Tag Archives: öner abi

Özge ve Alper’in Düğünü!

Blogun en mutlu yazılarından birisi başlıyor!

En sevdiğimiz arkadaşlarımız, biricik dostlarımız ve kardeşlerimiz hayatlarını birleştirmeye devam ediyor. Geçen hafta sonu Antalya’da Koray ve Tuğba’yı evlendirdik. Gerçi üzerime bir pay almayayım çünkü düğüne gidemedim. Covid 19 belasının bu döneme rastlaması elbette onların suçu değil. Bu bela, muhakkak hepimizde telafi edilemez eksikliklere yol açıyor işte böyle.

Alper’le Özge’nin düğünü ise zaten bir kere ertelenmişti ve biz bir ikincisi daha olmasın diye dua ediyorduk. Koray’ın düğünün olduğu haftada Bursa’daki Covid tedbirleri daha bir sıkılaştırılınca artık pamuk ipliğine bağlıydı her şey. Düğüne birkaç gün kalmasına rağmen ne tedirginliğimiz azaldı ne de o “acaba” korkusu.

Cuma sabahı Merve ve Mert’le vedalaşıp çıktım. Öğlen Mustafa’yla buluştuk. Ertesi gün Bursa’daki düğünde çalacak olan Poly Tuner grubunun davulu ile diğer ekipmanları almak için önce grubun trompetçisi Göktuğ ile buluştuk. Daha sonra da davulcuları Hakan’la buluştuk. Hakan’la buluşmamız iyi de oldu aslında. Çünkü “Splash” isimli müzik stüdyosunu bu sayede keşfetmiş oldum.

Daha sonra grubun vokalisti Armağan’la buluşup son parça ekipmanları da alıp Mustafa’yla Bursa’ya doğru yola çıktık. Bu kadar zamandır arkadaş olmamıza rağmen Mustafa’yla ilk defa yolculuk edecektik. Başından sonuna keyifli bir yolculuktu peşinen yazmak gerekirse. Hem güldük, hem doyduk hem de yeri geldi birlikte sövdük 🙂

Bursa’ya vardığımızda önce Caner’in evine gittik. Tüm malzemeleri buraya bıraktık. Daha sonra Alperler’in eve geçtik. Burada da biraz oyalanıp dinlendikten sonra Caner ve Mustafa’yla birlikte ufak bir Bursa turuna çıktık. Ertesi gün için gerekli bazı malzemeler aldık. Daha sonra çok sevdiğim Sönmez İş Merkezi’ne, birkaç sahaf gezmek için gittik. Zaman olsa belki de bir tam gün boyunca yorulmadan, sıkılmadan gezebilirsiniz burayı. Bursa’da gitmeyi en çok sevdiğim yer burası olabilir.

Neyse burada da işlerimizi halledip eve geçtik. Evde yemek yedikten sonra gelecek misafiri beklemeye başladık. Misafir geldikten sonra ben izin istedim ve dayımların evine geçtim.

Burada gece kaldıktan sonra sabah Öner Abimle tekrar dışarı çıktık. Onun hastanede bir işi vardı. Caner ve Mustafa da beni hastaneden aldılar. Akşam düğünden sonra Caner’in evinde küçük bir parti olacaktı. Buraya çok az sayıda kişi katılacaktı. O yüzden hazırlıklara başladık. Aydınlatmaları ayarladık. Daha sonra alışverişe çıktık. Alışverişten sonra hızlıca eve döndük. Sahnede kullanılacak ekipmanları alıp salona götürdük. Ardından hemen kuaföre geçtik. Düğün işlerinizi yaparken bu kuaför sürecini çok iyi planlamanız gerekiyor. Düğün günü, diğer tüm süreçler hep bu kuaför faslının durumuna göre şekilleniyor.

Biz üzerimizi değiştirip kuaföre geldiğimizde Alper’in şortla geldiğini görünce koptuk tabi. Sonrasında gelinin çıkışını beklemeden tekrar eve geçtik. Bu arada iki gün boyunca Mustafa bir dakika durmadı. Arabayla hemen her yere koşturdu. Biz eve geçtiğimizde apartmanın kapısını Özge’nin açtığını görüp şok olduk. Meğer Alper, gelin hanımı kuaförden alıp bize yetişmiş bizim önümüze bile geçmiş.

Bir sonraki işimiz fotoğraf çekimiydi. Günler öncesinden çekim için planladığımız yere gitmek epey vakit alacağı için eve çok yakın olan Kültür Park’ı tercih ettik. Çekim önceki Finansbank ATM’si aramakla epey vakit kaybetsek de gazladık ve diğer ekibe yetiştik.

Parkta fotoğrafları çektik. Biz buradayken Ülkü ve Sercan da geldiler. Sercan’ı çok uzun zamandır görmüyordum ve epey özlemişim aslında.

Fotoğraf çekimi işi belki ayrı bir yazının konusu olabilir. Keyifliydi. Umarım sonuçlar da güzel olur. Ayrıca Sercan’ın drone çekimi de gerçekten iyiydi.

Çekimden sonra artık düğüne geçme zamanı gelmişti. Yola koyulduk. Buzz Park isimli salona yaklaşınca konvoy geleneği olarak kornalara bastık. Gelin ve damadı salona aldık. Biz gelinceye kadar salon da ufak ufak dolmaya başlamıştı. İlk olarak Merve, Ahmet, Aysun Abla ve eşini gördüm. Onlarla biraz sohbet ettikten sonra Ersan ve Emre geldiler. Bu arada Poly Tuner ekibiyle biraz muhabbet ettim. Covid-19 tedbirleri kapsamında salonda masalar mesafeli yerleştirilmişti. Düğün sahipleri de davetlilerin seçiminden etkinliğe katılımına kadar çok titiz davranmışlardı. Riski en aza indirmek amacıyla gereken tüm tedbirler alınmıştı. Her masaya dezenfektan bıraktık. Girişte ateşler ölçüldü. Gelen davetlilerden risk grubunda olanlar zaten Valilik kararıyla katılamadılar.

