
Düşünüyorum ancak bir çorba parası,
Bir çorbayla doyar mı insan?
Yine en güzeli çay sigara diyorum,
Açlığı değil ama düşüncelerimi bastırmak için.
Susmayan, belki hak diyen, belki kader.

İşte şimdi şu saatte,
Bizler birbirimize bakıyoruz ve benziyoruz.
Bir imzanın uğruna, aynı yorgun gözlerle bakıyoruz,
Bir gün daha yorulup ellerimizi iki yana açabilmek için.

Bu sabahçı taife, denetimli serbestlikten yararlanan eski mahkumlardan ibaretti. Anlaşılan her gün aynı saatte, bir yerlere imza vermeye gidiyorlardı. Peki rastlaştığım her sabah, bu yüzleri çok az gülen kimseler neler konuşuyorlardı? Daha önce denetimli serbestlikten yararlanan eski mahkumlarla bir arada bulunmuş, hatta bu kişilere eğitim bile vermiştim. İnsanın ardını görmeye çalışıyor gibi bakıyorlardı bana. Sadece bakışlarını yönetmeyi becerebilirseniz, kitleyi de yönetiyordunuz.

Beni bilirsin. Böyle kıyıda köşede kalmış hikayelere bayılırım. Sana bu yönümü pek sevdiremedim. Seninle olmanın cehennemde olmaya benzer bir yanı varsa o da beni anlamadığın anlardır. Utanıp sıkılıp kaçıp kurtulmak istediğim anlar. Bu garip, oldukça garip bir hissiyat olmuştur benim için. Çok az defa, sen yokken, böyle hissettim.

İhsan Oktay Anar Külliyatı – 2024

Türkiye’de İhsan Oktay Anar ve külliyatı denilince akla gelen, bu üstada dair ülkede en çok yazıyı yazan blog bu blogdur. Google’a “İhsan Oktay Anar Külliyatı” yazdığınızda yazarın resmi künye sayfasından sonra ilk sırada benim taa 2017 yılında yazdığım şu yazı çıkıyor.

Bu yazıyı yazdığım günden bu yana, altı yıldan daha uzun bir süre geçti. Yazıyı yazdığım tarihte, kütüphanemde bulunan tüm kitaplarını baskı yılları ve sahip olduğum baskılarına göre listelemiştim. Kitaplar hakkında kısa bilgiler verip her bir eserin bende hissettirdiklerinden bahsetmişim.

Esasen blogda oldukça güncel bir İhsan Oktay akışı var. Yazarın her yeni adımını haber veriyorum. Ancak yine de bu parça parça duyurduğum işlerin ve kitapların derli toplu ve meraklıları için bir referans olması amacıyla yeni bir tablo oluşturmaya karar verdim.

Yıllar önce yazdığım yazıyı biraz daha güncelleyerek yeniden kaleme aldım. Güzel haber ise bu içeriği gönderi olarak blogda yayımladıktan sonra podcast olarak da kaydedip bloğun podcast kanalında yayımlayacağım.

Yolculuğumuz 1995’te başlıyor. Puslu Kıtalar Atlası yayımlandığında, herhalde o dönemin edebiyat eleştirmenleri oldukça şaşırmışlardır. Zira ilk defa bir yazar fanteziyi tarihle iç içe ve “büyülü bir gerçeklikle” yorumluyor, kendi kurguladığı bir paralel evrende adeta mucizeler yaratıyordu. Üstelik bunu yaparken bilimin olanca gizemini de kullanıyordu ki okuyucuların beyinlerinde şerareler ardı ardına beliriyordu. Gerçekle düşü ayıran çizgiyi neredeyse yok ediyordu.

Puslu Kıtalar Atlası’nın ilk kez yayımlandığı tarihten bugüne kadar yaklaşık 29 sene geçti ve bu eser adını Türk Edebiyatı’nın kült eserleri arasına çoktan yazdırdı bile. Hatta yirminci yıl özel baskısı bile yapıldı çok güzel bir cilt ve şömizle birlikte. Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay’ın yayımlanmış olan yedi romanı içerisinde en çok okunan, en çok bilinen ve ne yazık ki popüler kültüre en çok çerez yapılmaya çalışılan romanıdır. Oysaki hemen her sayfasında bambaşka bir lezzet, bambaşka bir sır ve kim bilir ucu nerelere uzanan bambaşka atıflar vardır. Ve çok az okuyucu kitaplardaki göndermelerin farkındadır.

Bu noktada bazen isyan ediyorum. Keşke, İhsan Oktay Anar, bu kitapla tıpkı Tolkien gibi, George R. R. Martin gibi yepyeni bir evren kurgulasaydı ve tüm eserlerinde bu evreni kullanıp geliştirseydi. Gerçi evet, kısmen, yaptığı iş buna benziyor biraz. İkisi hariç, tüm kitaplarındaki olaylar Osmanlı döneminde geçiyor. Ancak Efrasiyab’ın Hikayeleri ve Galiz Kahraman’da Osmanlı sonrası genç Cumhuriyet dönemini anlatıyor.

Yolculuğun bir sonraki adımı ise Kitab’ül Hiyel. 1996 yılında, “Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri” alt başlığıyla yayımlandı. Bu romanda, bir öncekinin aksine, öykülerde anlatılan icatların çizimleri de yer almaktadır. İhsan Hoca, bu çizimleri de bizzat kendisi yapmıştır. Her biri, birbirine bağlı olan öyküleri tam 94 farklı ağızdan nakletmiş, okurken bu kişilerin lakapları bile kahkaha krizine sokmaya yetiyor okuyucuyu. Mizah, İhsan Oktay’ın kitaplarında hep vardır. Bu öyküde de dozunu ustalıkla tutturmuştur. Kitap, 144 sayfa olmasına rağmen, yapılan atıfları tek tek araştırıp bulmaya kalktığınızda okuması iki üç gün sürebiliyor. Puslu Kıtalar, yola çıkmak için olmazsa olmazdır. Kitab’ül Hiyel ise yola çıkarken alınacak en leziz yolluktur. Kitab’ül Hiyel, 2018 yılında Gregory Key tarafından İngilizceye çevrilerek The Book of Devices ismiyle Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Türkiye’de yayımlanan tek İngilizce İhsan Oktay Anar kitabı da halen bu kitaptır. Bu kitabın Oliver Dolbeau tarafından tasarlanan kapağı tek kelimeyle muhteşem. Aynı yayınevi belki birkaç kitabı daha çevirip yayımlar diye düşündüm ancak geçen yıllar içerisinde ne yazık ki bu olmadı.

Efrasiyab’ın Hikayeleri, 1998 yılında yayımlandığında, İhsan Oktay’ın üçüncü kitabı olmasının yanı sıra, Puslu Kıtalar Atlası’nda sürekli bahsedilen Efrasiyab isimli kahramanın hikayelerinin de nihayet yayımlandığı düşüncesiyle büyük heyecan yaratmıştı. Ancak, Puslu Kıtalar Atlası’nda bahsedilen Efrasiyab ile kitapta bahsedilen Cezzar Dede’nin pek de alakaları yoktu. Üstelik kitaptaki olaylar tahminen 1950-1970 arası dönemde geçiyordu. Eh, önceki kitaplardaki o tarihi ögelerle iç içe geçmiş fantastik kurguları bulamayan okurların gözünde Efrasiyab’ın Hikayeleri, en zayıf eser olarak kendine yer edindi. Ancak bu haksızlık bence. Bu kitabın benim için bir önemi de annemin de okuduğu ilk ve tek İhsan Oktay kitabı olmasıdır. Ayrıca bu kitapta blogda ve podcast kanalımda yer verdiğim Gehinnom kavramına da bir atıf vardır.

