Tag Archives: Ennio Morricone

Babalar Günü Özel Konseri – Film Müzikleri

Geçen hafta Cuma günü, Eskişehir Atatürk Kültür Sanat ve Kongre Merkezi’nde, Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası’nın “Film Müzikleri – Babalar Günü Özel Konseri”ne gittik sevgili okur. Bu konser için, sürpriz olarak bana bilet temin eden İnanç’a yazının başında teşekkür ederek başlamak istiyorum.

Haftalar önce, şu yazımda bahsettiğim “İtalyan Film Müzikleri” temalı bir başka senfoni konserine daha katılmıştım. O konserle ilgili birkaç küçük eleştirim olmuştu. Program “film müziği” temalı olduğu için, dinleyici olarak görsel içeriğin de tatmin edici olmasını beklemiştim. Ancak konserin görsel kısmı biraz baştan savmaydı. Ancak bu konserde her şey yerli yerinde planlanmıştı.

Cuma günü, Mert’i babaannesine bırakıp konserin yapılacağı mekâna Seçil, Betül, Mustafa ve Merve’yle geçtik. Saat 20.30’da konser başladı. Tüm ekip yan yana ve hatta arka sıramızda da Eftade Hocalarla konser izlemeye başladık. İnanç sağ olsun önlerden ve sahneyi oldukça iyi gören bir konumdan almış biletleri.

Konserin çalma listesi hemen herkesin aşina olduğu, popüler filmlere ait müziklerden oluşuyordu. İstisnasız her parça için bir video/kolaj hazırlanmıştı. Her bir parça, ilgili filmin afişiyle başlayıp filmdeki unutulmaz sahnelerin kolajlarıyla devam etti. Yalnızca bir filmde, “Cennet Sineması”nda, filmin 4K restorasyon fragmanını verdiler. Bunun dışındaki tüm videolar gayet güzeldiler.

Şef Işın Metin yönetimindeki orkestrada ilk defa timpani de dahil tam 6 perküsyoncu saydım. Brass grubu başta olmak üzere orkestranın hemen her grubu gerçekten alkışı fazlasıyla hak ettiler. Şef de sadece solo icralarını değil, her grubu ayrı ayrı takdim ederek alkışlatmasını bildi.

Film müzikleri, müzikal zevklerim içerisinde apayrı ve oldukça da geniş bir hacme sahiptir. Yıllarca peşinden koştuğum bir sürü soundtrack ve motion picture sound albüm vardır örneğin. Koleksiyonumda da Türkiye örneği olmayan ya da ancak birkaç tane olan bazı çok değerli soundtrack albümler vardır. Dolayısıyla “film müziği” başlığıyla düzenlenen konserlere ve benzer etkinliklere ayrı bir heyecanla giderim. Televizyonda yayımlanan senfoni orkestralarının film müziği konserlerini kaydedip saklarım. Bu konserlerin DVD’lerini ya da farklı formatlardaki medyalarını toplarım.

Neyse biz konsere dönelim. Salon neredeyse tamamen doluydu. Henüz ilk parça başladığında nefesimi tuttum. The Raiders March (Indiana Jones) gerçekten çok ama çok başarılı bir açılış parçası oldu. Şef her parçadan önce, parçalar hakkında ufak ufak bilgiler verdi. Konseptli gösterimlerde bu küçük izahatlar bence oldukça faydalı oluyor. Tüm çalma listesini yazmak yerine aldığım notlardan bazı önemli anları bahsetmek istiyorum. İkinci sırada Titanic filminin motion picture soundlarından bir düzenleme çaldılar. Çok meşhur My Hearth Will Go On, şüphesiz en öne çıkan bölüm oldu. Bu kısımda özellikle pikolo flüt çok başarılıydı. Sanatçıyı hayran bakışlarla izledik. Harry Potter ve Kadın Kokusu filmi için hazırlanan video sunumlar çok başarılıydı. Harry Potter’da Hedwig’s Flight isimli parçayı çalarken misafir piyanist Özgecan Üçkaya farklı bir keyboard kullandı. Kadın Kokusu filminin Por Una Cabeza isimli soundtrack müziği ise çok meşhur tango sahnesi eşliğinde verildi.

Yıldız Savaşları (Suite, Main Title ve The Imperial March) konserin ilk zirve anlarından bir tanesiydi. Burada Şef, orijinal üçlemede ilk filmin “Bölüm 4” ismiyle vizyona girdiğinden bahsetti ancak bu bilgi kısmet hatalı bir bilgiydi. Kendi adıma özellikle The Imperial March, konserin en iyi üç eserinden bir tanesiydi. Brass grubu bir kere daha efsaneleşti.

Schindler’in Listesi’nden “Theme” başlıklı eserde solo kemanı Canan Dalgaç çaldı. Bu eser aslında obuanın da çok parladığı bir eserdir. Şef de parçanın sonunda hem keman hem de obua sanatçısını seyirciye takdim ederek alkışlattı.

Konserin finali ise muhtemelen herkesin heyecanla beklediği The Pirates Of Caribbean oldu. Medley denilen, Türkçe’ye de potpori olarak çevirdiğimiz bir düzenlemeyle, konserin son parçası başladı. Parçanın son kısmı “esas müzik” diyebileceğimiz, Klaus Badelt‘in çok meşhur eseri “He’s a Pirate” oldu. Aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.

Konserde yer verilen toplam 11 eserin tam 5 tanesi John Williams‘a ait. Bunun dışında bir parça yaşayan efsane Hans Zimmer‘e, bir parça maestro Ennio Morricone‘ye aitti. Sırf bu üç saydığım ismin yaptığı film müzikleri bile birer kere dinleyebilirseniz hatırı sayılır bir film müziği ufkunuz olacaktır.

Bu zamana kadar izlediğim en iyi üç konser arasına girebilecek kadar beğendiğim konserde, şef biss yaparak He’s A Pirate’ı bir kere daha çaldı. Saat 22.00 civarı konser bitti ve biz de son sürat Mert’i almaya gittik. Kulaklarımızda hala Karayip Korsanları çalıyordu. Umarım yakın zamanda, şehrimize gelmesini çok beklediğimiz Yüzüklerin Efendisi müziklerini de çalarlar. Haydi Büyükşehir Senfoni, takipteyiz!

Arınma, Senfoni, ÇevŞen

Boş bir sayfaya öylece, saatler olmuş bakarken içeri girdi Serdar. “Ulan” diyordum kendi kendime, “Yazılacak, anlatılacak o kadar çok şey var ki, şimdi elime kalemi alsam kesin yine bir başka iş çıkacak ve ben yarım kalacağım.” Ve Serdar gülerek yüzüme baktı. “Oh be, sen burada öyle bomboş takıl bakalım, az kalsın başım belaya giriyordu.

Serdar’ın başına gelen türlü zorlukları alt edip sonra komik bir fıkra anlatıyormuş gibi yaşadıklarını nakletmesi, herhalde onda en sevdiğim özelliklerden bir tanesidir. Önümdeki boş sayfayı dikkatle kaldırıp boş rafa yerleştirdikten sonra yeniden koltuğa kuruldum. “Hayırdır, ben seni İzmit’e düğüne gittin sanıyordum, orada mı bir şey oldu?” “Ooo abi sen iyice kopmuşsun bizden yahu. O iş geçen aydı. Aradan on beş gün rahat geçti. Sen tabi bizi de artık sallamadığın için…” Bakıştık ve kahkahayı koydu. “Şaka yapıyorum ya, biliyorum sen de yoğunsun. Neyse bak şimdi. Anlatayım…” Tam sırada içeri Sevda girmeseydi, Serdar’la muhtemelen yine kendimizi kim bilir hangi kuytuda ve nasıl bir varlıkla savaşırken bulacaktık. Sevda, Serdar’ı böyle hevesle görünce kızarak konuştu: “Hayır Serdar, özellikle buna bahsetme demiştim. Buna rağmen beni dinlemedin öyle mi?” dedi beni göstererek.

Her ikisi de birbirlerine kızgınlıkla baktılar. Sonra Serdar biraz da pişmanlıkla “Yahu iyi de sen madem gittin, ben neden gidemiyorum?” “Durun” dedim. “Yoksa Ekrem’in yanına mı gittiniz? Sevda ciddi olamazsın!” Bir anda bu bilinmez sürtüşmenin temelinde yatan gerçeği anlayıverdim. Bir ay önce, bir sohbetin ortasında Ekrem’den bahsetmiş, çeşitli güçleri olan bu arkadaşımızdan zaman zaman yardım istediğimi, özellikle kayıp nesneleri bulmak ve gizli sırları ortaya çıkarmak konusunda müthiş bir kudreti olduğunu anlatmıştım. Salaklık edip Ekrem’in sunağının yerini de tarif edince açıkçası ilk başta epey tedirgin olmuştum. Ancak Sevda’ya söz verdirip asla ve asla Ekrem’i aramaya çalışmayacağı yönünde bir de ufak iğne tılsımı tutturuvermiştim üzerine. Ah bu minnoş, anlaşılan verdiği sözü tutamamıştı.

Dayanamadım ne yapayım.” “Aslında peşine düştüğüm şey kendi sırrımdı. Öyle ya, kendimden bile sakladığım bir şeyi ancak ve ancak benim bir parçam bilebilirdi. Ekrem, eğer dediğin kadar kudretli ise benim bir parçamın yerine kendini koyduğu anda ben de bir nebze olsun rahatlayacaktım ve bu sırrın beni yakması biraz olsun hafifleyecekti. Ama düşündüğüm gibi olmadı. Keşke hiç gitmeseydim.” Ben artık yüzlerine bile bakmıyordum. Kızgınlığımı belli etmek istercesine bakışlarımı kaçırdım ama detayları da anlatsın diye heyecanla bekliyordum.

İçeri girdim. O ana kadar sanki bir şeyler oraya ulaşmamı engelliyordu. Yolda ufak bir de kaza atlattım.” Serdar şaşırarak konuştu. “Aaa arabanın plakası düşmüştü hani?” “Evet o gün. Hayatımda çok gittim böyle falcılara. Ama Ekrem kadar hiçbiri sarsmadı beni. Bulunduğu odaya girdiğin anda konuşamamaya başlıyorsun ve sadece komutlarına uyuyorsun. Ben en azından ismimi sorar diye beklerken, birden gözlerime baktı ve aynı hızla sımsıkı kapattı. Başladı anlatmaya. Bilmiyorum belki yarım saat sürmüştür. Mahvoldum ağlamaktan. Ben hayatımda böyle bir karanlığa düşmedim. Seni dinlemeyip gittiğime çok pişmanım. Şimdi bu Serdar da istiyor gitmek. Bana yalvardı kaç kere. Söylemedim. Muhtemelen buraya da senin ağzından laf almaya geldi.