Düğüne Poly Tuner grubu sahne alarak başladı. Davetliler yavaş yavaş salonu doldurmaya devam ediyordu. Bu sırada, Utku ve Hazal ile Koray ve Tuğba da geldiler. Aynı masayı paylaştık. Hemen yanımızda ise Özlemler, Özgürler ve biricik kardeşimiz Sercan ile Ülkü oturdular. Nihayet saat geldiğinde Özge ve Alper salona girdiler alkışlarla. Normalde olması gereken kalabalık belki de bunun üç dört katıydı. Ancak pandemi ve bunun yarattığı endişe davetli listesini olabildiğince kısmıştı.

Pandemi kısıtlamaları nedeniyle gelin ve damat haricinde dans olmadı, halay vb. oyunlar olmadı. Zaten Poly Tuner’in seçtiği şarkılar çok iyiydi ve salonda hemen herkes mesafeli danslarıyla eşlik etti. Neredeyse hiç çocuk olmadığı için öyle pek bağırış çağırış da olmadı.

Alper, arkadaş grubumuzda hemen hepimizin düğünü için elinden gelenin fazlasını yapmıştır. Pek çoğumuzun düğününde ilk dans parçamızı çalmış, hatta sahne almış, düğün öncesi, sonrası git gel işlerinde, getir götür işlerinde kimseye sormadan çoğu işi halletmiştir. O yüzden Alper’e olan borcumuzu birazcık olsun ödeyebilmek, kardeşlik görevimizi yapmak için onun düğünü içim neler neler hayal ediyorduk. Alper’in düğününde hep birlikte sahnede olacaktık. Olmadı. Kahrolası pandemi bizi öyle vurdu ki yoğurdu üfleyerek yedik.

Nikahta pandemi kısıtlamaları nedeniyle yalnızca birer şahit kabul ettiler. Ancak yine de ben de sahnede, çiftin yanında durma imkanı yakaladım. Böylece Alper’le birbirimize şahit olmuş olduk. Alper “Evet” derken şöyle bir göz göze gelmeye çalıştım. Yıllardır beni trollediği “Ben cevabı biliyorum” esprisini belki yapar diye. Ama o da heyecanlıydı belli ki. Nikahlar böyledir. Kendinizden emin olunca hatırlaması da keyifli oluyor.

Nikah sonrasında etkinlik tamamen müzikle devam etti. Poly Tuner, Eskişehir’de çeşitli mekanlarda sahne almasının yanı sıra, esasında düğün ve diğer müzikli organizasyonlarda da çoğunlukla sahne alan bir grup. Hatta sadece Eskişehir’de değil, Alper’in düğününde olduğu gibi şehir dışında da pandemi öncesi dönemde sahne alıyorlardı. Pek çoğu arkadaşımız olmasının yanında büyük ihtimalle Eskişehir’deki en büyük grup elemanı ağına sahipler. Talep edilmesi halinde karşınıza 4-5 kişilik mütevazi bir ekip olarak da 10 kişilik koskoca bir orkestra olarak çıkabiliyorlar. Çalma listeleri ise hem pop, hem rock’n roll hem de hareketli türküler ve halk şarkılarından oluşuyor.

Düğünün sonlarına doğru Şevkiye ve Mesut ile Betül ve Tacettin de uğradılar sağ olsunlar. Saatler geçtikçe misafirler ayrılmaya başladılar. Nihayet düğünün sonunda davetlileri salondan uğurladık. Gelin ve damadımız biraz dinlendiler. O sırada biz de Mustafa’yla onları bekledik. Sabahtan beri neredeyse hiç oturmadığımızdan ikimiz de acı çekiyorduk aslında. O son içtiğimiz çay bize ilaç gibi geldi. Çaydan sonra Ankara’dan gelen misafirleri (Özge’nin akrabaları) yolcu ettik. Alper’le konuşup ayrıldık.

Caner’in evinde buluşan arkadaşları daha fazla bekletmemek için Mustafa’yla birlikte yine düştük yollara ve saat gece yarısı 🙂 Caner’in evine geldiğimizde tıpkı her ramazan yayımlanan Coca Cola reklamlarındaki gibi kalabalık ve şen şakrak bir masa bizi karşıladı. Gündüz yaptığımız aydınlatmalar o kadar hoştu ki kısa sürede yorgunluğumuzu unutup bizi bekleyen dostların arasına karıştık. Zaten bizden kısa süre sonra da Alper’le Özge geldiler. Onlar da gelince bu küçük, izole grubumuzla eğlence başladı.

Gece saat 3’ü geçiyordu ki bekçiler gelip kibarca uyardılar bizi. Bunun üzerine Mustafa sağ olsun duruma el koydu ve yavaş yavaş misafirleri yolcu etmeye başladık. Sercanlar, Özlemler, Caner’in şeker arkadaşı Betül, Emre, Utkular, Mustafa’nın “Roketçi” dediği Özge’nin arkadaşları (kızlar meteoroloji mühendisiydi bu arada), Alper’in Bursa’dan avukat arkadaşı ve iş yerinden arkadaşları falan derken giderek ortalık sessizleşti. Kadere bak ki en son yıllar önce yine bir düğünde (benim düğünde) birlikte kaldığımız Koray’la yine bu düğünde birlikte kalacaktık. Böylece Koray ve Tuğba, evliliklerinin ilk şehir dışı yatılı misafirliklerini Caner’in evinde tecrübe ettiler. Bu ikisi, Mustafa ve ben Caner’in evde alt katta kaldık.

Sabaha kahkahalarla uyandım. Geceden yanına yedek kıyafet almayan Koray’ı, altında kumaş pantolonla arka bahçenin kilitli parmaklık kapısına dayanmış halde yakaladım. Sigara içiyordu. Bu haliyle hapishanedeki mahkumlara benziyordu. Orada bir kahkaha atınca bir daha da uyumadım zaten. Saat 9’u geçiyordu hepimiz uyandık.