Yaklaşık 7 yıllık bir aradan sonra, 2005’te, üstelik aynı yıl içinde tam dört baskı yaparak, Amat yayımlandı. Aman yarabbi o ne kitaptı öyle! Seval’in doğum günü hediyesi olarak aldığı bu kırmızı kapaklı kitabı, evden okula, okuldan eve giderken dolmuşlarda ve otobüslerde okudum. O nasıl bir kurgu, o nasıl bir ters köşe etmektir öyle! Evet, Puslu Kıtalar Atlasını ilk defa bitirip başımı kaldırdığımda gözlerim sevinçle parlıyordu. Hayatımın en önemli yazarlarından birini bulmuştum ve üstelik yıl 2007 idi. Ancak Amat’ı bitirdiğimde gözlerimde oluşan parıltıyı, dehşete düşmüşlük, şaşkınlık ve hayranlığın bir karışımı olarak tanımlayabilirim. Puslu Kıtalar Atlası’ndan sonra en sevdiğim ikinci kitaptır. Kitabın adında dahi bir gönderme, bir oyun var. Dahası okudukça denizcilikle ilgili bu kadar çok Osmanlıca terimi nasıl da ustalıkla kullanmış bu adam diye mest oluyorsunuz.

Çok bekletmemiş ve 2007’de Suskunlar’ı patlatmış bu sefer de hoca. Eflatun rengi bir roman bu. İletişim Yayınları’nın da yeni tek tip kapak baskılarından önce yayımladığı son İhsan Oktay Anar romanı. 2007’de yayımlandığında özellikle Amat’ın getirdiği başarı ve aldığı ödüller sayesinde Suskunlar, Puslu Kıtalar Atlası’ndan sonra, hocanın en çok bilinen romanı olmuş. Benim şansım, 2007’de Puslu Kıtalar Atlası’nı keşfedip bu dünyaya dalınca, karşımda okuyabileceğim bir tanesi de yeni yayımlanmış tam dört tane roman olmasıydı. Dolayısıyla o yıl benim için İhsan Oktay Anar yılı oldu. Hayatım, düzenim, hayal gücüm ve hatta blogum bile, o dönem onun etkisine girdi. Suskunlar’ın bendeki baskılarından bir tanesini birkaç yıl sonra bir arkadaşıma hediye ettim, belki o da bu dünyaya ilgi duyar diye. Bir de unutmadan, benim İhsan Oktay Anar kitaplarım notlarla, işaretlerle ve çevirilerle doludur. Özellikle ilk eserlerini benim kitaplarımdan okumak, alçak gönüllü olamayacağım, bir ayrıcalıktır. Çünkü kitaplardaki hemen her göndermenin açıklaması vardır. Bunları bulmak, araştırmak için saatlerim ve günlerim gitti. Suskunlar, diğer tüm kitaplar arasında beni ilk defa biraz korkutan kitap oldu. Kitaptaki bir sahne, okuduğum gece rüyama girmişti hiç unutmuyorum. Tıpkı öncekiler gibi, bu kitapta da müzik ya da onun ifadesiyle musikîye dair tüm terminoloji Osmanlıca.

Taa 2012’de yayımlandı Yedinci Gün. Önce İletişim Yayınları’nın yeni kapak tasarımı şaşırttı. 180 dereceyi eşit açılara bölünmüş halde gösteren çizimleri içeren kapağı ve sırtta yapılan renk değişikliklerini güzel buldum. Böylece İletişim Yayınları, İhsan Oktay Anar kitaplarını artık yepyeni bir seri halinde basıyordu. İtiraf edeyim, Yedinci Gün ustanın en az okuduğum kitabıdır. Ortasından dalıp bitirmeleri saymazsak baştan sonra herhalde ancak iki kere okumuşumdur. Ancak burada da hoca boş durmamış, havacılığa ve bugün bile tartışılan birtakım uygulamalara merak salmış. Aşk’ın insana neler yaptırabileceği, tüm diğer eserler arasında en iyi şekilde bence burada tarif edilmiş. Aşk, Döjira, ahh. Yine bu kitabın bir bölümde, blogda ve podcast kanalımda yer verdiğim Gehinnom kavramına ufak bir atıf var.

Geldik 2014’tün ilk aylarına. Galiz Kahraman yayımlandı. Hayatımın belki en unutulmaz yıllarından birisi olan 2014’te, kitabın yarısını yolda, yarısını da rüyalarda okudum. “Mevcude’nin çekilmez hoppalığını” ben biraz “sevimli ve tahrik edici” bulsam da kitaptan süzülenler yalnızca bu tahrikler değildi. İlk defa basında, sağda solda İhsan Hoca’nın bu kitabı birilerini iğnelemek, eleştirmek için yazdığı iddia edildi. Yanılmıyorsam tam da bu dönemde, İhsan Oktay’ın yazmayı bıraktığı iddia edildi. Bizler dehşete düşmüş, hocayı ikna etmek için açılan Facebook gruplarına üye olurken, neyse ki bir açıklama yaptı ve yüreklere su serpti. Galiz Kahraman’da, öykü boyunca İdris Amil Hazretleri’ne gülüyor ve Efgan Bakara zavallısına acıyoruz. Hoca, burada ilk defa kalemi kırıyor ve haykırıyor, aşk acı çekmektir arkadaş! İlginç bir nida ile başlayan kitap bu sefer yerine oturmuş ve gülümseten, aynı nidayla bitiyor: Hüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjt! Nah-ha! Kitabın içerisinde bir kahraman elinden hiç gelmediği halde bir roman yazmaya girişiyor. Ancak bırakın yazı yazmayı, okumayı dahi bilmediğinden o esnada bulunduğu evin kitaplığında bulunan birkaç kitabı alıp rastgele bölümlerini kırparak kendisine “yepyeni” bir roman oluşturuyor. Bu komik formülün tutup tutmadığını kitabı okuyanlar biliyor. Ancak esas yazar, burada bahsettiği romanların isimlerini aslında gerçekte mevcut olan ve Dünya edebiyatının önemli eserlerinden olan romanlardan seçerek küçük esprilerle süslemiş. Bu romanlar kitapta bahsedildiği isim ve yazarlarına kıyasla orijinal isim ve yazarlarıyla şu şekildedir:

  1. Mevcude’nin Çekilmez Hoppalığı – İlhan Kundura (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği – Milan Kundera)
  2. Pederler ve Mahdûmlar – İrfan Turhangil (Babalar ve Oğullar – Ivan Turgenyev)
  3. Cemaziyelevveli Yoklarken – Parsel Pürüz (Kayıp Zamanın İzinde – Marcel Proust)
  4. Sanatkârın Ter Bıyık Olarak Sûreti – Cezmi Coz (Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi – James Joyce)
  5. İstifrâğ – Cankul Serter (Bulantı – Jean Paul Sartre)
  6. Nurdan Cami Kamburu – Fikret Fügo (Notre Dame’ın Kamburu – Viktor Hugo)