Serdar, Sevda’nın yanında hiç okskadripod açmak aklından geçti mi?” Serdar ciddi olup olmadığımı anlamak için bana baktı. “Getir de gör kızın halini. Ben bir şeyi yapıp yapmamak konusunda ‘Aman ha!’ diyorsam o şeyden uzak durun. Hadi bu kız çılgın, abi sen neden ısrar ettin? Sana yarayacak bir adam olsa onca senedir ben Ekrem’le tanıştırmaz mıydım seni?

On dakika sonra okskadripodun titrek ışığı Sevda’nın saçlarının arasında dolaşmaya başlamıştı. Serdar aletin küçük ekranından gördükleri hakkında dehşete düşüyor, ben ise Ekrem’i tanıdığım güne lanet ediyordum. Sevda her şeyden habersiz, ruhundaki büyük karanlık yavaş yavaş göz bebeklerinden uzaklaşıyor, yerini yemyeşil bahçeler ve masmavi bir gökyüzü alıyordu.

………………….

Önceki hafta Eskişehir’de Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası tarafından “İtalyan Film Müzikleri” konseri verildi. Zor bela bilet bulup (o da balkondan) 13 Mayıs Cuma günü saat 20.00’de Atatürk Kültür Sanat ve Kongre Merkezi‘ne gittik. İtalyan film müziği denilince şüphesiz akla gelen en büyük isim Ennio Morricone oluyor. Bu blogda ismini arama kutusuna yazdığınızda da karşınıza onlarca yazı gelecektir. “Maestro” lakaplı büyük üstat, çağımızın en büyük bestecilerinden bir tanesiydi. Onunla aynı çağda yaşayıp hayatta olduğu dönemde hayatta olmak bile büyük bir şans. Gerçi en büyük eserlerini hep ben doğmadan önce vermiş olsa da bu durum onun kalitesini hiç değiştirmiyor. Evet, bu güzel konseri en azından üstadın birkaç güzel eserini canlı olarak senfoniden dinleyebilmek için kaçıramazdım.

Konser tam saatinde başladı. Birlikte gittiğimiz Seçil alt kattaki yerine gitmek için bizden ayrıldı. Biz de balkondaki köşemize geçtik ve ışıklar söndü. Deborah’s Theme ile başladılar. Hemen ardından Once Upon A Time In America geldi. Sergio Leone’nin bu başyapıt filminin müzikleri de konserde çaldıkları en güzel parçalardan bir tanesiydi. Bazı parçalarda orkestraya soprano Tülay UYAR HATİP eşlik etti. Şef Ender SAKPINAR zaten Eskişehirimizin yetiştirdiği en büyük müzik adamlarından birisi olarak gerek parça seçimleri gerekse yönetimiyle her zaman ki gibi izleyicilerden tam not aldı. Bu arada küçük bir bilgi de vereyim. Ender SAKPINAR şef, Lara Di Lara sahne adıyla bilinen genç şarkıcı Dilara SAKPINAR’ın babasıdır. Yine Nino ROTA‘nın çok meşhur The Godfather isimli eseri çalınmaya başlanınca tüm salon telefonlara hücum etti. Oysa ki La Vita e Bella (Life Is Beautiful) en az onun kadar meşhur ve güzel bir parçadır. Olsun, onu da ben çektim 🙂

Konserin en kötü yanı davulun tonlarıydı. Perküsyonların başarısına rağmen, davul setinin tonları gerçekten çok kötüydü. Belki daha önce de yazdım ancak Eskişehir Senfoni Orkestrası’nın en kötü yönü davul setinin tonları. Ayrıca şarkılarla birlikte verilen görüntüler konserin ilk dakikalarında güzel başlasa da sonlara doğru iyice baştan savma bir hal almaya başladılar. Arama motorundan indirilen görseller manasız ve upuzun isimleriyle ekranda belirmeye, yanlış görsel yanlış parçaya eşlik etmeye başladı. Ben bu noktada böyle tematik konserlerde eğer yapılacaksa bu işin çok daha itinalı bir şekilde yapılması gerektiğine inanıyorum.

Vee ÇevŞen. Yani Çevre Şenliği. Yani Eskişehir Teknik Üniversitesi Geleneksel Çevre Şenliği. 10-12 sene önce ismini koyarak ilk şenliği yaptığımız yıllara gittim. Mezun olduktan sonra bir türlü fırsat bulup da gidemediğim şenliğe bu yıl nihayet gittim. Bunda elbette geçtiğimiz yaz bizde staj yapan arkadaşlarımızın davetleri de çok etkili oldu.

Geçtiğimiz cumartesi günü Merve iş arası için eve gelince Mert’i ona devredip hemen Espark’a gittim. Burada, Espark’ın arka kısmında bir sürü stantlar sıra sıra açılmıştı ve bir de sahne kurulumu devam ediyordu. Hemen gidip “Geleceğin Yeşil Yakalıları” standını bulup arkadaşlarımla buluştum. Orada kaldığım süre boyunca başta rektör hocamız olmak üzere pek çok diğer hocamızı ve eski mezun arkadaşlarımızı gördüm. Faik ve kardeşi Fatih de oradaydılar ve her ikisiyle de sohbet ettik. Hatta Faik’le atık kumaşlardan makrome yapma atölyesine katıldık. Şu aşağıdaki videoda kulübün şu an ki üyeleri organizasyon sürecini anlatıyorlar. Keşke biz de zamanında böyle bir şey yapsaydık. Hatıra kalırdı be 🙂

Şenliğin kendi adıma en güzel kısmı Çevre Mühendisliği Bölümü’nde halen okuyan ve okumaya hazırlanan öğrencilerle tanışabilmem oldu. Tek aksilik, stantlardan birinden aldığım ve Eskişehir Teknik Üniversitesi’nin iklim değişikliğine uyum için yaptığı çalışmaları anlatan kare kodun çalışmaması oldu. Olsun. Eğer o stantta duran iki arkadaşımızla stajyer olarak yeniden karşılaşırsak bu konuyu ödev olarak verebilirim 🙂

Eh yeni jenerasyonun düzenlediği şenliğe katılınca aklıma hemen bizim düzenlediklerimiz de geldi. Bir defasında kampüste sahne kurdurup iki grup konser vermiştik. Grubumuzda neyzen ve bağlamacı bile vardı. Bu kadroyla Pentagram çalmıştık 🙂 Katıldığım son çevre şenliğini ise yine Espark civarında, bugünkü tramvay durağının oralarda bir yerde yapmıştık. O zaman oradaki demiryolu köprüsü henüz kalkmamıştı. Bu etkinliğimizi dönemin Tepebaşı Belediyesi, kendi adıyla sahiplenip bizim okulu da “İki Eylül Üniversitesi” diye saçma sapan bir şekilde duyurunca Belediyenin personeliyle tartışmıştım. Belediyedeki meslektaşım da bana verebileceği en büyük “cezayı” verip beni bölümden hocamıza şikayet etmişti 🙂

Aklımda bu hatıralarla şenlik alanından ayrılırken içimden hep şunu tekrarladım: “Bir şeyler yapmak gerek.

2020 Yılımın Özeti

Mad Max: Fury Road filmini ilk kez sinemada izlerken filmin ilk aksiyon sahnesiyle koltuğumdan öne doğru fırlamış, bir daha da geriye yaslanamamıştım. İşte öyle bir yıl oldu 2020.

Blogun geleneksel yıl özeti yazısına hoş geldiniz. Bu özet yazıları, yıllardır her yılın sonunda yazdığım bir tür hesaplaşma, skor tutma, istatistik verme, racon kesme, kuyruğu kıstırma ve yazılması en uzun süren yazılar oluyor. Haydi, türümüzün son birkaç yüzyıldır yaşadığı en sıkıntılı yıllardan biri ve belki de en sıkıntılısı olan 2020 yılını nasıl geçirmişim hatırlayalım.

Bu yıl önceki yıla göre blogla daha çok ilgilenmeme rağmen, okuyucu sayımız biraz düşmüş. Ancak yazı sayısının önceki yıla göre ciddi oranda da arttığını söylemek lazım. Toplamda 80 yazı yayımlanmış blogda. Blogun son dört ayında WordPress ciddi bir güncelleme alarak “Blok” tasarımına geçti. Bunu okuyucu olarak siz fark etmediniz. Ancak içerik üreticisi olarak ben, ilk aylarda çok ciddi sıkıntı çektim. Ancak sonradan uyum sağlamayı başardım ve yazılar gelmeye devam etti. Tam 10 sene önce yazdığım “İyi Bir Münazara İçin İpuçları” isimli yazım bu yılında reyting rekortmeni. Hemen ardından Türkiye’nin belki de ilk ve tek Gillette Blue 3 ve Mach 3 koleksiyoncusu olmamı ispatlar şekilde, “Gillette Tıraş Bıçakları Kullanıcı Deneyimleri” isimli yazım en çok okunan yazım oldu. Ciddi bir sağlık problemi yaşadıktan sonra yazdığım “Bir Reflü Macerası” yazım en çok okunan üçüncü yazı oldu. Buna çok sevindim çünkü internette çok az yerde bulunabilen bir diyet ve yasaklılar listesini yayımladım bu yazıda. Umarım okuyan herkesin işine yaramıştır o liste. Google’a “münazara” yazarak bana ulaşan çok ciddi sayıda okuyucu olması sevindirici. Çünkü ben yıllar önce yazdığım o yazıma ek olarak bir yazı daha yazdım ve ilk yazıyı okuyan okuyucuların bu ikincisini de okumasını görmek iyi. Bloga en çok ziyaretçiyi arama motorları göndermiş. Bunun dışında sırasıyla Facebook, Twitter, Linkedin ve Instagram okuyucu göndermiş. Bu sene birkaç özel yazı için ilk defa reklam vereceğim. Bugüne kadar reklamdan bir kuruş kazanmadım. Ancak yıl içerisinde bazı özel yazılar yazmayı planlıyorum. Bunlar için reklam vereceğim. Bir de yakında My Resort için bir Instagram hesabı açmayı düşünüyorum. Ancak yazılarıma link veremeyeceğim için bunu nasıl yaparım ya da neye yarar, bunu iyice planlamam lazım.

İhsan Oktay Anar‘ın çeşitli dergilerde yayımlanmış küçük öykülerini derlediğim şu iki dosya (İhsan Oktay Anar’ın Minik Öyküleri Derlemesi ve İhsan Oktay Anar Minik Öyküler Derlemesi 2: Rabnûma) bu yıl en çok indirilen içerikler olmuşlar. Bu yıl onun İngilizce basılan tek kitabı olan The Book Of Devices‘ı aldım. Blogda en çok tıklanan görseller yüksek lisans diplomam ve reflü beslenme alışkanlıkları listesi olmuş. Haa bir de Gandalf var tabi. Bu yıl ülkemizden sonra en çok okuyucu ABD, Almanya ve can Azerbaycan’dan gelmiş. İngiltere’den yapılan 86 girişin ise en az yarısının bizim Seval olduğundan eminim 🙂

Şimdi gelelim aylık performanslara ve yaşananlara:

Ocak 2020: Yıl içerisindeki en kötü yazım performansı bu ay olmuş sadece 3 yazı! Bunlardan bir tanesi de zaten 2019 yılımın özetiydi.
:: Geçen yılın en büyük müzikal keşiflerinden birisi olan Altın Gün ön plana çıkmış. Bana göre şimdiye dek çektiğimiz en iyi cover videolarından birini çekmişiz ve Altın Gün yorumuyla “Kolbastı” çalmışız. Sağ olsun Cem‘in bağlama da akmış gitmiş valla 🙂
:: Yıllar sonra nihayet blogun arka planını değiştirmişim. Ayrıca Gillette tıraş bıçağı koleksiyonum için de ayrı bir sayfa açmışım.