Gitmek için Utku ve Hazal’la haberleştik. Bu sırada Alper ve Özge geldiler bizi uğurlamak için. Onlarla da kısacık vakit geçirip Hazal’ın evine çok yakın olan sıra dışı kahvaltıcıya gittik. Burada biraz öğle yemeğinden hallice kahvaltımızı yaptıktan sonra nihayet saat 13’e doğru yola çıktık. Yolda Koray’ın tespitlerine gülmekten İnegöl’e kadar nasıl geldik hatırlamıyorum bile. Bizim grupta ben oyuncuyumdur ama en az benim kadar oyuncu biri daha varsa o da Koray’dır bana göre. Espriyi oynayarak yapar, o anı yaşatır sana. Her şakası bir başka karakterdir. İnegöl civarında özellikle Mustafa epey yorgun olduğu için kısa bir mola verip yola devam ettik.

Saat 15’i geçe Eskişehir’e girdiğimizde, ardımızda Bozcaada’ya doğru yola çıkmış çiçeği burnunda bir çift bıraktık. Onca özlem, onca hasret ve onca mutluluktan sonra her birimizin yüreğinin bir köşesi pır pır ediyordu. Yapabildiklerimizi ve yapamadıklarımızı düşündüm yol boyunca. 2008’den bir önceki gece sabaha karşı 3’e kadar yaşadıklarımız, anlattıklarımız, diğer insanlar, yıllardır anlattığım masallar, büründüğüm kimlikler, Alper’in değeri ve önemi…

Sevgili Alper ve Özge, biricik kardeşlerim ve ailem, sizlere ömür boyu mutluluklar diliyorum. Hep birlikte yaşayacağımız nice güzel ve mutlu günlerimiz olsun.

NOT: Anlattıklarımın eksiği var, fazlası yok. Unuttuğum varsa kırılmasın, küsmesin, yorum bıraksın, yazıyı hemen güncellerim.

Efsane Rüyalar Silsilesi

Komando Düşü

Rüyamda dayımın büyük oğlu Öner abimle birlikteyiz. Bunların, Bursa‘nın Yenişehir ilçesine bağlı Menteşe Köyü‘nde dayım öğretmenlik yaparken oturdukları bir ev vardı. Neyse, bu evde otururken, abim birden evden çıkıyor, ben sıkıldım, diyerek gidiyor. Ben de takılıyorum peşine. Evin tam karşısında harabe bir hamam vardı. Onun içine giriyor. Abi nereye gidiyoruz, diyorum. Benim mekana, diyor. Lan gidiyoruz karanlıkta. Bu bir yere uzanıyor, bir kibrit yanıyor bir anda ışıklar parlıyor ve ben çok geniş bir salonun ortasında buluyorum kendimi.

Etrafa bakıyorum, ileride boş bir havuz var ve köpek sesleri geliyor. Duvarlar ve yerler tertemiz. Duvarda kocaman bir kütüphane var ve içerisinde neredeyse bütün dünya klasikleri yerleştirilmiş. Ulan diyorum, Öner abim bu kadar kitap okuyor muymuş? Umberto Eco var mesela, Gülün Adı. Vay arkadaş, eserlere bak! Öner abim salonun bir köşesinde büyük bir koltuğa oturmuş bana gülüyor, ben de ona gülerken bir anda yere düşüyorum. Bir bakıyorum ki boş bir havuzun içerisindeyim. Havuzun diğer ucunda iki tane kör köpek var. Bu köpekler sürekli birbirlerine tos vuruyorlar, kafaları kanlar içinde. Abi diyorum, neden böyle yaptın yazıktır bu hayvanlara. O esnada ben bağırınca bu köpekler sesimi duyup havuzun benim olduğum tarafına doğru saldırıyorlar. Ben de muhtemelen rüyada olduğum için, müthiş çevik bir hareketle bunları yakalayıp havuzun dışına savuruyorum bir bir. Sonra da zıplayıp çıkıyorum havuzdan. Ancak bu kör namussuzlar peşimi bırakmıyor! Öner abim kahkahalarla gülerken ben kaçıp duruyorum odanın içinde. En sonunda abim ayağa kalkıyor ve köpekleri tekrar boş havuza atıyor.

Duvarda bir kapı var ve ikimizde oradan çıkıyoruz. Arkada bir bahçe ve bahçenin ötesinde yüksek bir duvar var. Abim diyor ki gel şu duvarı aşalım birlikte. Abi nasıl olacak o iş diye soruyorum? Koşarak gidiyor ve zıplayıp duvarın üzerinden asılıyor. Koşup aynısını da ben yapıyorum. Duvarın diğer tarafına geçtiğimiz anda bir alarm çalıyor ve ışıklar sahayı taramaya başlıyor! Meğer biz askeri bir bölgeye geçmişiz.

Yere düştükten sonra bir süre sürünüyorum ve birden yüzüme bir fener tutuluyor: Korkudan titreyen bir askere de benim gibi sürünüyor ve bana bakıyor tam karşımda. Öner abime bakıyorum, onun karşısına da bir asker çıkıyor, ancak o soğukkanlılıkla bu askerin boynuna bir yumruk indiriyor, asker bayılıyor. Dur diyorum ben de yapayım aynısını. Vuruyorum sertçe askerin boynuna. Asker bayılmak şöyle dursun bağırmaya başlıyor “ne vuruyon lan” diye. Bakıyorum ki herkesi toplayacak, o anda elime nereden geldiğini anlayamadığım bir bıçağı boğazına dayıyorum. Kes sesini, diyorum. Orada o şekilde bekliyoruz dakikalarca. Ama korkudan öleceğim neredeyse. Askere diyorum ki “biz komandoyuz, bu da bir tatbikat, içeri sızdık şimdi, sakın ses çıkarma.” Öner abim, anlayamadığım bir şekilde içeriyi çok iyi biliyor. Ben boğazına bıçak dayadığım askeri çaktırmadan yanımda sürüklüyorum. Bu esnada hava aydınlanmış oluyor ve yine bakıyorum ki bizim de üstümüzde kamuflajlar var. Yanımdaki asker, acayip ağlıyor, ben her ağladığında koluna biraz daha bastırıyorum sussun diye. Sonra kolu kırılıyor çocuğun. Rüyamda bunu anladığım an o kadar pişman oluyorum ki. Neyse, bu sefer pişmanlıkla çocuğa fısıldıyorum, “Hadi bak oğlum kapıya kadar bizimle gel, biz seni yaralısın diye götüreceğiz, sonra kaçıp gideceğiz.