Galiz Kahraman’dan sonra tam 8 yıl geçti. Dedikodular gerçekmiş, artık yazmayacak diye düşünüyorduk. Ancak 2022’de Everest Yayınları bombayı patlattı! İhsan Oktay Anar’ın son romanı olan Tiamat, hem karton kapaklı hem de çok şık ciltli kapağıyla yayımlandı. Romanımız, süre olarak diğer tüm romanların aksine yalnızca iki gecelik bir macerayı anlatıyor. Burada bir parantez açmak gerekirse, Efrasiyab’ın Hikayeleri de Cezzar Dede’nin bir gecesini anlatıyor ancak paralel olarak ilerleyen öykülerle bu zaman dilimi genişlemiş oluyor. Tiamat romanında kahramanlarımız bir grup denizciden, denizaltı askerlerinden oluşuyor. Everest Yayınları, yeni romanı tanıttığında “Tiamat” adını ilk defa duyan ortalama okurların bir kısmı, “Bu romanın daha önce yayımlanan Amat romanıyla alakalı” olacağı gibi yorumlar/tahminler yazmışlardı. Gerçekte ise Tiamat, mitolojik bir karakterdir. Babil’in meşhur Enuma Eliş destanında adı geçen, denizde yaşayan ve kaosun sembolü olan Tanrıçadır. Tüm bu saptamalardan sonra yine bir denizcilik romanıyla karşılaşınca şaşırdım. Amat’ta bir Osmanlı kalyonuyla fantastik bir yolculuğa çıkmıştık. Bu sefer yine bir Osmanlı denizaltısıyla denizin dibinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Ve bu geminin MORS’ta telsiz kodu T1AMAT. Bu kitapla ilgili olarak o dönem blogda yazdığım yazıya ilave olarak bir de podcast kaydetmiştim.

İlk okumada biraz zayıf bulduğum eseri 2023 yılı içerisinde bir kere daha okudum ve ilk okumanın heyecanıyla kaçırdığım bazı detaylar yakaladım. Kitap bitince de İhsan Oktay Anar’ın sanatının büyüklüğüne şapka çıkardım.

Bu çizimler İstanbul’da yapılan bir sergiden. 1-Suskunlar (Eflatun sesi arıyor), 2-Amat, 3-Puslu Kıtalar Atlası (Uzun İhsan Efendi), 4-Puslu Kıtalar Atlası (Ebrehe), 5-Puslu Kıtalar Atlası (Pazar Sahnesi Resimli Roman), 6-Amat (Kalyon sarayı selamlıyor)

Eveeet, buraya kadar bahsettiğim tüm kitaplar, İhsan Oktay Anar tarafından yazılıp yayımlanan kitaplar. Yalnızca bir tanesinde, Kitab’ül Hiyel’de kısmen de olsa görseller, çizimler görebilmiştik. İstanbul’da yapılan bir sergi haricinde, İhsan Oktay’ın karakterlerinin neye benzediği konusunda kimsenin bir çıkarımı yoktu. Sadık okuyucular, “Uzun İhsan’ı bir görsem, Ebrehe nasıl bir tip?” diyerek romanları okuyor, hayaller beyinlerin en derin kıvrımlarından akıyordu. İşte, 2015’te bir diğer bomba patladı ve usta çizer İlban Ertem, Puslu Kıtalar Atlası’nı resimli roman olarak uyarladı. Ama ne uyarlamak! Her biri olağanüstü güzellikte binlerce görselle bezenmiş, 300 sayfaya yakın ve gerçek bir atlas boyutunda bir kitap! Burada İletişim Yayınları’na biraz kızgınım. Çünkü 2015’te yapılan ilk baskı ince karton kapaklı olarak yayımlandı. Aynı yılın sonlarına doğru ise ikinci baskı bu sefer kalın karton kapaklı ve ciltli olarak, daha bir güzel yayımlandı. Mecburen ikisini de almak zorunda kaldık.

Resimli romanda yer alan ve Efrasiyab’ın bazı maceralarının bahsedildiği kısım

Hocanın birkaç istisna dışında, hemen her kitabında kendine çaktığı bir selamı var. Bazen bizzat kendini yerleştiriyor bazen de düpedüz kendisini tarif ediyor. Her kitapta da bir meslek dalına ait detaylı bilgiler veriyor. Yani kitabın konusunda bizzat o meslek dalı yer alıyor. Şöyle ki;

  • Puslu Kıtalar: lağımcılık, tünel inşa işleri
  • Kitab’ül Hiyel: mühendislik, Makine mühendisliği
  • Amat: denizcilik
  • Suskunlar: Müzik
  • Yedinci Gün: havacılık, mühendislik
  • Galiz Kahraman: kısmen aşçılık
  • Tiamat: denizcilik
Kitapİlk Basım YılıSahip Olduğum Baskılar
Eski Karton Kapak BaskısıYeni Karton Kapak Baskısı
Puslu Kıtalar Atlası19956. ve 29. Baskı54. Baskı
Kitab’ül Hiyel199616. ve 18. Baskı27. Baskı
Efrasiyab’ın Hikâyeleri199815. ve 19. Baskı31. Baskı
Amat20051. ve 5. Baskı15. Baskı
Suskunlar20071. Baskı11. Baskı
Yedinci Gün2012—–1. ve 2. Baskı
Galiz Kahraman2014—–1. Baskı
Puslu Kıtalar Atlası 20. Yıl Özel baskı2015Tek Baskı (Ciltli, Şömizli)
Puslu Kıtalar Atlası (Resimli Roman)20151. Baskı (Karton Kapak)
Puslu Kıtalar Atlası (Resimli Roman)20152. Baskı (Ciltli)
The Book Of Devices20182. Baskı
Tiamat20201. Baskı (Karton Kapak)
Tiamat20201. Baskı (Ciltli, Şömizli)

Evet, elimdeki tüm İhsan Oktay Anar romanları bu şekildeydi. 2017’de yazıdğım ilk yazıya göre epey bir kitap eklendi. İçeriği de güncelledim. Blogumu birazcık kurcalarsanız üstadın sağda solda, dergilerde ve çeşitli yayın organlarında yayımlanmış hikâye ve denemelerine de ulaşabilirsiniz. Türkiye’de İhsan Oktay Anar’ı en çok seven, sayan ve yazan blog My Resort’ten şimdilik bu kadar. Yepyeni romanlarda buluşmak dileğiyle.

Yılın Son Dolunayı: Yolun Sonu

İşiniz çok kolay, gidin, bakın, tutanak tutup geriye gelin” dedi. “İyi madem, dönerken de postaneye uğrarım. Göndereceğim mektuplar var” diye tamamladım ben de. Onaylayan bir bakış attı. Yanımdakilere gülümsedim ve dışarı çıktık.

Hava oldukça soğuktu. Soğuğa direnmeye çalışıp birkaç dakika daha bineceğimiz aracı bekledim. Araç geldiğinde ise tek hamleyle yerime geçip oturdum. Böyle soğuk havalarda, dışarı çıkmak bir yana, yaşamaktan bile nefret ediyor insan. Nefret edecek çok az şeyim vardı zira.

Aracın sıcaklığı rehavete, rehavet uykuya, uzayan yollar düşlere dönüştü. Uzaklarda kalmış bir baharı düşümde gördüm. Çiğ damlaları yapraklarda ve ışık huzmeleri, binlerce renk oynaşıyor üzerlerinde. Yeşilin tonları, ötelerde beyaz doruklar uzanıyor. Bu bahçeyi görmüştüm. Burada seninle el ele yürümüştük. Elimde ellerinden başka bir şey de yoktu o vaktiler.