Ocak 2020’de kullandığım üst resim

Şubat 2020: Toplam 5 yazı. Eh, fena değil. Bu ay yılın hareketlenmeye başladığı, Covid-19‘un duyulmaya başlandığı bir aydı. Başımıza neler geleceğinden habersiz, öylece bekliyorduk.
:: Alper ve Özge nişanlandı. Bu yılın ilk düğün/dernek haberi Alperler’den geldi. Hep birlikte Ankara’ya gittik. Böylece Özge’nin ailesiyle de tanışma imkanımız oldu. Yıl içerisinde de pek çok arkadaşımızın güzel haberlerini almaya devam ettik.
:: Kendime nihayet bir masaüstü bilgisayar toplayabildim. Tabi bu gelişmede en büyük pay Kerem Bey‘in ve Lütfi Abi‘nin. Sağ olsun Kerem Bey’in bir kıyıda kalmış emektar bilgisayarını aldıktan sonra ram ve SSD takviyesi yaparak şu anda da kullandığım bilgisayarı hayata döndürmüş oldum.
:: Yağız ve Alper’le birlikte, şimdiye kadar yaptığımız en prodüksiyonlu videomuzu yaptık. Yıllardır severek dinlediğim büyük üstat Ennio Morricone’yi de andık böylece.
:: Kendime bir 75-300 odak uzunluklu zoom lens aldım. Böylece özellikle dolunaylarda çok daha güzel görüntüler çekebilmeye başladım.

Mart 2020: Bu ay toplam 8 yazı yazdım. Ayrıca çok fazla sayıda eski yazımı da güncelledim. Özellikle eski görsellerin linkleri öldüğü için blogun arka planında epey hummalı bir çalışma devam ediyor. Ülkede de bu aydan itibaren Covid salgını ciddi bir boyuta taşınmıştı. Yakın zamanda iki arkadaşımız HazalUtku ve BetülMustafa yeni evlerine taşındılar. Ayrıca bu ay Antalya’ya bir eğitim çıkmıştı, Yunus Emre‘yle birlikte gidecektik. Ancak Covid nedeniyle iptal edildi.
:: Orta Dünya’ya ait yepyeni kitaplar yayımlandı ve ben hepsini kitaplığıma ekledim. Şu anda birkaç eksik dışında gayet iddialı bir Orta Dünya kitaplığım oldu.
:: Ali Sami Yen‘e bir kere daha, bu sefer de Alperler’le gittim. Orada Özlem ve Ceyhun da ekibe katılınca müthiş bir gün ve müthiş bir maç oldu. Galatasaray’ımızın o yıl seyirciyle oynadığı son maçtı bu. Bir hafta sonra tüm ülkede Covid alarmları çalmaya başladı.

:: Çok uzun süredir arşivime katmak istediğim Daft Punk‘ın Random Access Memories isimli albümünün plağını nihayet alabildim.
:: Yıllardır karşılaştığım en kötü virüs bilgisayarıma bulaştı. Hep duyduğum ama bir şehir efsanesi olarak dinlediğim .remk virüsü bilgisayarıma bulaşıp tüm dosyalarımı şifreledi ve şifre için benden 980 dolar para istediler. Neyse ki (hala şükrediyorum) %99 oranında yedeklerim sayesinde kayıpsız olarak kurtuldum. Ancak bu bana yaklaşık 1 haftaya mal oldu.

Nisan 2020: Pandemi ülkeyi kasıp kavurmaya başladı. Evlere kapandık. İşe dönüşümlü olarak gidiyoruz. Karamsarlığın en üst düzeyde olduğu bir aydı. Arkadaşlarımız bir biri ardına evlilik tarihlerini ertelediler. Bu ay 8 yazı yazmışım.

:: Yıllar sonra arşivden bulunca Hobbit’in orijinal illüstrasyonlarını yayımladım. Eğer gözden kaçıran varsa muhakkak indirip arşivlesin.
:: Ülkemizin rock ve metal müzik kültüründe önemli bir paya ve yere sahip olan Çağlan Tekil bu ay hayatını kaybetti. Geçirdiği beyin kanaması sonucu bir sürede komada yaşam savaşı verdi ancak daha fazla dayanamadı. Bu yazıda “Şimdi ardından Head Bang ne olur, yeni sayı yayımlanır mı, yoksa Baron’la birlikte bu efsane de ölümsüzlüğe doğru yelken açar mı bilmiyorum.” demiştim. Birkaç ay sonra Head Bang son bir sürpriz yapacaktı.
:: Mach3 koleksiyonuma iki önemli parça eklemişim.
:: Bir süredir uğraştığım fotoğraf stoklama işlemini nihayet yapabilmişim. Bu sayede ayın çok daha net fotoğraflarını çekebiliyorum.
:: Halen daha hayatımızın en büyük maceralarından biri olarak nitelendirdiğimiz Gelibolu Maceramıza ait yıllar sonra bir keşif yaptım. Üstelik yıllar önce yazılan yazılardaki görselleri de güncelledim.

2012 Aralık

Mayıs 2020: Pandemi tüm ülkede devam ediyor. Nisan ayına göre biraz daha iyiye gidiyor durum. Bu ay yine 8 yazı yazmışım. “Evde kal“manın en büyük faydalarından birisi bu oldu. Bir de elbette bu yılın bizim için en büyük, en önemli ve en güzel olayı var: Mert Ekin dünyaya geldi.
:: İhsan Oktay Anar’ın daha önce hiç okumadığım bir öyküsünü keşfettim: Rabnûma. Yıllardır üstadın kaleminden yeni şeyler okumuyoruz. Bu öyküsü de 1989 yılında kaleme aldığı bir öykü. Tarzının oturmaya başladığı dönemler. Hoca bu öyküden 5 yıl sonra da Puslu Kıtalar Atlası’nın yayımlayacak.

:: Aylardır beklediğimiz mucize gerçek oldu ve sevgili yavrumuz Mert Ekin dünyaya geldi. Pandeminin ortasında, gözden uzak ve tedirgin geçen birkaç günün ardından yuvasına geldi. Ben bu satırları yazarken Mert’in 8 aylık olmasına birkaç gün kaldı. Buraya da yeni doğan değil de şimdiki halinin bir fotoğrafını ekliyorum. Yılbaşında çektik.
:: Bu yılın en iyi projelerinden birini daha başarıyla tamamladım. Mini vidalama makinesi yaptım. Bu projeyi yaparken bana destek olan Türker, Süha ve Murat‘a bir kere daha teşekkür ederim.
:: Bu yılın en gurur verici çalışmasına imza attık hem de neredeyse tüm arkadaş gurubumuz bir arada! 19 Mayıs’ta “Hoş Gelişler Ola” marşını çaldık hep birlikte ve ortaya yıllar sonra bile keyifle hatırlayacağımız güzel bir video çıktı. Emeği geçen tüm dostlara bir kere daha teşekkür ederim. Bu arada üç kardeş birlikte yer aldığımız ilk müzik videomuz da bu oldu.

:: Murat İlkan‘ın Fanus albümünün hatalı basılan ilk plağını aldım. Hem Murat İlkan’ı çok sevmem hem de koleksiyon değeri olan bir ürün olduğu için hiç kaçırmadım. Plak dinlenebiliyor ancak mastering’i çok yetersiz ve parçalarda çok ciddi hatalar var.
:: Nereden esti bilmiyorum ama daktilo alırken dikkat edilecek konulara ilişkin güzel bir yazı yazmışım. Bu sene çok okunan bir yazı olmadı ama reytinglerinin giderek arttığını görüyorum. Birkaç seneye blogun önemli yazılarından birisi olabilir.

Haziran 2020: Bu ay sadece 4 yazı yazmışım. Rehavet oldu tabi. Bütün ülke de tıpkı benim gibi rehavete kapıldı. 1 Haziran’da pandemi yasakları sona erdi. Covid 19’da tünelin ucunda birazcık ışık görmüşken, vak’a sayılarını nihayet 100’ün altına düşürmüşken ve tam da tedbirlerin korunması gerektiği yaz sezonun açılışıyla tüm tedbirler kalktı. Aylardır kapalı kalan halk bir anda hiç olmayacağı kadar dolaşıma çıktı. Bankalar insanlar tatile gitsin diye kredi verdi. Tatil sezonuyla çakışmasın diye üniversite sınavı ertelendi. Bunun bedelini de elbette birkaç ay sonra çok daha şiddetli bir şekilde ödeyecektik.

:: Mustafa, Massive Agressive isimli iç dekorasyon butiğini açtı. Başlangıçta steampunk esintili objelerde kısa sürede Instagram’da beğenileri toplamayı başardı. Her geçen gün satış ağını da genişletiyor.
:: Alper’le birlikte en sevdiğimiz Türk gruplarından olan Pentagram’ın en sevdiğimiz iki şarkı This Too Will Pass ve Lions In A Cage’i coverladık.
:: Yıllardır istediğim ancak bir türlü fırsat bulamadığım bir şeyi yaptım ve kendi el yazımı bir fonta dönüştürdüm.
:: Ülkemizde basınında da yer alan ancak kimsenin tek bir kare fotoğrafını bulamadığı dergiyi Seval sayesinde Almanya’dan buldum. Seval’in Almanya’dan bana yaptığı son iyilik bu olacaktı. Çünkü bir süre sonra İngiltere’ye taşınacaktı.

Temmuz: Bu ay blogda 7 yazı yazmışım. Önceki yıllarda genede tatile falan gittiğimiz için Temmuz pek yoğun geçmezdi ancak bu sene Covid’den dolayı evlerde kaldığımızdan fena bir ortalama değil.

:: Biricik dostum Selçuk Ceylan‘ın yepyeni iki kitabını daha okudum. Selçuk’un yazdığı kitap sayısı 6’ya ulaştı.
:: Yılın en iyi dolunayını yılın en sevdiğim ayında yaşadım. Ender ve Alper’le birlikte Ghost’un Ritual parçasını coverladık.
:: Büyük üstat, çağımızın en büyük müzisyenlerinden Ennio Morricone hayatını kaybetti. Türkiye’de kendisinden ve eserlerinden en çok bahseden bloglardan birisi olan My Resort’ta, olabildiğince güzel bir yazı yazarak uğurladık ustayı.
:: Utku ve Alper’le pizza yeme yarışmasına katıldık. Ben dereceye giremedim ama Alper ikinci, Utku üçüncü oldu.
:: Hayatımın en sessiz sedasız doğum günlerinden birini geçirdim. Aynı dönemde In Flames, Clayman albümüne 20. yıl özel baskı yayımladı. Ben de bu albüm ve Fury filmi için birkaç yeni baskı tasarladım.