Ortalık aydınlanmış, herkes geceki tatbikatı konuşuyor. Sağda solda kadın askerler de görüyorum. Lan o anda anlıyorum ki biz harp okulunun eğitim alanına sızmışız. Öner abim, kıs kıs gülüyor. Sağda solda gelip geçenler bize selam veriyor. Kolumun altındaki çocuk inliyor, canı yanıyor. Neyse, kışlanın kapısına geldiğimizde çocuğu öylece bırakıp koşmaya başlıyoruz. Kışlanın ilerisinde su kanalları varmış. Oraya gidiyoruz, ben rüyada olmama rağmen botun içine dolan o suyu hissediyorum.

Ardımda yok kere kolunu kırdığım askeri bırakıp kaçıyoruz. Sonrasını hatırlamıyorum.

ÇANAKKALE KARINCALARI

Bu rüyayı dün gece gördüm. Rüyamda Çanakkale‘deyim ve Anzakların torunlarını bir ormanın içerisinde gezdiriyorum. Bunlara anlatıyorum, dedeleriniz buralarda öldüler, diyerek.

O esnada ormanın içinde devasa bir karınca yuvası fark ediyorum. Yuva çok büyük, içerisinde bir adam sürünerek girebilir. Ancak karıncalar bildiğimiz boydalar. Yanımda duran orta yaş bir kadın ağlamaya başlıyor. Neden ağlıyorsunuz diye soruyorum. Bana müthiş bir İngiliz aksanıyla cevap veriyor ki bu bir Anzak, aksanının farklı olması lazım, dedem burada ölmüş ve cesedi şu karıncalar yuvalarına taşımışlar. Keşke dedemi görebilseydim diyor. Ben de kendimden hiç beklenemeyecek kadar akıcı bir aksanla “yuvaya girebilirseniz dedenize ait eşyaları bulabilirsiniz belki” diye cevap veriyorum. “If you may slip into the nest, you possibly find your grand dad’s stuff” gibi bir cümle kuruyorum. Hatta bunu aksanlı kuruyorum. Sabah kalktığımda not aldım bu cümleyi, oradan aklımda kaldı.

Ben kadına bunu diyince kocası yanıma geliyor ve ben karım için bu yuvaya gireceğim diyor. Arkadaş yapma etme diyorum, içinde ne olacağını bilmiyoruz, diyorum. Rehberim ya, sorumluluk bende. Bu herif gömleğini çıkartıyor. Onu durduramıyorum. Tam bunlar olurken ortanca kardeşim Murat da yanıma geliyor, abi ben de giriyorum çok merak ettim, diyor. Lan diyorum Murat saçmalama. Bu da beni dinlemiyor.

Bunlar sürüne sürüne yuvanın ağzına geliyorlar. Yanımdaki Anzak torunları “fayndcor orçaaad” diye sesleniyorlar. Lan diyorum ne alaka? Yuvanın ağzına gelince bir anda korkudan altıma edecek gibi oluyorum, karıncalar adamın ve kardeşimin üzerini bir anda kaplayıveriyorlar ve sanki kardeşim ve adam da birer karıncaya dönüşmüşçesine kayboluyorlar.

Ulan diyorum, senin de dedenin de, kardeşime ne oldu lan diyorum. Ama bu Anzakların durumlarında hiç değişme yok. Adamlar şaşırmıyorlar bile. Ben çıldırmış gibi sağa sola bağırıyorum, Murat diye. Ses yok. Aradan dakikalar geçiyor.

Murat diye bağırdığımda bu sefer bir ses efendim abi diyor. Yuvanın yakınından geliyor ses. Yaklaşıyorum, tam o anda yerdeki iki karınca, adam ve kardeşime dönüşüyor. Ama üstleri başları perişan. Isırıklar falan var, toprak içindeler. Lan bir de bakıyorum ki ikisinin de elinde mataralar, mermi kovanları, kasaturalar falan var. Murat diyor ki abi ben bunların sırlarını gördüm. Meğer bunlar Çanakkale Savaşı’nda karınca yuvalarını kullanıyorlarmış. Bizim askerler fark edip kızgın yağ dökmüş hepsine, hepsi haşlanmış içeride. 

Buldukları mataralardan biri de gerçekten kadının dedesine aitmiş. Bunlar dönüştükten sonra üzerinden epey bir karınca dökülüyor. O esnada karnımın üzerinde bir kaşıntı hissettim ve uyandım. Sonra gecenin bir körü olduğu için tekrar uyudum. Sabah kalktım ve karnımın yanında ısırığa benzeyen ve tatlı tatlı kaşınan bir kızarıklık fark ettim.

Yıllık İzindeydim: Olaylar, Gelişmeler

Geride bıraktığımız hafta içi boyunca yıllık izindeydim sevgili okur. Bu, benim kısacık memurluk hayatımın ilk yıllık izni olduğu için heyecanlıydım. Yıllık iznimi tam da planladığım gibi geçirdim. Çoğunluğu evde, bir kısmı  Ankara‘da ve bir kısmı da Bursa‘da geçti bu sürenin. Çekirdek çitleyip TV izlemenin keyfine doyasıya vardım.

Mesnevi’nin bende bulunan kopyasından çok daha iyi bir kopyasını sadece 3 liraya aldım. O kadar mutluyum ki anlatamam. Kitap aslında 10 TL idi. Ancak İnsancıl Sahaf Kartımda biriken puanları düşünce sadece 3 lira verdim. Böylece Mesnevi’nin elimde iki farklı kopyası oldu. Bunlardan bir tanesi ikiz olduğu için çok değerli.

