Merhaba sevgili okur. Ülke bu haldeyken yazı yazmak gelmiyor içimden. Zuhal Topal gibi “Hayat devam ediyor” deyip reyting kasmak amacım da yok. Zaten bu blog, hiçbir zaman böyle amaçların blogu olmadı. Bazı yazılar çok sevildi okundu. Bazılarını ise bir kişi bile okumadı. Sorun değil. Ben, hissettiğimi yazdım hep. Eğlenceli olduğunu düşündüğüm şeyleri anlattım. Ya da yüreğime açılan yaraları gösterdim. Böyle böyle kaç yılı geride bıraktı My Resort. Yarın, belki bir patlama olur, ben de sebepsiz yere, ne olduğunu bile anlamadan, hangi ideoloji uğruna olduğunu bile bilmeden, kurban edilmiş olabilirim. Ya da senin bindiğin otobüs, tren birazdan havaya uçurulabilir. Sıkıntı ölmek değil. Sıkıntı ölümlerin bu kadar alışıldık hale gelmesi. Sıkıntı bu durumun artık şaşırtmaması. Buz kesmiş olmamız.
2014 yılı Temmuz ayının sonlarında, askerden geldiğimden beri, akıllı telefon kullanmadım sevgili okur. Parasızlık, inat ve nihai olarak daha çok parasızlık gibi sebeplerden kendime en azından en temel uygulamalara erişebilmemi sağlayacak bir akıllı telefon almadım, alamadım. Geçtiğimiz günlerde İzmir’den bizi ziyarete gelen dayım sayesinde bu sorun çözüldü.
Hayır, dayım bana yeni bir telefon almadı. Dayım ve babamın katkılarıyla, en küçük kardeşim Mustafa’ya yepyeni bir telefon alındı 🙂 Mustafa’nın eski telefonu olan Galaxy S3 Mini ise yeni sahibine, yani bana geçti. Ancak Mustafa okuldayken telefonu yere düşürmüş ve haftalardır ekranı kırık olarak kullanıyormuş. Bu durumda telefonun bu kırık camını değiştirmek gerekiyordu. Ben de İstanbul’daki arkadaşımız Serhat’la iletişime geçtim. Sağ olsun telefonun ön camını sıfırladı ve gönderdi. Kendim de bir orijinal arka kapak aldım ile temperli cam aldım ve telefon tıpkı kutudan çıkmış gibi oldu. Evet, artık WhatsApp‘ım var ve evet çılgınlar gibi Trivia Crack oynuyorum. Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim. Trivia Crack isimli bir bilgi yarışması var, efsane! Telefonu kullanmaya başladığım ikinci günden itibaren etrafımdaki tüm arkadaşlarımla oynamaya başladım. Meğer ne kadar çok oynayan varmış! Diğer salakça oyunlar gibi saatlerce gözünüzü ayırmadan oynamanıza da gerek yok. Sıra size geldiğinde isterseniz ertesi gün bile oynayabilirsiniz.
Yeniden akıllı telefon kullanmak kısa sürede bile fark yarattı hayatımda. Blog için aklıma gelen fikirleri kaydedip aktarmak çok daha kolay oluyor böylece. Telefonu yıllar önce aldığım Bluetooth klavye ile kullanabildiğimden evdeyken çok pratik olabiliyor. Telefona bir de Slim Armor kılıf aldım. Şimdi elimdeki telefon, ses sistemi arabadan pahalı Şahin arabalar gibi duruyor.
Şimdi tabi alışverişten bahsetmişken elime geçen bir iki güzel kitaptan da bahsetmezsem olmaz. İlk kitabımız bir klasik olan,pek çok farklı yayınevinden yayımlanmış versiyonları bulunan Franz Kafka‘nın en yanlış anlaşılan, en az hissedilen ve ne yazık ki popüler kültürce en çok sulandırılmış eseri, Milena’ya Mektuplar. Kafka’nın o mektupları nasıl bir ruh haliyle yazdığını umursamaz kimse. Kullandığı cümleleri kopyalayıp profile yazmakla”kitabı okuduk” mesajı vermeye çalışmak çok daha kolaydır.