:: Okulda bu yıl düzenlenmeye başlayan çevrimiçi Öğrenci-Mezun Buluşmaları etkinliğinde bölümümüz ve mesleğimiz adına bir sunum yaptım. Keyifli bir akşam oldu. Bir kere daha, beni davet eden sevgili hocalarıma ve öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ederim. Blogda bahsetmesem de bu yıl bu şekilde pek çok çevrim içi etkinlik oldu. Covid-19’un hayatımıza kattığı farklı tecrübelerden birisi de bu oldu.
:: Çok kıymetlim ve yıllardır eski baskıları astronomik fiyatlarla satıldığı için alamadığım Nur Yoldaş’ın Sultan-i Yegah albümü yeniden plak olarak basıldı. Üstelik şeffaf, kırmızı renkli ve gatefold olarak. Hemen aldım.

Ağustos 2020: Yaz bütün rehavetiyle devam ediyor. Covid yavaş yavaş ülkeye yeniden yayılmaya devam ediyor. Gerçek rakamların kelime oyunlarıyla gizlendiği yönünde toplumda ciddi bir kuşku ortaya çıktı. Bir süre sonra bu kuşkuların haksız da olmadığı görülecekti. Bu ay toplam 7 yazı yazmışım. Bu ay hem Koray ve Tuğba‘nın hem de Alper ve Özge’nin düğünleri vardı. Koray ve Tuğba’nın Antalya’daki düğününe gidemedim.

:: Alper tam 14 yıl sonra Eskişehir’den taşındı. Blogda yazdığım en depresif yazılardan birini yazdım. 2020’nin en kötü anlarından birisiydi veda anı. “Fotoğrafların kesilmiş yerlerini saklamayı yıllarca becerdim ama artık sen de yoksan çerçevede çok azımız kalıyor o yıllardan.”
:: Kiracı olarak oturduğum evde büyük bir tadilat yapıldı. Ustaların da temiz çalışmamasından dolayı toparlanmak epey uzun sürdü. Ancak yine de ustaların hakkını yemeyeyim, en azından kısa sürede tamamladılar. Temizlik uğraştırdı biraz.
:: Özge ve Alper’in düğünü oldu. Bursa’ya gittim düğün için. Corona’nın gölgesinde korka korka yaptığımız, çok şükür kimseye de bir şey olmadan tamamladığımız bir düğün oldu.
:: Gillette Blue 3, beni şaşırtarak üç büyükler (Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş) renklerinde tıraş bıçakları çıkardı. Koleksiyona bir anda üç bıçak daha eklenmiş oldu. Ülkenin en iddialı koleksiyonuyum.
:: Bir klasik olan Fahrenheit 451‘i okudum. Kitap başta sarmadı, epey zorladı ancak sonradan çok hoşuma gitti. Filmini izledim ve çizgi romanını sipariş ettim. Bir de Eskişehir’de Fahrenheit 451 isimli bir sahaf keşfettim. Mehmet‘in sayesinde Devran’la tanıştık. İlerleyen günlerde de Devran’dan epey bir kitap alacaktım.

Eylül 2020: Covid’e karşı alınan önlemlerin göstermelik olduğu anlaşıldı. Özellikle Kurban Bayramı’yla birlikte memleketin dört bir yanına dağılan vatandaşlar sayesinde en küçük köylere bile virüs ulaştı. Nisan ayından daha beter bir duruma doğru ülke sürükleniyordu. Bu ay toplam 7 yazı yazmışım.

:: Grafik tablet aldım. Okulların açılmayacağı ve derslerin uzaktan yapılacağı anlaşılınca bir fırsatçılık ülkesi olan Türkiye’de 300 liralık ortalama grafik tabletler 600-700 liralara fırladı. Milli Eğitim Bakanı’nın eğitim uzatan yapılacaktır diye açıkladığı gece neredeyse %100 zamlandı tüm tabletler.
:: Yağızhan mezun oldu. Sagopa Kajmer, Yunus EP isminde bir albüm çıkardı. Bu albüm benim yıllar sonra dinlediğim ilk yeni Sagopa albümü oldu.
:: Gıda Dedektifi Musa ÖZSOY’un “Ne Yediğinizi Biliyor musunuz?” isimli kitabını okudum. Yalan yok, gıda endüstrisi hakkında daha önce bilmediğim pek çok yeni bilgi öğrendim. Ayrıca gıda tercihlerimi yeniden gözden geçirmemi sağladı.
:: Scooter aldım. Xiaomi M365 marka modelli scooter, bu yıl aldığımız en verimli aletlerden birisi oldu. Özellikle şehir içi ulaşımda büyük bir devrim yarattığını söyleyebilirim.

Ekim 2020: Blog açısından iyi geçen, 9 yazılık bir ay oldu. Covid’in daha da kötü bir hal aldığı artık kabul edildi ve yeni tedbirler alındı. Bu ayın diğer bir özelliği ise Sertan ve Ayşe‘nin biricik yavrucukları Özüm dünyaya geldi. Mert doğduğunda yaşadığımız heyecanı, bu sefer de Özüm için yaşadık 🙂

:: Şevkiye‘nin teleskobunu ödünç aldım. Aynalı teleskop hiç kullanmamıştım. Ancak kurduktan sonra epey bir keyif verdi.
:: Bir devrin sonu geldi ve Head Bang 6, Çağlan Tekil’in yarım bıraktığı işi tamamlamak için son kez yayımlandı. Head Bang devri sona erdi. Müthiş bir bir veda sayısı olmuştu.
:: Efendi, 2020 yılı içerisinde tam üç tane single yayımladı. Bu yıl umarım yeni albümleri çıkar.
:: Plak koleksiyonumdaki ilk long playlerden biri olan Kamuran Akkor’un Boşver Üzülme plağı için yıllar sonra bir kapak yaptım.

Kasım 2020: Yıl sonu yaklaştıkça doktora teziyle ilgili kaygılarım da tavan yapmış durumdaydı. Covid’in tedavisine dair her kanalda aşı çalışmalarıdan bahsediliyor. Biz de yeni bir dönüşümlü çalışma sistemine geçtik. Bu ay 5 yazı yazabilmişim.

:: Yıllardır kitaplığıma katmayı çok istediğim Harry Potter’ın resimli baskılarını Merve’nin hediyesiyle aldım. Kitaplarım açısından bu yılın şüphesiz en müthiş olayı buydu. Aynı dönemde bir de Buz ve Ateşin Dünyası isimli Game Of Thrones evreni kitabını aldım.
:: Anneannem Kars’ta vefat etti. Yıl boyunca uzak akrabalarımızın, birkaç tanıdığımızın Covid’den dolayı vefat haberini almıştık. Ancak anneannemin vefatı hepimizi yaraladı. Onu bu şekilde kaybetmek tarifsiz. Hala da ne diyeceğimi bilmiyorum. Gidemedik göremedik. Işıklar içinde uyusun, mekanı cennet olsun.

Aralık 2020: Yılın son ayında 8 yazı yazmışım. Bu yıl da böylece bitmiş oldu. Covid’e karşı geliştirilen aşı haberleri büyük bir mucize gibi karşılandı Dünya’da. İnsanlar umut beslemeye başladılar. Çünkü ekonomi çok kötü durumdaydı. Aşı haberleri ve ülkedeki bir takım siyasi gelişmelerden dolayı (Maliye bakanı istifa etti) ekonomide olumlu yönde kıpırdanmalar oldu. Eve kurutma makinesi aldık. Resmen bayram havası yaşanıyor günlerdir 🙂
:: Tam 15 yıldır bıkmadan, sıkılmadan izlediğimiz Supernatural dizisi final yaptı. Hayatımızın yarısına eşlik etmiş abilerim Sam ve Dean Winchester’a veda ettik.
:: Kendime iyi bir tripod aldım. Bu sene 75-300 objektiften sonra fotoğrafçılığa yaptığım son yatırım bu oldu.
:: Avatar’ın “Verilen Söz” isimli çizgi romanı ilk defa Türkçe yayımlandı.

:: Yıllardır kullandığım emektar bendirimi modifiye ederek yeni bir bendir sahibi oldum. Devrim yaratan akort sistemi sayesinde çok başarılı tonlar elde edebiliyorum.
:: Çok sevdiğim Fury filminin Amerika’dan aldığım soundtrack plağına kavuştum.
:: Cidesphere’in Dawn Of A New Epoch albümünün plağını aldım. Bu yılın en iyi metal işlerinden birisiydi bu albüm.

Bu yıl iş yerindeki üçüncü yılımdı. Önceki yıllara göre biraz daha karamsardım bu yıl. Hayal kırıklıklarım çok fazlaydı. Bu yıl vedaların yılı oldu. Geçici süreliğine de olsa Pınar ve Melike gittiler. Lütfi abi ve Şükrü abi gibi değerli abilerimiz emekli oldular. İsmihan abla emekli oldu. Biricik arkadaşımız, en yakın arkadaşımız Caner ise en büyük darbeyi vurdu ve Zonguldak’a tayin olarak gitti. Üç yılın ardından ilk defa bu yıl şubeler arası ufak görev değişiklikleri oldu. Sevgili oda arkadaşım Hülya Hanım diğer şubeye, kıymetli arkadaşım Sanem Hanım da bizim şubeye geçti ve yeni oda arkadaşım oldu. Masam değişti. Gerçi itiraf etmek gerekirse masamın değişmesine çok ama çok sevindim. Bu yıl uzaktan çalışma kavramıyla tanıştık. Bütün bir yıla baktığımızda da yine iş yoğunluğumuzu Sıfır Atık, mahkemeler, yılın ilk dönemlerinde gürültü şikayetleri oluşturdu. Bu yıl ne yazık ki hiç spor etkinliğimiz olmadı. Sadece iş yerinde değil, Covid’in başlangıcı olan Mart ayından itibaren spor salonlarının kapatılması nedeniyle dışarıda da spor yapma imkanım olmadı. Spor salonu ekibiyle dışarıda görüştük. Enes, tam da bu dönemde askerden geldi. Erhan Abi ve Enes’le birkaç defa buluştuk.

Gelelim Instagrama. Bu yıl Instagram’da çok güzel coverlar paylaştık. Ayrıca koleksiyonla alakalı güzel derlemeler yaptım. Hepsini değil ama bir kısmını aşağıda paylaşıyorum.

Bu yılın da en sekmeyen yazıları dolunay yazıları oldu. Hatta bu sene 12 değil, 13 tane dolunay yazısı yazdım. Bu yazıların en güzel özelliği o dönem sahip olduğum ruh halini çok iyi yansıtmaları. Ayrıca müzikal çalışmalarımız da genellikle bu yazıların içerisinde veriyorum.