Bilgisayar parçaları biriktirme alışkanlığımın sonu nereye varacak bilmiyorum, ama Bursa’dan döndüğümde de yine bir kucak dolusu eski parça bulup getirdim. Bunların ileride boş bir vaktimde tüm soketlerini söküp galiba geriye kalanlarını elektronik geri dönüşüm firmalarından birine vereceğim. Bursa’da Ferhat Abim yine tekstil işine başlamış. Bir kesim atölyesi kurmuş, büyük markalara iş yapıyor. En son askerden önce görmüştüm dayımları. Askerden dönünce bir türlü gidememiştim yanlarına. Perşembe günü annem, Mustafa, Murat ve ben çıktık gittik. Cuma akşamı da döndük. Kısa ama güzel bir ziyaret oldu. Mangal bile yaptık. Bu arada şunu anlamış olduk ki bizim dizel motorlu Megane 2‘miz çok çok ekonomik yakıt tüketiyor. Hayran oldum.

vinoİzne çıkmadan önce bir VINN lazım olmuştu. Facebook’a duvara bir mesaj yazdım. Çok kısa süre içerisinde abartmıyorum en az on kişi haber bıraktı ve bana yardımcı olabileceklerini söylediler. Her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Burçino‘dan aldım VINN’ını ödünç olarak.

Seval‘le buluştuk cuma günü. Bursa’da özel bir çevre danışmanlı şirketinde çalışmaya başladı. Sözleşip öğle arasında Kent Meydanı‘nda buluştuk. Birlikte bir öğle yemeği yedik. Özlemişim Seval’i, o da beni özlemiş sağolsun. Yemek yedikten sonra pek bir vaktimiz kalmadığı için Seval’i uğurladım işine. Ben de gerisin geriye Panayır dolmuşuna binip dayımlara döndüm.

1287x929_vodafone_logo.jpgÖner Abim, dayımın oğlu olur, Vodafone Kurumsal’da çalışıyor. Turkcell‘den ardı ardına yediğim kazıkları anlattım ona. Vodafone’daki çok güzel fiyatlı tarifelerden bahsetti o da. Olur da birkaç ay içinde bir akıllı telefon alabilirsem, büyük ihtimalle Vodafone’a geçeceğim sevgili okur.

supernatural.jpgSupernatural izliyorum yine. Ben askerdeyken çıkan tüm bölümleri izleyip sezonu bitirmek üzereyim. Yeni sezon da yakında başlıyor ve harika bir sezon olacağa benziyor. Dokuzuncu sezon da çok iyimiş bu arada. Özellikle Crowley‘in bu kadar sempatik bir adama dönüşeceğini hayal bile edemezdim. Sezonu bitirmeme üç bölüm kaldı. Halen daha Castiel ile ilgili durumu çözebilmiş değilim.

Askerlik sonrası, elime çok fazla yeni kitap geçti. Bunları sağa sola tıkıştırıp durdum. Aslında oturup bir düzenlemek gerek. Bir de elimde olan bazı kitapları da, özellikle ders kitaplarını, artık elden çıkarmak istiyorum. Lan, atmaya kıyamıyorum. Sahaflar da almıyor. Ne yapacağım bilmiyorum. Galiba hepsi geri dönüşüme gidecek 😦 Kitaplığımda yer açmam gerekiyor.

332385_2Bugün Savaşalp‘le takıldık biraz. Esnaf Sarayı‘nda epey vakit geçirdik. Bir tane de yeni sahaf keşfettik. Bir de oyuncakçıya girdik. Askerden sonra kullanmaya başladığım Nokia 1200’a yeni bir kapak aldım. Eski kapak kırılmıştı. Ahmet Ümit‘in Kar Kokusu kitabını aldım.

Bir de Philip Reeve‘in Yürüyen Kentler serisinin 1. kitabını aldım. Umarım güzel bir seridir. Biraz okumaya başladım. Hemen sardı beni kitap. Gelecekte bir zamanda yaşadığımız kentler, mobil bir hale 234271_2geliyorlar. Altlarında birer tekerlekle dünya üzerinde dolaşmaya ve kendilerinden daha zayıf kentleri avlamaya, onların kaynaklarını kullanarak yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Tür olarak fantastik bilim kurgu diyebileceğimiz kitap aslında steampunk akımının da bir örneği sayılabilir.

Evde, sevdiklerimle ve Eskişehir’de zaman geçirmenin ne kadar kıymetli olduğunu bu beş günlük izin bana hatırlattı sevgili okur. Pazartesi yine Bilecik‘e dönmek zorundayım. Ne zaman kurtulurum bilmiyorum, ama bir süre daha bu hayata devam edeceğim. Bu hayata demişken, evet, Bilecik’e git gel yapmaya devam ediyoruz Hasan Hüseyin‘le. Şu an için işler yolunda. Gayet güzeliz. Öğrenciyken beş yıl boyunca her sabah ve akşam, yaz ve kış (kışın okul, yazın da yaz okulu) sürekli olarak günde 2 defa ikişer aktarma yaparak toplam 1 saat yol gittim. o yüzden şimdi arabayla Bilecik’e gidip gelmek çok koymuyor açıkçası. Umarım olabilecek en kısa sürede Eskişehir’de tam zamanlı olarak yaşamaya başlarım.

Kullandığım bu beş günü çıkarınca geriye 35 gün daha iznim kalıyor 🙂 Bunun 15 gününü yine bu yılın sonuna doğru kullanacağım.

IMG_20140912_152024.jpgEKLEME: 14.09.2014. Seval’le Bursa’da buluştuğumuzu eklemeyi unutmuşum. Onu da ilave ettim. Bir de Öner Abi’mle olan bir fotomuzu koydum.

Bursa’ya Gittim

Şu yazımda hatırlayacağın üzere yazmıştım Bursa‘ya gideceğimi sevgili okur. Gittim, o Bursa’ya gittim; döndüm ve yazıyorum.

Cumartesi günü ailecek bindik arabaya. Bir tek Murat gelmeyecekti, o da People Bar da işe başlamıştı ve geceleri çalışacaktı. O sebepten Eskişehir’de kaldı. Neyse bir hazırlanıp çıktık yola. Hiç bir sıkıntı olmadan yola devam ettik. Taa ki bir sapak var Bursa’ya dönüyor. Onu kaçırana kadar! Orayı kaçırınca kendimizi sola dönüşün olmadığı bir otobanda Mudanya‘ya doğru giderken bulduk. Gittik bi 10-15 kilometre kadar, sonra bir Özdilek gördük ve oradaki sapaktan Bursa’ya döndük. Bu sefer de şehiriçi trafiğine girdik. Neyse uzatmayayım, 30 kilometre fazla yol gidip yaklaşık 40 dakika zaman kaybettikten sonra nihayet dayımların evine varabildik.