Düşler diyorum ya, araç sallanıyor ve ben bambaşka dünyalara, denizlere ve derinlere gark oluyordum. Gide gide upuzun bir yolun sonuna varıyorum. İki yanımdaki birer kıvılcım da nihayet sönüyor ve karanlığın içerisinde kalıyorum.

Sonra önümde basamaklar görünmeye başlıyor. O meşhur film gibi tıpkı. Dolunay sıyrılıyor ve ışık karanlığı deliyor. Basamaklar belli belirsiz kıvrılıyor ve hiçliğin içerisinden o penceresiz, o mezar gibi karanlık ama bir tuhaf, cennete varıyor gibi göğe yakın kulübe beliriyor. Birkaç eşin dostun sesini duyuyorum. Sevda bağırıyor “Çıkma sakın”. Sercan tutuyor “Dur durduğun yerde!” “Sen nereden çıktın Sercan?” Ötede beride bağrışmalar “Yapma!

Kulübenin basamakları yavaş yavaş tükeniyor. Öyle kimseyi duymaya da mecalim yok zaten. Yaklaştıkça ısınıyor vücudum, soğuk havadan eser yok. Göğe yükselmek gibi sanki. “Böyle mi hissetmiştir acaba?” diyorum senin için. “Dolunayım, ellerimden kayarken böyle mi hissetmiştir?” Işığın gözümü alıyor ve nihayet kulübenin kapısından içeri giriyorum. İçerideydim.

Birden Serdar dürtükleyiverdi. “Kalk artık” dedi. “Yolun sonuna geldik.” Baktım, koskoca bir yılı bitirmişiz yahu. Yol bitmiş. Üstelik yol bizi yanlış yere getirmiş. Yolda binlerce canımızı yitirmişiz, felaket olmuş. Skandallar yaşanmış, yalanlar söylenmiş, vefasızlıklar yapılmış, şiddetin her türlüsü günlük hayatın bir parçası olmuş. İçerisinde yaşadığımız toplum bambaşka bir hale dönüşmüş. Şehitler toprağa düşmüş. Zengin olmayı değil, en azından aynı kirayı ödeyebilmeyi hayal etmişiz o da olmamış. Ben uyurken neler olmuş neler… Ve işte yol bitmiş. Güle güle 2023.

2023 yılının son yazısıydı bu. Görsel için değerli kardeşim Ferit‘e teşekkür ederim. Bir sonraki yazım geleneksel olduğu üzere “2023 Yılımın Özeti” yazısı olacak. Çok üzülüp çok yıprandığımız, yine de yaşam tarzımızdan, hayatı algılayış biçimimizden asla taviz vermediğimiz, Cumhuriyet’ten de vazgeçmediğimiz bir yıl oldu. Müzik dinledik, kitaba doyduk, biraz gezdik, yazdık, çizdik ve kaydettik. Umarım sizlere rahatsızlık vermedik.

Gillette Blue 3 Koleksiyonumun Yeni Üyeleri – Kartpostallar

Koleksiyonunu yaptığım pek çok arasında insanların en ilgi duyduğu ve görünce şaşkınlıklarını dile getirdikleri şeyler Gillette markalı tıraş bıçaklarım oluyor. Hatta blogun üst sekmesinde bu koleksiyonum için ayrı bir sayfa bile yer alıyor.

Gillette Blue 3 tıraş bıçaklarının Türkiye’de satışa sunulan tüm modellerini 2014 yılından beri topluyorum. Bazıları sürekli olarak üretilmeye devam etse de bazı modelleri (renkleri) artık bulmak imkansız.

Neredeyse üç yıldır yeni bir Gillette Blue 3 modeli üretilmiyordu. Ben de son bir yıldır bu koleksiyonumun artık nihayete erdiğini ve sergilemek için kalıcı bir camekan yaptırmanın zamanının geldiğini düşünüyordum. Geçen hafta Migros’ta Blue 3 Plus Cool ve Blue 3 Comfort Slalom isimli yeni modelleri görünceye kadar…

Blue 3 Plus Cool

Özellikle son iki yıldır üçe katlayan fiyatlarıyla, bırakın koleksiyon yapmayı satın alırken bile iki kere düşündüren bir ürün haline geldi artık tıraş bıçakları. Elbette bu durum yerli markaların işine yaradı. Neyse ki düzenli tıraş olmamız yönündeki yasal gereklilik, yerinde bir mahkeme kararıyla iptal edildi de artık sadece gerektiği yerde ve gerektiği kadar tıraş oluyoruz. Dolayısıyla pahalı da olsa kullanım sıklığım azaldığı için halen Gillette’in bıçaklarını almaya devam ediyorum.

Gillette markası, elbette ürün yelpazesini sadece Blue 3 kullan at bıçaklarıyla sınırlandırmıyor. Blue 3’ün bir de yalnızca başlıklarının değiştiği Sensor 3 modeli var. Bıçak olarak Blue 3 bıçaklarının aynısını kullanıyor ve fiyat olarak daha ucuz. Çok uzun süredir bu modelde tek bir sap üretilmişken artık üç farklı renkte sap olduğunu görüyoruz.

İşte yıllar sonra eklenen bu yeni modellerden sonra koleksiyonumun son hali.

Gillette Blue 3 Koleksiyonum (Mayıs 2023)
Gillette Mach 3 ve Mach 3 Turbo Koleksiyonum (Mayıs 2023)

Geçen hafta Perşembe günü oldukça yorucu bir etkinlikten sonra eve gidip bayıldım. Tüm geceyi de yarı baygın geçirdim. Ertesi gün bir nebze olsun kendime geldim. İşyerine gelip masamın üzerinde Caner’in Avrupa turu esnasında İtalya’dan yolladığı kartpostalları görünce çok ama çok sevindim. Tüm gün yine koşuşturmacayla geçse de, Caner’in güzel sürprizi sayesinde günün geri kalanını ayakta geçirebildim.

Koleksiyonumda epey bir kartpostal var. Bu fotoğrafta gördükleriniz ise son altı ayda sevgili arkadaşlarımın bana yurtdışı seyahatlerinden gönderdikleri şehir kartpostalları. Elbette bu koleksiyonumun ilk taşını koyan sevgili Alper’i anmadan geçmeyeceğim. Onun seyyahlığı ve güzel fikri sayesinde, bu kartpostallarım artık elle tutulur bir biriktirme tutkusuna dönüştü.

Şu anda yurtiçi ve yurtdışında kartpostal gönderimi halen en ucuz postalama şekli. Zarfsız ve takipsiz olduğu için hemen hemen tüm uluslararası posta teşkilatlarında kartpostal gönderisi en ucuz gönderilerdir. Dolayısıyla siz de ister yurtiçi ister yurtdışı olsun, yaptığınız seyahatlerden güzel bir anı bırakmak ya da sevdiklerinize ucuz ve uzun yıllar boyu unutulmayacak bir sürpriz yapmak isterseniz kartpostal gönderebilirsiniz.

Yeni nesil bilmez” klişesine girmeyeceğim çünkü biliyorlar. Örneğin bu fotoğrafta yer alan iki kartpostal, çok sevdiğim iki genç meslektaşımın bana gönderdikleri kartlar. Çekya için Buket’e ve Auschwitz için Fatih’e çok teşekkür ederim. Düşünüp vakit ayıran ve bu koleksiyonumun bir parçası olan tüm arkadaşlarıma da teşekkür ederim.