Kitap dikkatimi pembe renkli sırtıyla çekti. Kitabın öyküsünü ilk defa okuduğumda, sevdiğim kadınla da paylaşmıştım. Hatta kısa süre sonra aile dostumuz Hazal‘ın da elinde gördüm. Kaçamak kaçamak okumaya başlayınca, “Lan dedim, ben de bir tane kendime alayım bundan.” (Ben kendime hep “lan” diye hitap ederim.) Ama normalde bu kadar kötü birisi değilim. Her neyse, Kitap Yason Yayınevi’nden çıkmış. Dağıtımcı ise tanıdık bir isim: İnsancıl Sahaf. Tıpkı büyük yayınevlerinin basımlarında olduğu, dip notlarla desteklenmiş eser. Kitabı yeniden okumaya başladım. Bazı mektupları özellikle işaretliyorum. Kafka’nın ruh halindeki değişimler o kadar açık ki. Ancak böylesi bir ızdıraba katlanan birisi mutluluğu hak ediyordur. Hemen ilave edeyim. Milena’ya Mektupları, yakın bir dostun ihaneti, vasiyete hıyaneti sayesinde okuyabiliyoruz. Dolayısıyla neresinden bakarsanız bakın, Milena’ya Mektuplar’da göreceğiniz şey aşk, çaresizlik ve ihanet olacaktır. Geçen gün iş yerinde Şemre ve Ramazan, ölümden başka her şeye çare var demişti. Şu an sahip olduğum ruh haliyle cevap veriyorum: Ölüm aslında en büyük çare.
Diğer bir güzel kitabımız ise Christopher Nolan‘ın en iyi filmlerinden birisi olan Prestij‘in senaryolaştırıldığı kitap olan The Prestige. Christopher Priest‘ın 1995 yılında yayımlanan ve yayımlandığı yıl en iyi fantastik roman ödülünü alan kitabı. Milena’yı bitirir bitirmez Prestij’i okumaya başlıyorum. Çünkü filmini en az üç dört defa izlediğim için kitap beni daha çok heyecanlandırıyor. Kitapta çok daha fazla ayrıntı bulabileceğimi tahmin ediyorum. İlk defa filmini izlediğim kitapları sonradan okumak, okuduğum her satırda filmden kareleri ve yüzleri aklımda canlandırmamı sağlıyor.
Geçtiğimiz gün Migros‘tan alışveriş yaparken yine tesadüf eseri birkaç tane güzel filmin VCD’sinin 1 liraya satıldığını gördüm. 1 lira nedir lan? Boş kutu alıyorsun o fiyata. Dayanamadım tabi, gözüme çarpan, elime geçenlerden aldım attım sepete. Evdeki discman VCD’de oynatabiliyor. Arada takıp izliyorum tadımlık. Aldıklarım arasında Uzay Yolu‘nun I. ve IV. filmleri şüphesiz en değerli olanları. Bir de nasıl oluyorsa oluyor, muhakkak bir iki tane western buluyorum. John Wayne’nin harika bir filmini buldum bu seferde.
Son yazıyı yazdığımdan bu yana 15 gün geçmiş. Evet, sıkıntılar var. Bunların neler olduğunu takip eden yazılarda okuyacaksın. Ama yazıyı yeni bir haberle bitiriyorum. Bir süre sonra My Resort, sana daha iyi hizmet verebilmek için kendi sunucusuna taşınacak sevgili okur. Vakit bulup işleri hızlandırabilirsem, halen proofhead.net’te yarım yamalak deneme sürümüyle gösterimde olan My Resort, bir ay içerisinde tamamen yeni evine taşınmış olacak. Heyecanla bekliyoruz.