Saat daha öğlen olduğu için hava da epey bunaltıcı olduğu için ben uyudum sevgili okur. Akşam güneş battıktan sonra uyandırdılar. Ferhat abim ve bir arkadaşıyla Kent Meydanı‘na gittik. Oradaki bir telefoncuya şu yazımda bahsettiğim telefonu götürdük. Burada adam başka bir eski telefonun IMEI numarasını bizim telefona yükledi. Böylece telefon çalışmaya başladı. Bu işlem tabiki de yasal değil. Sonra eve döndük, yemek yedik. Bir süre daha evde durup Ferhat abimin iş yerinden arkadaşlarıyla buluşup yola çıkmak üzere bir Transporter‘a bindik. Adapazarı‘na gidiyorduk! Dört kişi arabaya bindik. Epey bir cips, kola falan aldık. Ben bir nasıl olduğunu anlamadığım bir salaklık sonucu Bursa ile Adapazarı arasını en fazla 1.5 saat olarak düşündüm. Yola da öyle rahat çıktım. Yol meğer 3 saatmiş! Saat 22.00’de Bursa’dan yola çıkıp saat 01.00’de gideceğimiz yere gittik. Bu esnada yolda belki de hayatımın işeme rekorlarından birini kırdım. Bunu da buraya yazarak biraz eşeklik ettim. Neyse, Adapazarı’nda abimin arkadaşlarının bir akrabasını ziyaret ettik. Bir saat kadar oturup yola çıktık Bursa’ya. Dönüş yolu gidiş yolundan daha eğlenceli sürdü. Yolda Ferhat abim iki tane büyük boy enerji içeceği içerek kendi çapında bir şov yaptı bize. Ben fazla bir şey yemedim. Ice Tea içtim, epey rahatlattı midemi.

Sabaha karşı 05.00’te eve geldik. Kapı kilitliydi. Ben de anahtar vardı ama her zaman yaptıklarının aksine bu sefer kapının da üstünü kitledikleri için eve giremedim. 10 dakika sonra annem uyanıp kapıyı açtı. O yorgunlukla kütük gibi uyumuşum. Bayramın ilk günü öğlen 12’de kalktım.

Zeynel Usta’nın dükkanında da asılı olan fotoğrafı

O gün de akşama kadar evde oturduk. Hiç bir şey yapmadık. Akşam yine güneş battıktan sonra dışarı çıktık. Önce abimin kızı Sude‘yi parka götürdük. 10 dakikası 1 lira olan bu özel parkta bir trambolin ve bir de tamamı şişme olan kaydıraklar vardı. Sude epey zıpladı, koştu, eğlendi. Daha sonra kızı eve bırakıp yine bir önceki günkü arkadaşlarla bu sefer Kent Meydanı’na gittik. Burada oturan bir arkadaşlarının evinde Kolpaçino Bomba‘nın ilk cd’sini izledik. Kızarmış tavuk yedik ayıptır söylemesi. Ve hayatımda yediğim en mükemmel çiğ köfteyi yedim Ünlülerin Çiğköftecisi Zeynel‘den. Zeynel Usta’nın aynı mükemmellikteki internet sitesini de ziyaret ettikten sonra artık söyleyecek bir söz bulamadım: http://www.zeynelusta.com/

Gece saat 02.00 gibi eve geldik ve hemen uyudum. Ertesi gün de yine saat 12.00’de kalktım. Bir önceki günden farklı olarak bugün evde ufak tamiratlar yaptım. Sonra öğlen çok acıktık. Mangal yapalım dedim. İçerisinde olduğum tüm mangal organizasyonlarında olduğu gibi bu sefer de mangalı yakmak bana düştü. Köfteci Yusuf‘tan kilosu 24 liradan bir buçuk kilo köfte ve üzerine de tavuk aldık. Toplamda 100 lira ödeyip çıktık. Sonra hemen mangalı yaktım. Yaklaşık iki saat içinde tamamen pişirip yemeye başlamıştık. Köfte cidden epey lezzetli olmuştu sevgili okur 😀

Mangalın sonlarına doğru Öner abimler geldiler. Saat akşama yaklaşırken Sude’nin Öner abimin ikiz kızlarından ayrılmak istememesi sonucu Öner abim Ferhat abimle bana akşamı onlarda geçirmeyi teklif etti. Doluştuk arabaya ve Öner abimin eve doğru yola çıktık. Yoldayken ertesi gün çok erken saatte gitmemiz gerekeceğine dair bir telefon alıp canımız sıkıldıysa da durum ilerleyen saatlerde yine başka bir telefonla düzeldi. İşte üç günlük tatilin en güzel kısmı da belki buydu. Akşam Öner abimin süper balkonunda Mehtap abla (yengem olur), Ferhat abim, Öner abim ve ben oturup sabaha kadar muhabbet ettik. Bu muhabbet esnasında Öner abimden süper iki tane çakı (bir tanesi pense de oluyor) ve bir de küçük şişe viski aldım koleksiyona. Acayip muhabbet oldu. 8 sene önce Öner abimlerin düğünde gördüğüm o kızı bile sordum. O derece süper muhabbet oldu. Sonlarına doğru Ferhat abim yorgunluğa dayanamayıp uyuyakaldı. Böyle rezillik görmedim lan 🙂 Uyurken de bir horluyor anlatamam 🙂

Kedi bunun aynısı

Neyse ertesi gün bu sefer sabah saat 09.00’da uyandım gayet dinç bir şekilde. Öner abimin felaket derecede asil bir kedisi var. İran kedisiymiş, kıllı, yumaklı, pörsük yüzlü bir kedi bu. Hayatta yılışmıyor adama. Mükemmel bir hayvan. Sabah girdi bir baktı yüzüme, saygılar abi, dedim. Yürüdü çıktı gitti. O derece cool. Sonra küçük kızlar uyandılar. Etrafımızı sardılar goblinler gibi yaramazlar 🙂 Kahvaltı faslını da hallettikten sonra artık dayımların evine dönme vakti gelmişti. Bir önceki gün yaptığımız gün gibi yine arabaya doluşarak, bu sefer Mehtap abla olmadan, dayımlara döndük. Biz geldikten aşağı yukarı yarım saat sonra da Eskişehir’e dönmek üzere saat 15.00’te yola çıktık.