Bir Takım Başarısız Tamiratlar

Bazen bozuk bir şeyi, ihtiyaçtan değil, sırf yapabilecek miyim diye tamir etmeye çalışırım. Blogda yayımladığım tamir yazıları da çoğunlukla başarılı olan tamiratlarıma ait olanladır. Eh, bir de perdenin arka yüzü var doğal olarak. Tamir edemediğim, tamir olsa da eski randımanına kavuşamayan cihazlar var. Önceki gün ortalığı şöyle bir toparlayayım dedim. Bu cihazlardan bazılarını görünce belki bu tecrübelerim birilerinin işine yarar diyerek bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Tabletlerden başlayayım. Bu ilk tablet, zamanında Fatih Projesi’yle öğrencilere dağıtılan General Mobile E-Tab 4 marka modelli bir emektar tablet. Bir süre kullanıldıktan sonra bu cihazın bataryası ölmüştü. Bir çekmecenin dibinde öylece yatıyordu. Yıllar sonra elime alınca içinden tamir etme isteği geçti. İşe koyuldum. İnternetten muadil bataryasını satın aldım önce. Batarya gelince de tablete montajını yaptım ve çalışmadı. Bunun üzerine satın aldığım siteden (Trendyol) iade edip para iadesi talep ettim. Ancak işgüzar satıcı, bana para iadesi yerine yeni bir yedek batarya yolladı. Bana gelen ilk batarya faturasız, fişsiz, kutusuz geldiği için açıkçası bu gelen bataryadan da pek umudum yoktu. Ancak bu sefer talihim döndü ve ikinci defa gelen batarya çalıştı. Cihaz yıllar sonra açıldı.

Hızlıca girip cihazı sıfırladım ancak Fatih Projesi’nden gelen tabletlerde bir yazılım sorunu vardı. Neredeyse hiçbir şey yüklenemiyordu. Bunun için yazılımın kırılması gerekiyordu. Fakat o da ne? Tabletin şarjı bitti. Şarj aletini takınca dünyam başıma yıkıldı: Tabletin şarj soketi de bozuktu. Bunun üzerine, internetten bu tablete uygun bir şarj soketi aldım. Alisa Elektronik’ten Ali Abi’ye cihazı teslim ettim. Ali Abi sağ olsun soketi ve şarj entegresini düzgünce tamir etti.

Artık tablet şarj alıyordu. Ancak bu sefer de yazılım kırma işlemini yapamadım bir türlü. Defalarca rom atmayı denesem de bir türlü cihaz kabul etmedi. Dolayısıyla artık çalışan ancak başka bir uygulama yüklenemediği için “yalnızca çalışmakla yetinen” bir tabletim var.

Bir diğer tableti ise tablet furyasının ilk dönemlerinde yani yıllar önce kardeşim için almıştım. Pirana Business Tab isimli bu cihaz, Mustafa’ya uzun süre hizmet ettikten sonra ne olmuşsa olmuş ve ekranı kırılmıştı. Ben de o yıllarda Eskişehir’deki bir tamircide ekran değişimi yaptırmıştım. Ancak bu ekran değişimi ne yazık ki tabletime yaramadı. Tablet yavaşladı, performansı düştü ve neredeyse kullanılamaz hale geldi. Geçen gün bu tableti de yıllar sonra kutusundan çıkarıp çalıştırdım. Çalıştı evet ama aşırı ısınıyor ve ne yazık ki kilitleniyor. Yazılımı ise oldukça eski olduğu için nereyse hiçbir uygulamayı çalıştıramıyor. Bu da öylece amaçsızsa kaldı elimde.

Tıraş makineleri oldukça sık kullandığımız cihazlar. Ancak içlerindeki piller artık ölüp şarj tutmamaya başlayınca bunların performansları da bitiyor. Bir biri ardına bozulan bu iki cihaz için yeni şarjlı piller alıp cihazların içerisinde lehimledim. Ancak ne olduysa bu yeni pilleri bir türlü makinelerin içinde şarj edemedim. Şarj olmadığı için de makineleri bir daha çalıştıramadım. Bunun üzerine makinelere bir modifiye yapmaya karar verdim. Tıraş makinelerinden birisi iki adet, diğeri ise bir adet 1,2 voltluk şarjlı pille çalışıyordu. Bunların devrelerine müdahale ederek güç kaynaklarını makinelerin dışına çıkardım. Güç kaynaklarını 18650 dediğimiz 3.7 voltluk şarj edilebilir pillerle destekledim. Bu pillere ait yuvaları da cihazların üzerine monte ettikten sonra tıraş makinelerini yeniden ve çok daha güçlü olarak kullanabilme imkânım doğmuş oldu. Bu sayede elimde bolca bulunan ve hemen her cihazda kullanabildiğim 18650 şarjlı pil mucizesini tıraş makinesine de entegre etmiş oldum.

Bu tip harici ve dahili batarya dönüşümleri yapabilmek için elimde oldukça çeşit pil yuvaları var. Farklı büyüklük ve adetlerde piller için bu yuvaları toparlayıp kullanıyorum. Uzun süredir kullandığım şu led’li ışıldağa bir bakın mesela. Bu ışıldak normalde kuru tip aküyle çalışıyordu. Bu akü de artık ölüp şarj falan tutmamaya başlayınca yine aynı işlemi yapıp güç kaynağını 18650 pille değiştirdim. Artık kamplarda şarj problemi olmadan, oldukça uzun ömürlü ve güçlü 18650 pilleri kullanıyorum.

Bazen olmuyor. Beceremiyorum. O zaman bile vazgeçmiyorum ben. Eskisi gibi olmuyorsa yeni bir şekilde, yeni bir yöntemle ama aynı doğrultuda olmasını sağlıyorum. Hayatımda bana keyif veren bunun gibi çok az şey var.

Dolunay: Hayaller, Kadınlar, Dilekler

Burası bir mezarlık!”, diyebildim. Soluğum kesildi. Şaşkın bakışlarına aldırmadan bir öne bir geriye koşturmaya devam ediyordum. Burası bir mezarlık! “Dur bir saniye, ne mezarlığı? Üstelik bu dağ başında?” Uzaktaki sıra dağlar ve tepeler dizisi sislere karışmıştı. Rüzgar hiç durmadan esiyor, soğuk hava içime işliyordu. Böylece birkaç dakika daha heyecanla koşturdum. Ardımdan hızlı adımlarla koşup yetişti ve omzuma dokunarak bir kere daha sordu: Ne mezarlığı?

Bak”, dedim. Şu rastgele dökülmüş gibi duran taşlara bak! Hiç şüphe yok, bunlar mezar taşı. Böyle rastgele durmalarında bile bir düzen var aslında. Dikkat et, şu büyükçe olan taşın üzerinde durup bakarsan her uzak tepenin hizasına bir sıra taş düşüyor.

Bıkkın gözlerini devirdi. “Altı üstü taş toprak işte, hayal kurmayı bırak”, dedi bana. “Sen öyle san, burası bir mezarlık” dedim, içimden.