Youtube’u çok ihmal ettim. Çok ihmal ettim ve sadece 1 video yayımladım. Belki 2021’de daha dolu geçer. Covid pandemisi aslında evde kaldığımız dönemde film ve dizi izlemek için uygun bir zamandı. Ancak hem Merve’nin hamileliğinin son dönemleri olması hem de Mert’in doğmasıyla birlikte hayal ettiğimiz gibi olmadı film izleme olayı. Yine de Netflix‘te epey bir şeyler izledik. Bunların içerisinden beğendiklerimden bazıları Old Guard, Cinayet Süsü, Nice Guys gibi filmler oldu. Bu arada umarım Old Guard’ın devam filmi çekilir. Şunu fark ettim ki eski filmleri izlemeyi daha çok seviyorum. Fury, Yüzüklerin Efendisi, Kapıdaki Düşman, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi filmleri senede birkaç kere izliyorum. Mesela How I Met Your Mother‘a başladık yeniden.

Halen izlemekte olduğum İkinci Dünya Savaşı’nın En Önemli Olayları isimli belgesel ise hayatımda izlediğim en derli toplu 2. Dünya Savaşı belgeseli. Bu yıl ayrıca Atiye, Breaking Bad, Spartacus ve La Casa De Papel‘i izledik. Netflix dışında bu yıl Mustafa sayesinde Amazon Prime‘ı da denedim ama burada da birkaç eski film dışında yeni bir şey izlemedim. Bunlardan bağımsız olarak 1917 isimli film muhteşem bir WW1 filmiydi. Ayrıca ilk defa izlediğim Bone Tomahawk da yıllar sonra izlediğim en iyi western filmiydi.

Bu yıl edebiyatla dopdolu geçti. Bunda da en büyük pay Hicri Bilakis Kuşçu‘nundur. Bugüne kadar yıl içerisinde okuduğum, aldığım kitapların sayısını tutmazdım. Ayrıca kitaplara dair yaptığım incelemeleri de yazmazdım. Onun yılbaşından hemen önce verdiği Metis Ajanda 2020 – Ya Kebikeç! sayesinde bu envanteri günden güne tutabildim. Bu ajandanın en güzel yanı, ihtiyacınız olan her şeyi içeriyor olması. Önemli günleri, dolunay takvimi, özel sözler, yazarları eserlerinden alıntıları (ki bunlar bile başlı başına bir okuma kaynağı), küçük bir not bölümü, telefon rehberi ve birkaç faydalı bilgi. Yoğun geçen bir yıl olmasına rağmen baş ucumdan kitabı hiç eksik etmedim. Bu yılın ilk kitabı Borges’in Ficciones: Hayaller ve Hikayeler oldu. Burada yer alan Artificos kısmı müthişti. Bu yıl okuduğum en iyi kitaplar ise Alamut, Malafa ve Sapiens oldu. Bunu Herkes Bilir ve Meteor Avı‘nı yarıda bıraktım. Ayrıca Zaman Makinesi ve Fahrenheit 451‘den çok etkilenip çizgi romanlarını aldım. Bu yıl çeşitli yollarla (satın alarak, hediye olarak, takasla, ücretsiz olarak ve hibe edilerek) elime toplam 93 kitap geçmiş. Bunlardan 30 tanesi Jules Verne kitapları.

Jules Verne demişken, hayatımın Jules Verne’yle dopdolu geçen yıllarından birisiydi. Yılın ortalarında Murat Haser isimli ülkenin en büyük Jules Verne koleksiyoncusuyla tanıştım internetten. Paylaşımları üzerinden epey muhabbet ettik. Bu sayede benim tamamladığımı sandığım bazı serilerin eksik olduklarını görüp tamamladım. Ve İthaki koleksiyonumu sadece son kitap (46 no) eksik olmak üzere tamamladım. ALFA Yayınlarının “Olağanüstü Yolculuklar” serisine başladım. Bu serinin güncel bir seri olması nispeten işimi kolaylaştıracak.

Müzik. Bütün yıl boyunca dinledim. Hastanede doğum için kontrole gidince de dinledim, sabahları işe giderken de dinledim. Kulaklığım bozuldu ve aylardır servisten gelmedi. Dışarıdayken idare ediyorum başka kulaklıklarla. Bir gün Ender’le buluşmuştuk. Arabada radyoda bir şarkı duydum. Giriş melodisi acayip hoşuma gitti. Yıl boyunca da dinleyip durdum: Kahraman DenizUzak Gelecek. Oluyor böyle takıyorum bazı şarkılara. Mesela hiç tarzım olmamasına rağmen Kül, Dünya’dan Uzak ve Kentsel Dönüşümler isimli şarkıları da çok beğendim. Sagopa Kajmer’in de girişteki strachleri çok hoşuma gittiği için Pankart isimli yeni şarkısını beğendim. Bir de keşif yaptım ki keşfettikten sonra defalarca dinledim. İstanbul Şarkıcıları isimli oluşumun Köroğlu Dağları isimli şarkısı. 1980 yılında yayımlanmış. Müthiş bir şarkı. Bir de bahsetmezsem olmaz, Ouzo Bazooka‘nın Space Camel isimli şarkısı var ki klibiyle falan muazzam. Mert’i kucağıma alınca bunu açıp dans ediyoruz. Gerçek saykodelik budur!

Metal müzik dünyasında ise epey gelişmeler yayımlandı. In Flames, Clayman albümünün 20. yılına özel bir EP yayımladı. Eski şarkıların yeni düzenlemelerini içeriyordu. Yeni düzenlemelerin hiçbirini beğenmedim. Ancak albümün remastered halini beğendim. Deftones, Ohms isimli albümünü yayımladı. Albüm aklımı başımdan almadı ama kötü de değildi. Önceki albümden çok daha iyiydi. Deftones ayrıca başyapıtları White Pony’nin 20. yılına özel bir Anniversary Edition yayımladı. White Pony x Black Stallion isimli bu double albümde ilk albümün remastered şarkıları ve remiksleri yer aldı. Remikslerin bazıları resmen bambaşka şarkılar olmuşlar. Çok beğenmedim. Katatonia, City Burials isimli yeni albümünü yayımladı ancak olmadı, yaprak kımıldamadı bende. Yine bir başka grup Linkin Park da Hybrid Theory albümlerinin 20. yılına özel bir albüm yayımladılar. İçerik olarak çok zengindi ancak çok da pahalı olduğu için almak mümkün değildi. Yine de eski videolarını yeniden düzenleyip renkleri ve çözünürlüğü olağanüstü hale getirdiler. Sırf bu bile yetti de arttı. Yıllar sonra oturup Linkin Park dinledim. Hatta şu anda da In The End çalıyor.

Ülkemizde de müzik piyasası covid’e rağmen üretkendi. Konserler olmadı ama gruplar evlerinde üretti. Grupların bir dönem evlerinden yaptığı cover ve akustik çalışmaları beğeniyle izledim. Bu yılın en yeni yepyeni grubu benim için Bipolar Architecture oldu. Heretic Soul‘dayken de çok beğendiğim Sarp‘ın yeni grubu. Depresif melodilerin üzerine yaptığı vokali özellikle beğendim. Şu anda grubun üç şarkılık bir EP’si ve bir de single çalışması var. Bu yıl umarım onların adına daha iyi geçer. Canımız ciğerimiz Pentagram‘ımız yeni bir albüm çıkarır diye bekliyorduk ancak “Bu Düzen Yıkılsın” isimli bir single yayımladı. Bir de video çekti. Beğenmedim. Ancak şu açıdan mutlu oldum ki Pentagram yola sekiz kişi olarak devam edecek gibi görünüyor. Cidesphere, bu yılın en iyi albümlerinden birini çıkardı: Dawn Of A New Epoch. Yılın son aylarına denk gelmesine rağmen Spotify’ım da ilk üçe girdi albüm. Özellikle Sacred Patronage bu yıl favori metal şarkım oldu. Sabhankra bu yıl yeni bir materyal üretmedi, konserler verdi. Ancak 2021’de yeni bir albüm yayımlayacaklar. Yani aslında bu dönemi onlar da üretmek için kullandılar. Bu yıl onlarca albüm çıktı elbette ancak belki de bunları ben de ilerleyen yıllarda keşfedeceğim için buraya fazla detay yazmıyorum. Son olarak baş tacım Black Omen‘in ilk demosu kaset formatında yayımlandı. Bununla ilgili ayrı bir yazı yazacağım için detay vermiyorum.

2020’nin ilk aylarında verdiğim bir yedek parça siparişi vardı. Aralık ayının ilk haftası geldi ve yanlış geldi. Yeniden sipariş oluşturdum bekliyorum. Ayrıca Pioneer servisinden hala kulaklığımı bekliyorum. Umarım bunlar bu yıl gelir. Koray’ın istediği Mor ve Ötesi – Deli parçasının davul videosunu hala çekemedim. Onu bitireceğim. Sercan’la bu yıl üç kere görüştük. Ocak ayında Eskişehir’e geldiğinde ve Alper’in düğününde. Volkan’la ise görüşemedik hiç. Sercan‘a doğum gününde güzel bir kolaj video yaptık. Beğenmedi 🙂 Bursa’dan isimsiz bir mektup geldi. İçerisinde uzunca bir plak listesi vardı. Beni nereden buldu, ismime ve adresime nasıl ulaştı bilmiyorum. Ama iç içe de sevinmedim değil. Zaman zaman açıp okuyorum.

Yazmayı yukarıda unuttum ama kardeşim Mustafa, Kocaeli Üniversitesi’nden Osmangazi Üniversitesi’ne geçiş yaptı. Dolayısıyla iki yıldır süren çilemiz nihayet bitti. Nihayet yeniden Eskişehir’de toplandık. Bu yılın güzel gelişmelerinden bir tanesiydi bu. Tabi ki bir diğer Mustafamız da nihayet gitti Trabzon’da nişanlandı Kübra’yla. Mustafa şüphesiz son yıllarda hayatımıza giren en değerli adamlardan. Ama Kübra da o kadar müthiş bir insan ki bazen diyorum acaba Mustafa’yı mı daha çok seviyoruz Kübra’yı mı 🙂

Bu yıl Ferit sağ olsun bana bir sürpriz yaparak hazırladığı exlibrisi göndermiş. Ben de mektuplarımda kullanıyorum bunu. Kendisi yıllar sonra Kütahya’dan ayrıldı. İzmir’e tayini çıktı. Elbette Kütahya demişken bir diğer sevgili kardeşimiz Gürcan‘dan da bahsetmezem olmaz. O da bir kere Eskişehir’de beni ziyaret etmişti. Pandeminin hızlanmaya başladığı günlerdi. Sonrasında iade-i ziyaret fırsatım olmadı. Ama 2021’de şartlar düzelirse Gürcan’ı Kütahya’da ziyaret etmeyi planlıyorum.