Yol çok zor geçecek diye düşünürken, hayatımdaki en güzel Bursa’dan dönüşlerinden birini yaşadık. Yolculuk normal bir hızda seyretmemize rağmen çok kısa sürdü. Hiç bir sıkıntı da çıkmadı. Sıcaklık da o kadar etkilemedi. Mükemmeldi herşey.

Eve gelir gelmez kendimi banyoya attım sevgili okur. Üç gün içerisinde hiç duş alamamış olmanın verdiği bir iğrençlikle suyla buluştum. Böylece bayram tatilim bitmiş oldu.

Proofhead İtalya’da! – 5. ve 6. Gün

Sabah 8’de uyanıp bir süre tuvalette kaldım. Sonra aşağı indim. Dün Mısırlı oğlan benden Türk Lirası istemişti. Onu verdim. Canım birşey istemedi. Dolayısı ile kahvaltıyı çok az yaptım. Alper süper bir haber verdi. Ona sevindim. Ezgi‘yle konuştuk sağolsun. Merve aradı onunla konuştuk. Öner Abim de aramıştı dün. Gördüğün gibi eş dost arıyor sevgili okur.

Bugünkü derslerde yine tanıdık bir yüz, Elena Garbarino‘yu gördüm. Hiç değişmemiş. Yunanlı Profesör Geoge Anastasakis de gelmişti. Selamlaştık her ikisiyle de.

Bevilacqua‘nın sunumu çok iyiydi. Aynı benim gibi ders anlatıyor. Bu arada kendisinin 4 tane patenti varmış. Çok kıskandım adamı. Helezyonik bir su kaydırağından içerisinde ince ve kalın parçacıklar olan suyu akıtınca suyun savurma etkisiyle bunlar ayrılıyor. Suyun da bir özümleme kapasitesi var, diyor Bevilacqua. Dolayısı ile amacı ne olursa olsun devirdaim sularının muhakkak senede en az bir kere tamamen değiştirilmesi gerektiğini söyledi.

Öğleden sonra gelen adam tam bir felaketti. İngilizcesi çok kötü. Yani adam İngilizce biliyor ama İngilizce’yi İtalyanca konuşuyordu. Ancak adam sonradan bir açıldı, bir süper anlatmaya başladı adama hayran kaldım. Epey anladım anlattıklarını, çevre mühendisliği konularıydı zaten.

Bir türlü anlamayamıyorum ama. Almanlar Alman’a, İngilizler İngiliz’e benziyor da bu İtalyanlar neden Türklere benziyor? Adamın adı Aldo mesela, ama adamda gayet bildiğin Ekrem tipi var. Kadının adı Irene ama Türkiye’de görsen kesin Begüm der sarılırsın.

Mısırlı kızın hayatını mahvettim. Onu Paris Hilton‘un varlığından haberdar ettim. Bilmiyormuş bu ismi hiç. Yazık oldu kıza.

Ders bitince yine otele döndük. Yemekten önce şehri biraz daha dolaştık, sahilde filan oturduk. Otele dönüp yemeği yedikten sonra da dışarı çıktım. Koleksiyona bir şeyler aldım. Dar sokaklarda dolaştım. Bir saat kadar gezip otele döndüm ve odama çıktım. Valizimi düzenledim falan. Sonra acayip uykum geldi. Uyudum.

Ertesi sabah erkenden uyandım. Mısırlı kız ve oğlan sahilde yürüyelim demişlerdi. Ben de kalktım lobiye indim. Ama uyumuş puştlar, dolayısı ile lobide bağlı ve adı Şampiyon (kampioonee) olan itle oynadım biraz. Oynadım dediysem elimi sürmedim, gözlerimle kontrol ettim. Yerden birkaç santim yükseldi ve gözlerinden ışıklar saçmaya başladı. Sonra öldü.

Yarın dönüyorum. Roma‘da yaklaşık 5.5 saatim olacak. (Bu şekilde yazmışım not defterine ama yalan oldu o hayal) Mısırlılar Vatikan‘a gitmeyi teklif ettiler. Ben de kabul ettim. Az kalsın unutuyordum. Dün Faslı dostum Raşit bana kadehten acayip sesler çıkarmayı öğretti. Türkiye’de bunu bir tek Mıstığa, Merve’ye ve Alper’e öğreteceğim.

Neden bilmiyorum ama bu cuma günü acayip canım sıkkın lan burada. Hem ağız tadı ile sövemiyorum da burada. Yani elbette sürekli sövüp durmadım ama bazen sinirlendiğim anlar oldu yolda falan. Faslı profesör Türkçe küfürleri anlıyor. Başka şeyleri değil ama küfürleri. Adam gülüyor, seni anladım Mesut, diyor. Anlaşılan ya hiç sövmemek lazım ya da yaratıcı olmak.

Cuma günü normalde akşam yine 5’e kadardı ders. Ancak artık biz isyan ettik. Yav izin verin bari bir yarım gün gezebilelim, dedik. Tamam, dediler. Test yaptılar. Testten sonra da sertifikalarımızı dağıttılar. Herkesle vedalaştık. Dostum Massimo‘ya da veda ettim. Sonra hemen otele döndük.

Forgea‘nın sekreteri Tamara ile anlaştık ben, Bosnalı kız ve Mısırlı kız. Dördümüz birlikte Cagliari’nin iç kısımlarına doğru hareket ettik. Geçen sefer gece gittiğimiz o müthiş kaleyi bu sefer gündüz gözüyle gördük. Kalenin içindeki sokaklarda dolaştık. Atmosfer inanılmazdı sevgili okur.