—-oo—-

8 Mart’ta Dünya Kadınlar Günü‘nü kutladık. Böyle kestirmeden söylüyorum kusura bakmayın. Türlü türlü isim ekleniyor her sene. Emekçi kadınlar, ezilenler kadınlar… Yeni yeni kapsamlar getirilmeye çalışılıyor. En yalın haliyle, Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun! Tam bir yıl önce bugün Mert‘in tatlı bir heyecanı vardı. Öyle böyle derken nasıl geçti zaman hayret ediyorum. Önceki gün şu görseli paylaştı arkadaşlarımdan bir tanesi. Aslında bu başlı başına bir yazının konusu bile olabilirdi. Ama şüpheye düştüm: fotoğraf gerçek mi? Biraz araştırdım doğruymuş. 1960’lı yıllarda İngiltere’de “eşit işe eşit ücret” konusunda, kadınların yaptığı bir eylemde çekilmiş bu fotoğraf. İşaretli olan pankartta “İngiliz kadınları, Türk kadınlarından daha mı değersiz?” yazıyor. Türkiye’deki kadınların, hakları ve toplumda gördükleri değer konusunda 2023’te geldikleri noktaya bak!

Bazı güzel kalplerin, marteniçkalarını ağaçlara astıklarını gördüm. Dilekleri kutlu ve umutlu olsun! Bir güzel haber sevgili arkadaşımız Mustafa‘dan geldi. 7 Mart günü küçük Bilge dünyaya geldi. Sağlıklı ve mutlu bir ömrü olsun.

Bahar geliyor. Bahar geliyor ama görünen o ki büyük bir kuraklıkla geliyor. “Yeter be kardeşim, felaket tellalı mısın?” demeyin. Çevre mühendisiyim. Yerüstü ve yer altı su kaynaklarımızın tükendiğini, her yıl bir önceki yıla göre mevsim normallerinin altında kaldığını sağdan soldan duymuyorum, bizzat görüyorum. Kaygılıyım. Susuz kalmak, Dünya’daki en büyük savaş sebebi olacaktır. Açlığı, fakirliği, hayat pahalılığını, kadın cinayetini, ahlaksız ev sahiplerini bir şekilde diğer insanlara, toplumun büyük kitlelerine benimsetebilirsiniz, ancak susuzluğu kanıksamanın, geçiştirmenin, olmamış gibi yapmanın henüz bir yolu bulunamadı.

Depremden bu yana, çalıştığım kurum pek çok çalışanını bölgeye sevk etti. Zaman geçtikçe, bölgedeki ihtiyacın niteliğine göre bizim meslek grubunun da gitmesi gerekebilir. Bu sebeple her an her şey olabilir, yola çıkabiliriz. Ya da daha önce benzer işlere hiç gitmemiş birileri gider, biz de sıramızı bekleriz. Dediğim gibi, bekliyorum. Deprem korkusu özellikle ilk haftalarda Eskişehir’de yerel basının gündeminden hiç düşmedi. Adı her yerde okuduğum bir hoca var. Hangi taşı kaldırsak altından çıkıyor. Ne yazık ki şehir kamuoyu, onun gerçekçiliği büyük şüphe uyandıran çıkarımlarına bel bağlamış durumda. Şehrimizdeki ilgili mühendislik bölümlerindeki bilim insanlarını göreve çağırıyorum. Söz sahibi olan sizsiniz. Bize yeni yüzler, yeni fikirler gösterin.

Son olarak şu kolaja bayıldım. İtalyan öğretmen ve astrofotoğrafçı Marcella Giulia Pace, 10 yıl boyunca düzenli olarak dolunay fotoğrafları çekiyor ve Dünya’nın atmosferinden dolayı Ay’ın görüntüsünde meydana gelen renk tonu değişikliklerini bu şekilde belgelemiş oluyor. Elbette bu noktada fotoğrafçının aynı ekipman, aynı konum, benzer şartlarda bu çalışmayı yapmış olduğunu kabul ediyoruz. Aydan yansıyan ışınların yılın farklı günlerinde ve Dünya’nın farklı noktalarında objektiflere farklı şekillerde ulaştığı ortada. Bunu sürekli olarak aynı şartlarda yapınca ortaya işte böyle dikkat çekici bir iş çıkıyor. Aslında bu fikir yeni bir fikir değil. Kıymetli hocam Levend Kılıç, dört ya da beş yıl önce katıldığım bir söyleşide bu fikrin hiçbir zaman ölmeyecek, parlak bir tema olduğunu söylemişti. “Makinenizi alın ve aynı sokağın fotoğrafını çekmeye devam edin. Bir süre sonra neyi kast ettiğimi anlayacaksınız” demişti. Ben bunu iş yerimde yapıyorum. Beş senedir bana eşlik eden manzaramı, sırf bu fikirden yola çıkarak kayıt altına alıyorum. Neyse, bu aylık dolunay yazımız burada sona eriyor. Yakın zamanda, birkaç kitap alışverişi yazısı yer alacak blogda. Görüşürüz.

Şubat Dolunayında Gelen Yıkım

Böyle yazmışım 1999 yılında tuttuğum günlüğüme. (O yıllarda günlük tutuyor muydum? Evet tutuyordum) Tarihler 16 ve 20 Ağustos 1999. İşte o gün deprem gerçeğiyle tanıştığım, depremin hayatımızın geri kalanına yapabileceklerini kavramaya başladığım ilk günlerdi. Henüz 11 yaşındaydım. Depremden kilometrelerce uzakta, Eskişehir’in dağları ve kayalıklarıyla meşhur ilçesi Sivrihisar’da oturuyorduk. O yaz gecesini sokakta deprem korkusuyla geçirmek biraz oyun gibi de gelse, “Ya evimiz yıkılırsa?” korkusuyla yüzleşmemi sağlamıştı. Tam on beş sene sonra, Gelibolu’da güpegündüz şahit olduğum deprem ise hayatımda ilk defa hissettiğim ve ayaklarımı yerden kesen depremdi. Banyomuz yıkıldı, terhis olana kadar yangın musluğundan yıkandık. Aradan 24 yıl geçti. Felaket tam da bir dolunay gecesi, yine geldi memleketimize.

O günden beri içimden bir şey yazmak da yapmak da gelmedi. Elim varmadı. “Duygularımı hapse girmeyecek şekilde ifade edemiyorum.” Yaşadığım öfkenin en makul izahı, Feyyaz’ın bu cümlesi oldu.

5 Şubat gecesi Ankara’da uyumak üzere uzanmışken aklımda bu düşüncelerin zerresi bile yoktu. Ertesi gün Eskişehir’e dönecek, o haftayı yıllık izinli olarak geçirecek, planlı işlerimi yapacaktım. Bu düşüncelere dalmışken uyuyakaldım. Aynı gece sabaha karşı Kahramanmaraş merkezli olarak kopan kıyamet, sadece ülkenin güneydoğusunda 11 ilimizi değil, tüm Türkiye’yi yıktı geçti. Bu deprem tam da Cumhuriyetin 100. yaşında, başımıza gelen en büyük felaket oldu. Yaşanan onca acı, çaresizlik, kabiliyetsizlik, yalan ve iftira yetmezmiş gibi, yetersizliği uluslararası ölçekte de tescillenen organizasyonların ayyuka çıktığı bir afet yaşadık.

Hatay’a giden kuzenim, İskenderun’da enkazda çalışan arkadaşım, Gaziantep’e görevlendirilen arkadaşlarımız, Kahramanmaraş’ta bulunan arkadaşım ve bunlar gibi birinci ağızlardan dinledim depremin gerçek etkilerini. Yıkımın ve ölümün gerçek boyutlarını onlar anlattılar sesleri titreyerek. Televizyonda, kamerayı yalnızca işine geldiği açıyla tutan, çadır güzellemesi yapan kanallardan değil, bu dostlarımın gönderdiği fotoğraflardan ve videolardan anladım facianın etkilerini.