Evet, yılın özeti yazılarımın olmazsa olmazı olan Hedefler bölümüne geliyoruz. Bakalım geçen sene kendimize hangi hedefleri koymuşum, neleri başarmış, neleri yapamamışım. En önemlisi de, önümüzdeki yıl neler yapmak istiyorum? 2020 yılı için hedeflerim şunlardı:

  • Elektronik davuluma bir ilave crash zili almak (Olmadı, alamadım. Ancak bozuk bir aksamını tamir ettirdim)
  • Kendime yeni bir bilgisayar toparlamak ve bunu olabildiğince ucuza yapmak. (Harika! Bunu başardım!)
  • Bir şarkıyı baştan sona düzenleyip cover olarak yayımlamak. (Bunu da yaptım sayıyorum, çünkü birkaç şarkıyı baştan sona olmasa da coverladık ve düzenleme yaptım)
  • Konsept bir fotoğraf çalışması yapmak. (Başarısız sayıyorum. Gerçi Alper’in düğününde epey bir çektim ama olsun, bu hedefi yazarken hayal ettiğim şeyi yapamadım)
  • Tank maketimi bitirmek. (Olmadı, yapamadım)
  • Vasatın üzerinde bir otomobil almak. (Olmadı, alamadım)

Evet, hedefler açısından çok da parlak geçmemiş anlaşılan. Moral bozmayalım ve kendimize 2021 için yeni hedefler koyalım. Önceki senelere kıyasla daha minimal hedefler koyuyorum çünkü Covid-19’un ne zaman biteceğini kestiremiyorum. Buyurun:

  • Elektronik davuluma ilave bir crash zili almak
  • Tank maketimi bir diorama ile bitirmek
  • Vasatın üzerinde bir otomobil almak
  • Doktoramı bitirmek
  • Eğer covid-19 nihayet tüm ülkede sona ererse iki farklı zamanda tatile gitmek
  • Alper’in isimsizini bitirmek

Bir önceki yıl şöyle yazmışım: “Umarım 2020 pozitif şeylerle dolu bir yıl olur. Hayatımızın belki kökten değişeceği, belki dibe vuracağımız, belki de göklere çıkacağımız bir yıl olacak. Hazırlıklı olmakta fayda var.” Hazırlıklı olamadık açıkçası. Yıl boyunca çok fazla şey kaybettik. Sevdiğimiz insanları, yakınlarımızı kaybettik. Afetler ve hastalıklar yüzünden çok insan öldü. Ama pek çok yavru da bu yıl gözlerini açtı hayata. Mert Ekin, bizim için bu yılın tek güzel şeyi oldu. Her şeyden habersiz, üç beş kişilik dünyasında yaşamaya devam ediyor 🙂 Ben bu yıl da buralarda olacağım sevgili okur. Bu yazıda unuttuğum bir şeyler muhakkak vardır. Lütfen bana yazın, hatırlatın. Umarım 2021 yılı her birimiz için daha farklı ve daha güzel olur. Unutma, gökte dolunay olduğu sürece Dünya’dan bir çift göz ona bakacak.

Ennio Morricone: Maestro’nun Vedası

Doksanların sonuydu. İlkokul dördüncü sınıfa gidiyorum. Müziğe olan ilgim, uydurma bir dilde söylediğim şarkılardan ve 23 Nisanlarda çaldığım trampetlerden ibaret. Yaşadığımız yerde de fazla bir şansım yok zaten.

Bir gece ATV’de “Yumurcak Küçük Kovboy” isimli bir western filmi yayımlandı. Cüneyt Arkın’ın oldukça keyifli, klasik bir Yeşilçam filmi. İzliyoruz ailecek. Filmin ortalarında bazı yerlerde o kadar müthiş bir müzik çalıyor ki duydukça gaza geliyorum. Ama adını koyabiliyor muyum? Hayır. Yeşilçam’da yıllarca telifsiz, izinsiz onlarca soundtrack kullanılmış nasılsa. (47:15’te başlıyor)

Kemal Sunal’ın Umudumuz Şaban filmi başlıyor sonra bir gün. Filmin girişinde bir sahne var. Amerikan ve İtalyan westernlerinden çizimler gösterip neredeyse iliklerimize işleyen o melodiyi çalıyorlar. Film bitiyor, biz hala sokakta, okulda o melodiyi çalıyoruz ağzımızla. Ağzımızla çalıyoruz çünkü flütten başka bir çalgımız da, rehber olabilecek bir müzik öğretmenimiz de yok. Canları sağ olsun.

morriconeYıllar geçti. İnternet yaygınlaştı. Müziğe çok daha kolay erişebilir olduk. Bir gün şans eseri, Yumurcak Küçük Kovboy’da çalan müziğin “L’arena”; Umudumuz Şaban filminde çalan müziğin ise “Per Qualche Dollaro in più” isimli parçalar olduğunu ve tüm bunların bestecisinin Ennio Morricone olduğunu öğrendim.

En sevdiğim western müziklerinin neredeyse tamamında imzası olan büyük müzik insanı ve yönetmen Sergio Leone’yle birlikte başlı başına bir tür olan sphagetti westerni yaratan kişi, Dünya’nın en ünlü İtalyanlarından, aynı dönemde yaşadığımız için şanslı sayılabileceğimiz Maestro Morricone, hayata veda etti.

Blogda adının geçtiği onlarca yazı yer alıyor. Ülkenin küçücük bir ilçesindeki çocuğun bile muhakkak duymuş olduğu müziklerin bestecisi olmak kendisi ve ülkesi için bir onur olmalı. Hayatımda iki farklı İtalyanla uzun uzadıya muhabbet etme şansım oldu. Her seferinde de benim tarafımdan konu, kasıtlı olarak sphagetti westernlere ve onların müziklerine getirildi. Sinemada müzikleriyle bu kadar iç içe geçen başka bir tür daha var mıdır? Morricone’nin adını duyunca her ikisi de şaşkınlık ve hayranlık duymuşlardı. “L’arena” için, İtalyan Milli Marşı’ndan sonra en çok bilinen ve sevilen melodilerden birisi demişti İtalyan arkadaşım. Hatta o anda telefonunda da aynı melodi varmış.

Hayatımı çok farklı zamanlarda, çok farklı mekanlarda ve çok farklı anlarda kesti durdu üstat. Hakkını yemeyeyim, Quentin Tarantino’nun da hemen hemen her filminde en az Morricone parçasına yer vermesi ona duyulan hayranlığın da pekişmesini sağlamış olabilir. Blogun sağ kolonunda yer alan western teması da yine müziklerini Ennio Morricone’nin bestelediği The Big Gundown isimli filmden alınma.

Watercolor Wild West Scene Background 800 x 800 px_1

Yakın zamanda The Good, The Bad and The Ugly filminin soundtrack plağını almıştım. Bunun dışında birkaç filminin soundtrack cdleri ile Peace Notes isimli konserinin dvdsi var. Arşivlenebilecek onlarca materyalden sadece birkaç tanesine sahibim. Yine birkaç ay önce bir diğer başyapıtı olan Wild Horde isimli parçayı coverlamıştık. Bunu da iyi ki yapmışız.

Rest In Peace. Huzur içinde uyu.

NOT: Bu yazıyı yazdıktan bir gün sonra çok değerli büyüğüm Erdem Abi’nin babası İsmet Amcamız vefat etti. Canım abime ve tüm ailesine başsağlığı ve sabır diliyorum. Rahmetlinin mekânı cennet olsun.

Tarantino Filminde Bir Tanıdık: The Mercenary

onceuponatimeinhoQuentin Tarantino‘nun son filmi (ve ciddi anlamda son filmi) olan 2019 yapımı Once Upon a Time… in Hollywood‘u (Bir Zamanlar Hollywood’da) sinemada izleyememiştim. Geçtiğimiz gün şans eseri denk gelince fırsat bu fırsat diyerek oturduk 3 saatlik filmin karşısına. Tarantino filmlerini çok sevdiğim için genel kanının aksine, sıkılmadan ve ilgiyle izledim. Özellikle filmin ortalarında denk geldiğim bir sahne ise beni hem heyecanlandırdı hem de mutlu etti.

Bu blogda daha önce defalarca Tarantino filmleri ve Sphagetti Western (SW) filmleri hakkında yazılar yazdım. Bugün Tarantino’nun bir anlatma biçimi, kendine has bir üslubu varsa, kendisinin de çok defa itiraf ettiği üzere bu durumda sphagetti western kültürünün etkisi çok büyüktür. Filmlerinde kendisi gibi sıkı SW hayranlarının kolaylıkla fark edeceği pozlar, açılar, sekanslar, renk kartelaları ve kurgular yer alır. Ancak asıl en önemli husus ise müziklerdir.

morriconeTarantino’nun yer yer filmlerinin de ötesine geçen, belki de en büyük silahı filmler için seçtiği soundtrack‘lerdir. Elbette filmler için bestecilerin yaptığı özel eserler de var ancak özellikle 60-70-80’li yılların film müziklerini sıkça, hiç umulmadık yerlerde duyarız filmler boyunca. Bu açıdan Tarantino’nun favorilerinden birisi de günümüzün yaşayan efsanelerinden Ennio Morricone‘dur. İtalya’nın dünya kültürüne armağan ettiği bu deha, dönemin SW filmlerinde, neredeyse her filme bir başyapıt olacak parça bestelemiştir. Bana göre bunların en iyisi de, yine en iyi SW filmlerinden birisi olan, 1968 yapımı The Mercenary (Il Mercenario) için bestelediği L’Arena‘dır.

mercenary07Bir Zamanlar Hollywood’da filmi içerisinde bir sahnede, filmin geçtiği 1968 yılında gösterime giren The Mercenary’nin afişlerinin ısrarla gösterildiği bir sahne var. Yine ilerleyen sahnelerde The Mercenary’nin yönetmeni olan Sergio Corbucci‘den “Dünya’nın en iyi ikinci western yönetmeni” olarak bahsediliyor. Talihe bak ki dünyanın en iyi western yönetmeni olan kişi de yine bir başka Sergio olan Sergio Leonne. Her iki usta da, filmlerinde kullanılacak müzikler için Ennio Morricone ile anlaşmışlar. Ortaya çıkan filmler ise bana göre bugün sinema tarihinde apayrı yerlere sahipler.