Kalenin eski bina yapılarını üniversiteler kullanıyor derslik olaraktan. Ayrıca burada Cagliari Katedrali yer alıyor. Hayatımda gördüğüm en mükemmel, en olağanüstü kilise idi bu. Şansımıza noel ayini provasına denk geldik. Kilisedeki orgu bir görsen sevgili okur, ah bir görebilsen. Mermerden işlenmiş Hz. Meryem, Hz. İsa ve bilimum papaların heykelleri, azizlerinin resimleri hem mozaik hem de yağlı boya olarak her biri çok güzeldi. Kiliseye girdiğinizde her iki yanınızda mozaleler var. Burada anlayabildiğim kadarı ile katedrali inşa edenlerin mezarları varmış. Katedral 1200 yılında yapılmış. Üç çok keskin ve yüksek çan sesi, sonra daha uzun ve daha az sesli çan sesleri katedralin çağrı şekli. Bu arada Hz. Meryem’e de Madonna diyormuş İtalyanlar. Bunu yeni öğrendim.

Sardunya Bölgesi Bayrağı

Katedralden sonra yine kalenin içindeki dar sokaklarda dolaştık. Nihayet şehre indik. Orada aşağıya limana kadar uzanan bir caddede sağlı sollu uzanan onlarca mağazanın ve sokak satıcılarının olduğu bir yere geldik. Kendime bir Sardenia Region bayrağı aldım. Üzerinde başında bir bez bağlı 4 zenci resmi var. Uzun yıllar önce Afrika’dan buraya başlarında bu şekilde bez bağlı olan adamlar gemilerle istilaya gelmişler. Bu bezlere “mori” diyorlar. Bayrak da onu simgeliyor. Resmi binalarda üç tane bayrak asılı. Bir tanesi Avrupa Birliği bayrağı, bir tanesi İtalya bayrağı ve bir tanesi de Sardunya Bölgesi bayrağı.

Yanımızda bulunan İtalyan Tamara ile epey sohbet ettik. Spagetti Western‘lerden bahsettik. Filmlerin İtalyanca adlarını ezberlediğimden çok iyi anlaştık. İlk önce ne dediğimi anlamadı, ancak sonradan açıldı o da. Benim ilgime çok mutlu olduğunu söyledi. Daha sonra gidip bir İtalyan Café’sinde kapuçino içtik. Hayatımda içtiğim en güzel kapuçino da bu işte. Türkiye’dekilerle arasında çok fark var. Hem lezzet hem de üslup olarak yani.

Kahveden sonra yine otele döndük. Kısa süre sonra yemeğe indik. İlk gün gelen menünün aynısı vardı.

Yemekten sonra zaten saat 23.00’e yaklaşmıştı. Gece yarısına kadar lobide oturup çektiğimiz fotoğrafları paylaştık. Birbirimize adres, telefon vs bilgilerimizi verdik. Herkesle vedalaşıp odama çıktım nihayet. Acayip yorulmuştum ve yarın sabah 10’da ayrılacaktım. Duş alıp uyudum.

 

DVD Rafı Aldım

Blogumda Bursa gezimin etkileri hala sürüyor!

Rafın Dörtte Biri

Rafın Dörtte Biri

Yakın çevrem benim DVD ve CD arşivcisi olduğumu bilirler. Hatta pek çok kimse beni bu yönümle tanımıştır. Böyle olunca artık evimdeki CD ve DVD’ler aşıp coşmaya, hatta taşmaya başlamıştı. Bursa’dayken Öner abimle birlikte IKEA‘ya gittik. IKEA, ev dizaynı ve dekorasyonu üzerine bir mağaza. Aklınıza KOÇTAŞ gelmiştir muhtemelen. KOÇTAŞ’tan farklı olarak mobilya ağırlıklı bir mağaza burası. Samimi söylüyorum, IKEA’nın Bursa şubesi, şimdiye dek gördüğüm en büyük mağazalardan birisi. Kuzenimle burada gezmeye, mobilyaları, ofis çözümlerini incelemeye başladık. Özellikle IKEA konseptiyle oluşturulmuş 22 m², 35 m² ve 55 m²’lik ev dizaynlarına epey ilgi gösterdik. Bunlardan 35 m²’lik benim acayip hoşuma gitti. Düşünsenize 35 m²’lik bir kutuda 4 oda var. Ve herşey o kadar mükemmel tasarlanmış ki hiç bir eksik yok, artılar var. Tam bana göre diye geçirdim içimden.

Her neyse, geleyim bu yazıyı yazma sebebime. Lan uzun süredir aklımda benim tüm DVD’leri, CD’leri alacak işlevsel bir raf alma fikri vardı. IKEA’da tam da aradığımı buldum. 20 cm genişlik ve derinliğinde, 2 metre yüksekliğinde bir CD&DVD rafı. Her bir bölmesinin yüksekliği ayarlanabiliyor üstelik. Ancak fiyatı 60 liraydı. Pahalı geldi. Biraz daha dolaştım. Aynı modelin değişik renklisi (siyah üzerine beyaz dantel desenli 🙂 ) 30 liraydı. Kuzene dedim, Abi 10 lira ver alayım bunu ben. Sağolsun verdi ve aldım bende. Malum bu tip yerlerde aldığınız mobilyalar portatif oluyor. Bir kutuda kolumun altında eve getirdim. Bursa’dan Eskişehir’e getirirken birazcık sıkıntı oldu gerçi. Otogara giderken taksinin camlarını açıp ön camdan ve arka camdan kollarımızı dışarı uzatıp tutmak suretiyle taşıdık dayımla. Eve geldiğimde oturup kurdum, güzel de oldu.

Bu arada IKEA’nın gittiğimiz mağazasında bizi şoke eden bir kampanya vardı be. İki adet sosisli + sınırsız içecek yalnızca 1.5 lira! Şaka mı lan dedim, yok değilmiş. Kuzenle 6 tane sosisli aldık 4.5 liraya. İçecek sınırsız ya, 3’er bardak ta kola içtik. Gerçi ben son aldığım sprite’ı içemedim ama olsun. Yolu düşen herkese tavsiye ederim.

Merak edenler için aldığım mal bu: http://www.scribd.com/doc/10302023/IKEA-Benno-2009