Bu fotoğraf internetten değil, bizzat sahada hasar tespit çalışması yapan arkadaşımın objektifinden. Kalitesiz bir beton örneği

Bu millet çok büyük” dedi bir tanesi. “İnan orada ilk üç gün yalnızca bu fedakâr milletimiz, elleriyle kazdı toprağı” dedi. “Bir tarafta bu insanlar uğraşırken, bir arka sokakta ise ‘fedakâr olmayan başka bir milletin mensubu olan kimseler’ yağma yapıyordu, büyük gruplar halinde” dedi. Sonra görevi başında saldırıya uğrayan arkadaşlarımızı aradım. Benzer şeyleri anlattılar.

Bu görüntüyü sanalsantiyecom’un Instagram hesabından aldım. İnşaat mühendisliğ ive teknolojileri hakkında internette daha iyi bir site yok.

İşte böyle. Şubat dolunayı, 6 Şubat’ta hiç öyle eskisi gibi hoş hayallerle değil, bu ülkenin en acımasız gerçeği olan depremle, milyonlarca ton hafriyatla, kaybolan binlerce hayatla, o küçücük çocukların buz kesilmiş elleriyle, enkaz altında ölmeden cehennem yaşayan masumların gözyaşlarıyla geldi.

Doğru yerlere, çaresiz afetzedelere ve dürüst kuruluşlara yardım etmenin yanında, daha başka ne yapabiliriz? Bu asırlık cumhuriyet, bu çileli halk, altında kaldığı bu enkazı kaç yılda kaldıracak? Bu şehirlerimiz eski güzel günlerine dönebilecek mi? Ülkemize sülük gibi yapışmış, başka bir milletin mensubu olan bu yağmacı güruhtan ne zaman arınacağız? Soruların cevapları, herkese göre farklı. Sorunun sebebi her vatandaşa göre farklı. Hatta ortada bir sorun olmadığını bile iddia edenler var. Ne güzel ülke ama!

Bugün Mart ayının ilk günü. Bahar başlıyor. Bana bir marteniçka hediye edin, güzel bir dilek tutayım. Belki bu sene dileğim gerçek olur. Dolunay yazılarında kısacık planlarımdan, müzikten bahsetmeye, öyküler yazmaya alışmıştım ne güzel. Bu yazılar yıllardır sürdürdüğüm bir gelenek haline gelmişti. Bununla mutlu da oluyordum. Ulan şu kadarcık mutluluk bile fazlaymış bana. Mart dolunayında tam bir ay olmuş olacak. Bir karar verdim. Bu depremi unutmayacağım. Bu depremi en azından ülkede bir şeylerin değişmeye başladığını, bilimin biraz daha öne çıkmaya başladığını hissettiğim ana dek unutmayacağım. Bu depremi unutmamak için hemen her gün baktığım blogumun en tepesine bir not bırakacağım.

“Türkiye’de 6 Şubat 2023’de seri depremler oldu. Bu depremlerde on binlerce insan öldü. Alması gereken kimse inisiyatif almadı. Bunu unutma.”

Ağ, Puzzle Restorasyonu

İş çıkışıydı. Yaz mevsiminin son günleri olması canımı epey sıkıyordu. Eve gitmek üzereyken Sevda ve diğer arkadaşların kamelyada oturduklarını gördüm. Hepsi dikkatle bir noktaya bakıyorlardı. Yanlarına gidince dikkatle baktıkları şeyin müthiş örülmüş bir ağın ortasında avını bekleyen bir örümcek olduğunu gördüm. Fazla vakit kaybetmeden, öyle havadan sudan konuşup biraz herkese veda ettim ve eve yollandım. Sevda ise ben uzaklaşırken hala bu yaratığın düzgün bir fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Nihayet çekmeyi başarınca bana yollamış. Eve gelip telefona baktığımda bu fotoğrafı gördüm. Görür görmez aklımda şu iki cümle belirdi: “Boşluktayım. Bacaklarımı oynatmaya çalışıyorum ancak boşluk kontrolü ele almış.” Ve sonrasında bu küçük öykü bir bir döküldü aynı ağın üzerine. Birilerine yem olmak için.

Boşluktayım. Bacaklarımı oynatmaya çalışıyorum ancak boşluk kontrolü ele almış. Ne bir adım ileri ne de her şeyden vazgeçip geriye dönemiyorum. Öyle irili ufaklı parıltılar var etrafımda, dört dönüyorlar. Önce anlam vermek gerekecek. Dur bakalım, bir düşün, tanımaya çalış nerede olduğunu. Şöyle bir bak etrafına. Neredesin? Yapış yapış bir ağın üzerinde tutsak gibiyim. Boşuna debelenme. Üzerini örtüyorlar gibi bir his bu. Pekâlâ, duralım o halde. Düşünelim. Nasıl atacağım kendimi bu yapış yapış ağın üzerinden? Nasıl kurtulacağım giderek içimde büyüyen ‘eyvah yem olacağım’ hissinden? Öylece durup beklemeye başladım. Kaç zaman sonra bilmiyorum, ani bir kahkaha koptu kulaklarımda. Ah annem, sen neye dalıp gittin böyle? Hafif bir rüzgâr esti, örümcek hızla kayboldu ağın üzerinde. Haydi, artık dönmeliyiz.

Tıpkı bizim şu yapbozumuz gibi, Utkuların da tam 10 yılı aşkın süredir yapılmayı bekleyen bir yapbozları vardı. Van Gogh‘un meşhur The Starry Night (Yıldızlı Gece) tablosunun bu 1000 parçalık yapbozu öyle senelerdir ellerinde duruyormuş. Pandemi döneminde evlere tıkalı kalan yüz binlerce çift gibi onlar da bu puzzle’ı tamamlamaya karar vermişlerdi.

Bir puzzle’ın bitişinde sizi mutlu etmeyecek tek bir durum vardır: Eksik bir parça çıkması. Öyle olmuş. Tek bir parça eksik çıkmış. Üreticiden tedarik etmeye çalışmışlar ancak nafile. Bunun üzerine konuyu bana taşıdılar. El birliğiyle ve dijital baskıcılığın nimetlerinden yararlanarak eksik parçayı üretmeye karar verdik.

Söz konusu resim belki de dünyanın en meşhur çalışmalarından bir tanesi olduğu için internette yüksek çözünürlüklü bir versiyonunu bulmak oldukça kolay oldu. Daha sonra bu versiyonları, yapbozun orijinal ebatlarına göre yeniden ölçeklendirip tam da parçanın eksik olduğu kısmı işaretleyerek çıkardım.

Elbetteki yüzde yüz uyum sağlamak imkansızdı. Bu yüzden Utku aldı eline fırçasıyla boyalarını ve rötuşları bizzat kendisi tamamladı. Nihayet 10 yılı aşkın süredir kutusunda bekleyen yapboz cilalanıp çerçeveletilmeye hazır hale geldi. Eline emeğine sağlık Utku!

Temmuz Dolunayı: Webb Teleskobu, Yolculuk

Ne muhteşem bir dolunay var gökyüzünde! Yılın en sevdiğim ayı olan Temmuz ayından selamlar. Az önce eve döndük ve dolunayı tabak gibi karşımızda görünce, hemen kameramı alıp balkona koştum. Şu yukarıda gördüğünüz dolunay fotoğrafı, yirmi adet fotoğrafın stoklanmasıyla oluşturuldu. Sana armağan ediyorum. Pek çok alışkanlığımı bıraktım ama dolunay beni bir türlü bırakmadı. Bir türlü kaçamadım. İşte diyorum bizim evin orası, sanki bir durak sonrası sensin. Ah be dolunay! Böyle de parlak olunmaz ki gecelerde!