 

mercenary03

The Mercenary filminin afişi

Tarantino için The Mercenary filminin önemi ne peki? Bu filmde kullanılan ve İtalya’da milli marştan sonra en çok bilinen melodilerden olan “L’Arena” isimli başyapıt, Tarantino’nun Kill Bill serisinde kullanıldı. Kill Bill’in soundtrack albümde sadece bu parça değil, 1968 yılında çekilen The Mercenary filminden bir sürü şarkı var. Yani Tarantino bu filme de, müziklerine de, yönetmenine de kafayı takmış. Çektiği son filmde de kendince bir saygı duruşunda bulunmuş.

mercenary05

Ben Tarantino’nun yerinde olsam belki bir adım ileri giderdim. Filmde Sharon Tate karakterinin sinemaya girdiği bir sahne var. Ben olsam filmde senaryo gereği, kızı önce yanlış salona sokar, orada The Mercenary filminin meşhur arena sahnesinden kısa bir kesiti gösterirdim. Ama olsun, böyle tadımlık da olsa, insan kişisel zevklerinin kesişmesini gördükçe haz duyuyor.

mercenary06

Bu da benim odamda yıllardır duran aynı afiş

Şubat Dolunayı – Batının Güneşi

subatmoon20

08.02.2020 Eskişehir’de dolunay

Günlerdir kapalı, günlerdir tipiyle boğulmuş gündüzlerin; bulutların esiri olmuş akşamların ardından nihayet gösterdin yüzünü. Aslında güzel bir kış manzarası çekmek için çıkmıştım pencereme. Ancak hiç umudum yokken birden dağılıverdi bulutlar ve sen peyda oldun dünyama.

Artık bir gelenek haline geldi. Her ay yeni bir parça çalıyoruz. Belki ufak prodüksiyonlar ama başlangıcından bitişine epey bir emek istiyor. Parça seçimleri için belli bir kuralımız yok. Bazen çok popüler olan ve gerçekten kaliteli bulduğumuz şarkıları seçiyoruz. Bazen de yıllardır aklımızın bir kıyısında olan parçaları. Bu ay işte böyle bir parça seçtik. Ennio Morricone‘nin çoğu zaman filminin ötesine geçen harika bir eseri olan Wild Horde‘yi çaldık. Bu parça, My Name Is Nobody filminin soundtrack’leri arasında benim en çok sevdiğim parça. Her şeyiyle dört dörtlük bir western klasiği. Vahşi Batı’nın insanı yakan o güneşini hissettiriyor her dinlediğinizde.

Bu videoda, ritm gitarlar Yağızhan, elektrogitar solosu ise Alper tarafından çaldı. Flüt ve perküsyonu ise ben çaldım. Koro sesleri ise üçümüze ait. Video boyunca duyduğunuz tüm sesleri de yine Yağızhan kaydetti ve miksledi sağ olsun. Videonun kurgusunu ise ben yaptım. Kurgudaki birkaç hata bu yüzden zaten 🙂 Bu videoyla ilgili tek eksiklik belki de orijinalinde olan “ıslık” bölümünün olmayışıydı.

Bana seni hatırlatan o kadar çok ses var ki… Ne zaman Göksel çalsa mesela sen gelirsin aklıma. Ne zaman Mabel Matiz‘in ilk dönemini duysam aklıma astrolojik seyahatlerimiz gelir. Bazen de Melankoli çalar bir nostalji radyosunda ve hayatımın en garip döneminde yaptığım bir konuşmayı hatırlarım, canım geçer. Seni hatırlatan günler, aylar ve yıllar var. Tüm bunlar belki de bir ömür dolusu geliyor, tüm bir hayata değer. Notalar, kelimeler, renkler ve sayfalar dolusu sen varsın. Anlatabilmek için usulca doğmanı bekliyorum.

subatmoon21

Bu ay dolunayı erken bir saatte karşılayınca, etrafa şöyle bir göz gezdirmek için de zaman kaldı. Makinede takılı 75-300 mm objektifle epey bir çekim yaptım. Elbette böyle bir donanımla çalışmanın en büyük dezavantajı muhakkak bir tripoda ihtiyaç duyuyor olması. Bir de odak uzaklığı arttıkça –ki Ay çekimi için olabildiğinin en açığı– netlemeyle ilgili olarak gözünüze güvenmeniz gerekiyor zira otomatik netleme pek işe yaramıyor.

Bir sonraki buluşmamız artık baharda olacak. Kış bitiyor, bu ay nasıl geçer bilmiyorum. Belki de gerçek kışı bu ay bitene kadar yaşarız. Karanlığı, soğuğu, çaresizliği. Ancak elbette ilk cemre gönüllere düşecek ve baharın müjdecisi olacak.

The Good The Bad and The Ugly Plağım

Watercolor Wild West Scene Background 800 x 800 px_1

Oradaydım diyorum sana ya

Plak koleksiyonu yapmaya başladığım ilk dönemlerde, bir gün arkadaşım Gil‘in koleksiyonundaki The Good The Bad and The Ugly sountrack albümünün plağını gördüm. Spagetti Western‘lere olan hayranlığım bir yana, Ennio Morricone‘nin yaptığı bu müziklere ulaşmanın belki de o dönemin ruhuna en uygun yolu elbette plaklardı. Artık o albüme karşı olan hislerimi nasıl belli ettiysem Gil sağ olsun bana içerisinde filmin esas müziğini (The Good The Bad and The Ugly isimli parçayı) içeren bir kırk beşlik hediye etmişti. Halen de arşivimin en değerli parçalarından bir tanesidir.

Aradan geçen onca yılda ne bu soundtrack albüme karşı olan sevgim, ne de Ennio Morricone’ye karşı olan ilgim azaldı. Geçtiğimiz haftalarda Çılgın Koleksiyoncular Grubu‘na atılan bir mesajda yine bu albümü gördüm. Londra‘da yaşayan Oğuz abinin paylaşımında adeta parlıyordu plak. Ben de yorum olarak yukarıya yazdığım hikayenin küçük bir özetini bıraktım.

goodbad02

Bir süre sonra Oğuz abi bana ulaştı ve Türkiye’ye geldiği zaman plağa ulaşabileceğimi söyledi. Her şey birkaç gün içerisinde oldu ve kendimi kargoda sıra beklerken buldum. Bu arada “Şahane cuma” olaylarından sonra Türkiye Cumhuriyeti’ndeki tüm kargo firmaları akıllarını kaybettiler, dengeleri şaştı. Kargolar gelemez, ayağına çağırır oldu. Neyse, 30 lira kargo parası ödeyip plağı aldıktan sonra eve geldiğimde o heyecanla pikaba taktım. Hemen B yüzündeki dördüncü parçaya ayarladım ve ilk piyano vuruşları duyulmaya başladı: The Ecstasy Of Gold. Albümün altını, incisi, pırlantası. Basit bir western müziği olmaktan çok öte, tarifsiz bir hissiyat. Yazıyı okurken bırakın alttan  çalsın.

Elbette ki seneler içerisinde albümün onlarca farklı versiyonları basılmış. Ancak bendeki versiyon Discogs.com’a göre de ilk baskılardan bir tanesi. A1’de yer alan ve filmin adını da alan parça, ülkemizde “kovboy müziği” denilince şüphesiz akla gelen ilk melodi.  Yukarıda da yazdığım gibi bu parça bende zaten kırk beşlik olarak vardı ancak uzun çalar olarak elde etmek muhteşem oldu. Albümün çalma listesi şu şekilde (Parantez içerisinde parçaların İtalyanca orijinal isimleri yer alıyor):

Sıra Parçanın Adı Süresi
A1 The Good, The Ugly And The Bad (Main Title) (II Buono, II Brutto, II Cattivo) 02:38
A2 The Sundown (II Tramonto) 01:12
A3 The Strong (II Forte) 02:20
A4 The Desert (II Deserto) 05:15
A5 The Carriage Of The Spirits (La Carrozza Dei Fantasmi) 02:04
A6 Marcia (Marcetta) 02:46
B1 The Story Of A Soldier (La Storia Di Un Soldato) 03:50
B2 Marcia Without Hope (Marcetta Senza Speranza) 01:47
B3 The Death Of A Soldier (Morte Di Un Soldato) 03:05
B4 The Ecstasy Of Gold (L’Estasi Dell’oro) 03:20
B5 The Trio – Main Title (II Triello) 04:54

goodbad01Tek bir keşkem oldu: Ulan keşke şu plağın gatefold versiyonu elime geçseydi. Umarım bir gün aklı başında bir fiyatla karşıma çıkar. Bu elimdeki de “filmin yayımlandığı dönemde İngiltere’de basılan” versiyonu. Düşünsenize, birisi size 1968 yılında aldığınız bir plağı elli üç sene boyunca ilk günkü gibi saklamanızı söylüyor. İşte bu aldığım plak tam da öyle bir plak. İlk baskı. Muazzam!

Bu yılın son plağı bu oldu. Umarım 2020 yılı plak açısından çok daha renkli bir yıl olur 🙂

Çerçeve Koleksiyonum

Dolunay‘da yayımladığım şu videodan sonra, pek çok güzel yorum aldık. Bir kişi ise beni şaşırttı ve video benim ve Alper‘in gözüktüğü kısımdaki çerçeveleri özellikle sordu. Bu soru gelince, bende fark ettim: Evin her yerinde asılı bir sürü çerçevem ve aslında her birinin de güzel hikayeleri var. Bu yazıda, aslında bir tür koleksiyon da denilebilecek bu çerçevelerden bahsedeceğim.

Yazı içerisinde birbirinden farklı tam 19 tane çerçeve yer alıyor. Her biriyle ilgili açıklamayı ise resim yazısı olarak ekledim. Mobil cihazınızdan girdiğinizde bu açıklamalar hemen görselin altında yer alacak.

ce01

Bin parçalık bir puzzle bu. Merve evlenmeden önce yapmış. Eve astığımız ilk çerçevelerden birisi. Departure of the Winged Ship isimli tablonun çizeri ise Vladimir Kush isimli Rus sürrealist ressam.

ce02

Bu evdeki en siyah çerçeve ve çalışma. Bu çalışmayı 2018 yılı Mart ayında yapmıştım. İsmi “Ay’ın Üzerinde Yaşamak“. Kendi ürettiğim ilk çerçevelerden biri olması bunu benim içim ayrıca çok değerli kılıyor.

Okumaya devam et

Bu Hafta Yıllık İzindeydim

Her güzel şey gibi bu güzel şey de, beş günlük yıllık iznim, bitti sevgili okur. Geçtiğimiz haftalar benim için her açıdan çok zordu. Bunalımlar, sıkıntılar, sıkışmalar derken çıkış yolumu yıllık izinde buldum. Geçen sene askerde olduğum için kullanamadığım  yıllık iznimden küçük bir parça kullandım. Geçen sene askerde demişken, geçen sene tam da bugün, 28 Şubat’ta yemin törenim vardı sevgili okur. Usta asker olmuştum, ödül almıştım. Sonrasındaki cumartesi ve pazar günleri de çarşı iznimiz vardı. Vay be ne zamanlarmış.

Geride bıraktığım haftanın en güzel yanı sabahları erken kalkmak zorunda olmayışım oldu 🙂 Evde yalnız kaldığım dört günün bir kısmında bazı özel işleri hallettim. Eh uzun süredir hafta içi Eskişehir’de olamıyordum. Diğer kısmında ise annemlere gittim.

Dün gece mesela… Annemin seramik kursundan getirmiş olduğu çamurla birbirinden komik şeyler yaptık. Şimdi bunların her biri fırınlanacak ve sırlandıktan sonra komik birer obje olarak sahiplerini bulacak. Dün öğleden sonra da Savaşalp‘le buluştuk. Çok uzun süre yine metal müzik muhabbeti yapabildiğim bir dostla bir araya gelmiş olduk. Playlistimiz Slayer, Disturbed, Pentagram ve bilimum sert abilerden oluşuyordu. Bu arada Savaşalp’e teşekkür etmek istiyorum. Tam da ihtiyacım olduğu anda bana harika bir kulaklık hediye etti.

Yazıda belirli bir kronolojik sıra izlemiyorum, aklıma geldikçe ekliyorum. Bugün evdeki sifonun bozulduğunu fark ettim. Lan daha birkaç hafta önce yenilemiştim. Ama sifonun tahliye sistemini tetikleyen kısmı bozulmuş. Yarın Koçtaş‘a gidip durumu anlatacağım, bakalım yenisini verecekler mi. Ha bir de ufak bir masa yapacağım kendime. Bugün gerekli vidaları falan almıştım ama ölçüde hata yapmışım, bu iş de yarına kaldı.

Önceki hafta ufak bir kaza atlatan yol arkadaşım Hasan Hüseyin arabayı yaptırmış. Bu hafta yine gidip gelmeye devam ediyoruz. Bu güzel bir gelişme oldu. Önümüzdeki ay muhtemelen dopdolu geçecek denetimlerle. En azından sürekli eve gidip gelebilmek iyi olacak.

Yüksek lisans tezimi nihai olarak geçtiğimiz pazartesi günü Fen Bilimleri Enstitüsü‘ne sundum ve mezuniyet için gerekli işlemleri başlattım. Eğer bir aksilik çıkmazsa bu hafta içerisinde ilişkim kesilecek ve mezuniyetim gerçekleşecek. Bu süreçte çok koşturduğum ve pek çok defa vakit kaybettiğim için güzel ve detaylı bir yazıyla tüm süreci anlatacağım. Olur da siz de bizim okulda Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yüksek lisans yaparsanız bu yazı size epey faydalı olacaktır.

Bu yazıyı yazarken yıllardır kaliteli görüntülü bir versiyonunu aradığım Küçük Kovboy filmi yan sekmede iniyor. Cüneyt Arkın‘ın belki de sen sevdiğim filmlerinden olan bu Yeşilçam klasiğinin asıl özelliği ise film müziklerinin Ennio Morricone‘dan araklanmış olmasıdır 🙂 Ayrıca filmde pek çok yabancı artist ve aktrist rol alıyor ve yönetmeni de İtalyan Guido Zurli. Hemen inerse bu gece bu filmi izliyorum. Aslında bu filmle ilgili de bir yazı yazmakta fayda olacakmış gibi görünüyor.

Zaman zaman bizim çocuklarla benim evde toplanıyoruz, bisküvi yiyip çay içiyoruz. Demlik poşetiyle demliyorum çayı. En az beş altı çeşit de bisküvi açıyorum, kremalısı, kakaolusu, fındıklısı falan o biçim yani.

Bu hafta içi geç uyanmak çok iyi oldu ancak hep hastalıklarla uğraşmak zorunda kaldım, o açıdan kötüydü. Bir de uzun süre sonra ilk defa CV hazırladım. Bununla ilgili olup bitenler başka bir yazının konusu olacak.

Önceki gece Erol‘la konuştuk gece yarısından sonra. Şaşırttı, üzdü, güldürdü ve özlediğim Erol gibi konuştu. Erol bana epey yeni havadisler verdi. İstanbul’da buluşamadığımızdan dert yandık. Neyse, Eskişehir’e geleceği günü bekliyoruz artık.

IMG_20150228_005124

Mustafa – Murat – Ben

Hani bir başlığım var: Aniden Karşıma Çıkan İnsanlar diye. Heh işte, pazartesi günü tam da böyle bir şey oldu. Caner‘le, ilkokul arkadaşım ve hatta ilk arkadaşım Caner’le. Birkaç yıl önce yine karşılaşmıştık ancak ilk defa oturup sohbet edebilme imkanımız oldu. Sivrihisar‘dan konuştuk uzun uzun. Bilinçaltımızdaki Sivrihisar arka planını eşeledik. Gideceğim, kendime söz verdim, gidip aynı yerleri aynı sokakları tekrar, teker teker dolaşacağım.

Evet, yıllık izin sürecinde bilgisayarda da epey iş yaptım. Biriken işleri erittim. Ferhat abime yeni bir kartvizit yaptım yeni dükkanı için. Bir de askerden geldiğimden beri izleyemediğim bazı dizilerin sezonlarını toparladım. Bunları izlemeye başlarım yakında. En başta dediğim gibi, her güzel şey gibi bu güzel şey de bitti sevgili okur. Yarın bu saatler çoktan sendrom başlamış olacak. Yine Bilecik’in kabusu saracak her yanımı. Ulan artık yavaş yavaş sonuna geliyorum.

Geçen Haftasonu İşleri

Bu perşembe yüksek lisans tezi sunumum ve sınavım var sevgili okur. Bu ayın ortasından beri bir yandan tezi hazırlayıp bir yandan da sunum için hazırlanıyorum. Bu hafta sonumu da bu tez için ayırdım ama elbette araya bambaşka işler de girdi, güzel oldu.

whiskyŞu yazımda anlatmıştım bit pazarından epey bir kaset topladığımı. O kasetlerden bir tanesi, çok da değerli bir tanesi, Whisky‘nin Güneşin Tahtı albümü, kırıktı. Şansıma kasetin bantı sağlamdı bu yüzden kutuyu değiştirmek yeterli olacaktı.

Çocukken kasetlerle pek uğraşırdık sevgili okur. Açar döker, sokaktan bulduğumuz bantların içerisinde ne olduğuu keşfetmeye çalışırdık. Böyle taka çıkara epey bir el pratiği kazandım. İşin özellikle bant sarma kısmı epey bir dikkat istiyordu. Bunu da kendi kendime öğrendim. Eskiden kasetler vidalı olurdu. Bunların içerisindeki bantı atıp yerine yeni bir bant takmak mümkün olurdu. Babam polis olduğundan yol kenarlarında çok fazla bantı koptuğu için atılmış kaset bulurdu. Ben oturur, bu bantları yeniden sarar, yapıştırır ve elimdeki boş kutulardan birine monte ederdim. Bu şekilde epey bir kasete can verdim. Devir zaten çekme kaset devri olduğundan, elimdeki azıcık parayla da gider boş kaset alırdım. Onur diye bir arkadaşımdan kaset çektirirdim. Ne günlerdi be.

kasetNeyse, dediğim gibi Whisky’nin bantı sağlamdı. Sadece kasetin kutusu parçalanmıştı ve keçesi kayıptı. Şans eseri geçen gün okula gittiğimde Ahmet‘in benim için ayırdığı bir kaç tane kaset almıştım. Bunlar poşeti dahi açılmamış ıvır zıvır kasetlerdi.

Cumartesi sabahı kalktım. Önce evi süpürdüm, toparladım. Sonra Whisky’nin kırık kutusunu çıkardım. Daha sonra da Ahmet’in verdiği kasetin sağlam kutusunu çıkardım. Dikkatlice Whisky’nin bantını sardım ve sağlam kutuya aktardım. Burada kasetin üst kısmında küçük bir keçe parçası var. Bunun püf noktası bu keçeyi fazlaca elleyip sıkmamak. O yüzden kenarlarından tutmak gerekiyor. Neyse, uzatmayayım daha fazla, sağlam bantı sağlam kutuya aktardım. Vidalarını sıktım ve yıllar önce Serhat‘ın verdiği Walkman’e taktım. Sonuç? Bingo! Çalışıyor 🙂

Ben tam kaseti bitirmek üzereyken Alper ve kardeşi Cener geldiler. Kaset işini bitirdik ve sıra Alper’in neredeyse iki ay önce bana bıraktığı bilgisayar kasasına geldi. Bu kasada da problem ekrana görüntü vermemesiydi. Ben elimdeki yedek parçalarla deneyerek sorunun anakartta olduğunu saptadım. Alper’le birlikte internetten uyumlu anakartlara baktık. Daha sonra da Eskişehir’de bilgisayar parçası arayan, takan, çıkaran herkesin uğrak noktası olan Esnaf Sarayı‘na gittik. Burada pek çok parçacı gezdikten sonra nihayet anakartı tamir edebilecek bir yer bulduk.

kasa

Anakart arızalarının çok büyük bir kısmı anakart üzerinde her biri farklı bir birimle ilgili olan kondansatörlerin şişmesi sonucu oluşuyor. Eğer dikkatli bir şekilde bu kondansatörler değiştirilirse anakartın devre kartında bir hasar yoksa, anakart çalışmaya devam eder. Yalnız lehimin çok dikkatli yapılması gerekiyor. Alper’in anakartında da işlemci yuvasının yanında bulunan 3 adet kondansatör şişmişti. Tamirci bu kondansatörleri değiştireceğini, çalışırsa 30 lira, çalışmazsa da 5 lira alacağını söyledi. Hemen kabul ettik tabiki 🙂 Tamirciden saat 19’da güzel haber aldık, anakart tamir olmuştu.

Hemen hep birlikte eve geçtik. Evde hemen kasayı toparlamaya başladım. İşlemciyi yerleştirip fanı taktık. Sonra da diğer bağlantıları yaptık. Bilgisayarı fişe taktım ancak kasaya elektrik gelmiyordu bu sefer de. Ulan aksiliğe bak! Sonradan anladık ki sorun benim evden getirdiğim güç kablosundaymış. Alper’in adeta ışınlanarak bir arka sokakta oturan arkadaşından alıp getirdiği güç kabalosuyla kasayı çalıştırdık ve ivedilikle format işlemine başladık.

Windows 7 Ultimate 32 bit kurduk. Alper ve kardeşini uğurladık 🙂

Az önce mutlu bir haber aldım. Deftones, yeni albüm kaydetmek için stüdyoya giriyormuş. Sabhankra yeni albüm çıkardı malum. O yüzden bu sene, çok büyük bir sürpriz yapmazlarsa yeni albüm çıkarmayacaklar. In Flames desen zaten ümidi keseli çok oldu. Geriye bir Deftones kaldı yaşama sevincim. Umarım iyi şeyler duyarız. Söz Deftones’tan açılmışken güzel bir aşk şarkısı ve çok daha güzel bir kliple veda ediyorum.

Perşembe günü görüşürüz sevgili okur.

NOT: Pazar sabahı bir sphagetti western klasiği olan Navajo Joe‘yu izledim TRT 1’de. Yazmayı unuttum. 1966 yapımı bu klasiğin, sphagetti western olması yanında bir diğer özelliği de müziklerinin Ennio Morricone tarafından yapılmış olması. Sergio Corbucci‘nin yönettiği filmde tipik spagetti özelliklerini aynen görüyoruz. Ancak benim takıldığım nokta bu filmin soundtrack albümünde bir Ennio Morricone klasiği olan A Silhouette Of Doom‘un yer alması. Bu parça Kill Bill’de de kullanılmıştı.