Bu hafta, sosyal medyadaki ve internet ortamındaki başta astronomi platformları olmak üzere, hemen hemen tüm bilimsel platformlarda James Webb Uzay Teleskobu‘ndan bahsedildi. İnsanoğlunun uzaya gönderdiği en güçlü teleskop! NASA, bu kızılötesi teleskobun kaydettiği olağanüstü kaliteli ve detaylı görüntüleri tüm Dünya’yla paylaştı. Daha önce emektar Hubble tarafından çekilenlere göre kat be kat detaylı olan bu yeni görüntülerde önceki fotoğraflarda fark edilmeyen pek çok yeni detay yer alıyor. Bu açıdan bakıldığında, Webb Teleskobu, astro-gözlemcilik alanında yeni bir çağı başlatmış oldu.

Geçen yıl Aralık ayında yörüngeye fırlatılan teleskop, yaklaşık 30 yıllık bir çalışmanın ve kamuoyuna 10 milyar dolar olarak açıklanan maliyetinin bir karşılığı olarak, bugün Dünya’nın hizmetine girebilmiş durumda. 30 yıldır aralıklarla ertelenen fırlatılışı ve dönem dönem başarısızlıklarla sonuçlanan testleriyle NASA’yı da zor durumda bırakan bir teleskop olmanın yanı sıra, emektar Hubble’ı artık kızağa çekecek heyecanlı bir “göz” olarak işini yapmaya hazır.

Daha önce Hubble tarafından çekilen fotoğraflar ile Webb tarafından çekilen fotoğraflar karşılaştırıldığında astronomiyle uzaktan yakından alakası olmayan kişiler bile bu ikinci teleskobun çektiklerini rahatlıkla ayırt edebilir.

Üst Hubble, Alt Webb

Artık gökyüzünde bir toplu iğne başı kadar gözlemlediğimiz alanda bile milyonlarca yıldız olduğunu biliyoruz. Belki milyonlarca yeni sistem ve yeni Dünyalar… Yıllar önce Carl Sagan‘ın “Soluk Mavi Nokta“sını ilk defa görüp okuduğumda yaşadığım o hissiyatı yine yaşadım. Sagan’ın “Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun içinde bulunuyor… Her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, her umut dolu çocuk, her mucit, her kâşif, her ahlak hocası, yozlaşmış her politikacı, her şöhret yıldızı, her “yüce önder”, her aziz ve günahkâr işte orada yaşadı; bir güneş ışınında asılı duran o toz zerreciğinin içinde.” cümlelerini okuduğumda kendimi koskoca evrende bir toz zerresi olarak hissetmiştim. İşte Webb Teleskobuyla görüntülediğimiz bu yeni sınırlara sahip evren de bana bu hissi yaşattı. İçerisinde milyarlarca yıldız olan şu bulutsunun fotoğrafına baktım yeniden. Dünya’mız şuradaki en parlak yıldız bile olamayacak kadar küçüktü. Kendini evrenin merkezine koyan öğretinin aksine, evrenin önemsiz ve rastgele bir parçası olduğunu idrak etmek insanın (üstelik gezegende dolaşan en gelişmiş yaratık olarak) canını acıtıyor.

Bir dönem masaüstü görselim de olan kozmik uçurumun fotoğrafının bizzat Webb tarafından çekilen çok yüksek çözünürlükte indirmek isterseniz Evrim Ağacı sitesinden aldığım şu bağlantıya tıklayın. Dosya çok ama çok yüksek ççözünürlükte (124 MB boyutunda ve 14500×8400 piksel). Yıllar sonra bu bağlantı çalışmazsa bana şuradan mesaj atın. Dosyayı size ileteyim. Son olarak, ailemizin astrofizikçisi Ömer Abi‘yle bu gelişmeyi konuşmak üzere buluşacağım. O görüşmemizden de güzel bilgiler derleyeceğimden eminim.

Haftaya uzun bir yolculuğa çıkacağız. Sürücülük kariyerimin en uzun mesafesi olacak. Yıllar sonra ilk defa Alper ve Sercan‘la ortak bir plan yapabildik. O yüzden biraz heyecanlıyım. Bu yolculuğa cumartesi gecesi çıkacağız. Bu hafta bitene kadar bloga bir yazı daha yazmayı planlıyorum. Daha sonra ise ufak bir kesinti olacak. Ancak dönüşte her şey planladığım gibi olursa güzel bir “Gezdim Gördüm” yazısı da sizlerle buluşacak. Görüşmek dileğiyle!

Soğuk Bir Dolunay Akşamı

Ne yapacağız seninle? Ne zaman bitecek bu öfkemiz? Çok uğraştım, çok özledim ve çok daha fazla düşündüm. Aklım başıma sonradan geldi. Eh biraz da pişmanlık elbette.

Yörüngene girebilmek hiç de küçümsenemeyecek bir çabayı gerektiriyor. Bu güç kollarımda kalmadı artık. Ancak yine de bırakamıyorum. Bir gözümü teleskoba, bir diğerini objektife koymaktan vazgeçemiyorum. O parlak kurşuni güzelliğini gördüm yine. Kim bilir ne zaman giymişsin beyazlarını. Çok şeyler değişmiş ancak ilk hecen hep aynı kalmış.

Ay doğmadan çok önce yanmaya başlamıştı içimde hatıralar. Geceyi beklemeye gerek kalmadan. Geceler, dolunay geceleri bir senle aydınlanıyor, bir de giderek tükenen hatıralarla. Bu kışın son dolunayı da bu akşam böylece yükseliyor gökyüzünde.

Bu ay, son olarak annem ve babamın da sırayla covid olması sonucunda tüm aile bireylerimiz covid olma haklarını kullanmış oldular. Özellikle annemin hastalığının biraz ağır geçmesinden dolayı yine bir süre evde Mert‘e ben baktım. Bir yandan iyi oldu. Devam eden bazı işlerimi epey kolayladım böylece. Ancak diğer yandan da yorulduğumu itiraf etmeliyim. Çocuğa bakmak çok zor iş gerçekten. Bizimki gibi iki yaşına yaklaşan bir çocuğunuz varsa tam da bu döneminde onun peşinde olmak muazzam yorucu olabiliyor.

Birkaç gün sonra YDS‘ye başvuracağız. Çoğul konuştum çünkü dairede böyle bir hareket başladı, birbirimizi teşvik ediyoruz. Serkan ve Numan‘ın gelmesiyle geride kalan ay bir solukta geçti desem yalan olmaz. Şanlıyız çünkü başta bu ikisi olmak üzere şubemize ve dairemize yeni gelen arkadaşlarımız çok kral insanlar. Umarım uzun yıllar böyle güzel zamanlarımız olur.

Önümüzdeki dönemde biraz yoğun olarak kitap yazıları yazacağım. İhsan Oktay Anar‘ın çok uzun süredir beklediğimiz yeni romanı Tiamat nihayet raflara ulaştı. Ben de internetten siparişimi vermiştim, onu bekliyorum. Başta İhsan Oktay olmak üzere, epey keyifli içerikler hazırlıyorum. Güzel bir bahar mevsimi yaşarız umarım. Son olarak fotoğraf Serdar Abi‘nin objektifinden. Renkleri çok ilham verici olduğu için paylaştım.